Atina-İstanbul arasında mekik dokuyan bir gazeteci olarak, iki halkın benzerlikleri ve benzemedikleriyle ilgili dikkatimi çeken birkaç notu paylaşmak istedim.
Son zamanlarda Yunanistan’dan başka herhangi bir Avrupa ülkesine gidemediğim için AB ülkelerinde yaşayanlarla bir karşılaştırma yapamıyorum.
Atina ile İstanbul’da yaşayanların ortak özellikleri şöyle sıralanabilir:
Metroda, tramvayda, otobüste, yolda, hemen her yerde dolaşan insanların ezici bir çoğunluğu spor ayakkabılar giymeyi tercih ediyor. Takım elbise giyenlerin bile ayaklarında çoğu zaman spor ayakkabısı var.
Genç erkekler, tıraşsız görünümü veren hafif sakallı; ya da tam sakallı olmayı tercih ediyor.
Daha da genç olanların saç kesimleri de hemen hemen aynı. Yani başın üstünde saç olacak; ama yan tarafları traşlı olacak. Daha seyrek saçlı olanlar sıfır numara ile traş olarak, “dazlak” görüntüsü vermeyi tercih ediyor.
Genç kızlar, dudak şişirme modasına uymakla; orta yaş üstü kadınlar -ve erkekler- yüzlerini gerdirmekle adeta kardeş misali birbirlerine benzemeye başlıyor.
Kadına karşı şiddet, hayvanlara eziyet, her iki ülkede de büyük bir sorun haline gelmiş durumda.
Kadın cinayetleri hemen her hafta haber bültenlerinden yayınlanıyor.
Şiddete maruz kalan kadınların, polise şikayetleri çoğu zaman dikkate alınmıyor.
Daha bir ay önce Atina’nın en işlek semtlerinden birinde, bir kadın kendisini adım adım takip eden eski eşi tarafından tehdit edildiği için karakola giderek evine polis arabasıyla götürülmek istemiş; ancak polis kadına “evine taksi ile gitmesini” tavsiye edince; karakoldan çıkan kadın, eski eşi tarafından -hem de karakolun önündeki nöbetçi kulübesinin önünde- bıçaklanarak öldürülmüştü..
Hayat pahalılığı her iki halkın da cebini yakıyor.
Pahalılık konusunda orantısız olmasına rağmen (Yunanistan’da son bir yıl içinde temel gıdaların fiyatlarında yüzde 30 gibi bir artıştan şikâyet ediliyor. Bu oranın -benim de şahsi deneyimlerimle sabittir- ki Türkiye’deki fiyat artışları geçen yıla oranla yüzde yüze yaklaşmış, bazıları geçmiş bile...)
Ama bir de hiç benzemedikleri yanları var bu iki şehir insanlarının..
Mesela Yunanlar hayat pahalılığına karşı Miçotakis hükümetini her gün topa tutuyor. Halkın bu tepkisi, geçen yıl yüzde 41 ile iktidara gelen Yeni Demokrasi Partisi’nin (YDP) oy oranı -son nabız yoklamalarına göre- yüzde 30-32 oranına düşmüş bulunuyor.
Atina’da işçi ya da memur sendikaları; öğrenci dernekleri, çiftçiler, emekliler vs., kendi alanlarındaki şikayetlerini dile getirmek için sürekli protesto eylemleri yapıyor.
Bu gösterilerde çoğu zaman polisle çatışmalar/çarpışmalar yaşanıyor.
Ama polisle çatışanlar/çarpışanlar ertesi gün ya da iki üç hafta sonra evlerine baskın düzenlenerek gözaltına alınmıyor.
Hükümetin iç ve dış politikasını eleştiren gazeteciler, yazarlar, akademisyenler; Miçotakis’e ulu orta hakaret edenlere de cezai bir işlem yapılmıyor, hakaret davaları açılmıyor.
Miçotakis tarafından bir gazeteciye en son açılan dava, Miçotakis’in eşi Mareva’nın iş hayatına yönelik suçlamalarının asılsız çıkmasıyla olmuştu.
İstanbul izlenimlerimde bir de tarihi eserlere saygıda eksikler gözlemledim.
Önceki hafta Sultanahmet meydanında dolaşırken; Metro istasyonundan Ayasofya’ya doğru uzanan yaya yolunun sağ tarafında, Bizans döneminden kalma olduğu anlaşılan harabelere rastladım.
Harabelerin ortasında, zamanında bir binanın temeli olduğu anlaşılan büyük bir daire vardı. Merak edip dairenin yanına indiğimde sidik kokuları ve üzerlerinde sineklerin dolaştığı insan dışkılarıyla karşılaştım. Kokular burun direğini kıracak düzeydeydi…
Biraz daha ilerleyince her bir tarihi eserde olduğu gibi oranın da tarihçesini anlatan dikilitaşvari bir sütun gördüm ve üzerindeki İngilizce, Türkçe ve Arapça yazılı yazıyı okumaya başladım.
Özetle Kadıköylü (Halkedon) bir genç bir kız olan Eufimia’nın hikayesi anlatılıyordu. İ.S 303 yılında Hristiyanlığı kabul ettiği için antik dönemin fanatikleri tarafından işkence edilerek ve yakılarak öldürüldüğü için Eufimia, 7. yüzyılda Bizans döneminde Azize ilan edilmiş ve oraya onun adına bir kilise inşa edilmiş.
Yazıda bu kilisenin fetihten sonra tahrip olduğu ve üzerine yeni yapıların yapıldığı belirtiliyor. 1951’de ise Adliye Sarayı’nın inşaatı sırasında yıkılmış; içindeki freskler ise koruma altına alınmış.
Sonucuna bakıldığında, ziyaretçilere açılan bu tarihi yerin hikayesini anlatan sütundaki yazıya rağmen, bu bölgenin kokudan ve pislikten geçilmemesi oldukça iğrenti veriyor…
Bir vatandaş olarak ilgililerin dikkatini çekerim…