İstanbul’a bu gelişimde kafamda daha uzun kalmak vardı. Öyle de oldu.
Yerel seçimlerde oyumu kullandıktan sonra çok özlediğim, doğduğum ve gençlik yıllarıma tanıklık eden Ankara’ya; daha sonra yakın dostlarımı görmek için İzmir’e gitmeyi planladım.
Bu gelişimde İstanbul-Ankara-İzmir üçgenini bir çırpıda tamamlamak istedim.
Ankara’ya gitmek için hasret kaldığım tren yolculuğum için günlerce online bilet almaya çalıştıysam da istediğimi günlerde yer bulamadım. Ankara’ya otobüsle gittim.
Ankara’da bir gece kaldıktan sonra, benim gibi Rum ve italyan karışımı olan İrakli ile birlikte arabasıyla İzmir’e gittik. Bu arada gençlik arkadaşımız Cihat Ersan da Bodrum’dan İzmir’e gelecek; hep birlikte Murat Güvenir’i ziyaret edecektik.
Cihat, Murat, İrakli ve bendeniz çocukluk ve gençlik yıllarımızda ayrılmaz dört arkadaştık; hatta kardeştik… Gençlik yıllarımızda en popüler oyunlarda ; yani santranç, tavla , poker gibi oyunlar oynar; -satranç oynamak için okulu bile asardık- Cihat’ın gitar çalmasını dinler, dönemin There is a house at New Orleans gibi moda olan şarkıları söyler eğlenirdik. En güzel yıllarımızdı.
Büyüdüğüm Bestekar sokakta Ferruh Tanay ve Bülent Yıldız’la daha küçükken kovboyculuk; daha sonraları basket oynardık mahallemizde...
İzmir’e geldiğimiz gün hapisten izinli çıkan yakın arkadaşım gazeteci Süleyman Gençel ile uzun uzun dertleştik. T24’te Süleyman’ın başına gelenlerle ilgili yazılar yazmıştım.
Ertesi gün üç arkadaş, Murat’ın ziyaretine gittik... Murat’ın sağlık durumunun iyi olmadığını; tedavisinin sürdüğünü biliyorduk. Ziyaret amacımız da buydu zaten. Yıllar sonra dört arkadaş bir gelmeyi planlamış; Murat’a kendisini görmek için İzmir’e geleceğimizi söylemiştik..
Çok sevdiği sütlaçları alıp Murat’ın evine gittik. Ağlamamak için kendimizi zor tutuyorduk. Sarıldık, fotoğraf çektik; eski günlerdeki dostluğumuzu, kavgalarımızı anımsayıp kahkahalarla geçen yaklaşık 3 saat boyunca gençliğimizi yaşadık.
Cihat Bodrum’a, ben İrakli ile Ankara’ya geri döndüğümüzde içimizde hem bir burukluk hem de sevinç vardı. Birbirimizi tekrar görmekten ve Murat’a moral vermiş olmaktan ayrıca mutluyduk. Denildiği gibi “çocuklar gibi şendik.”
İrakli’nin evinde 6 gün kaldım. Eşi Eda, gecenin geç saatlerine kadar uzun uzun konuşurken bize adeta annelik yapıyordu.
Ankara günlerimde çocukluk ve ergenlik çağımı yaşadığım Bestekar sokağa gittim.
Tunalı Hilmi’den başlayıp Esat caddesinin dibine kadar uzayan Bestekar sokak sıra sıra kafelerle, publarla, birahane ve lokantalarla dolup taşmış. Hayretler içinde kalmıştım. Aklıma hayal meyal Bestekar sokağa henüz asfalt dökülmeden önceki hali geldi.
Yanımızdaki “Amerikalıların binası” olarak bildiğimiz Bestekar’ın en uzun binası günlerimizde camla kaplı Hastane olmuş.. Tunalı Hilmi caddesinin başındaki Kuğulu Park, bulvarın genişletilmesi sonucunda ufacık kalmış… ODTÜ kampüsü; Söğütlüçeşme gibi şehir dışı olarak bilinen yerler neredeyse şehrin ortasında kalmış gibi.
Merak ettiğim için Beştepe’deki Cumhurbaşkanlığı külliyesinin etrafını dolaşmak istedim. Çevresinin bu kadar büyük olduğunu tahmin edememiştim. Vakit yetersizliğinden yarı yoldan geri döndüm.
Ankara’da okul arkadaşlarımla, eski ve yeni dostlarla bir araya geldik. Ankaralı olmanın bir özelliği de kurulan arkadaşlıkların unutulmamasıdır. Ankara bizim için her zaman güzeldir.
Ankara’dan tekrar İstanbul’a dönmek için yine tren seferlerini aramaya başladım. Nitekim tek koltuklu bir yer bulmuş ; anında biletimi almıştım.
Ne var ki ertesi gün saat 13.10’da kalkacak treni bu sefer kendim kaçırdım! Çünkü 13.10; her nedense aklımda 13.30 diye kazınmış. Aynı hızla otobüs garına gittim ve İstanbul’a yine otobüsle geri döndüm. Tren seyahati hayalim bir dahaki sefere kaldı… Kısmet!
İstanbul günlerimde, uzun zamandan bu yana kafamı meşgul eden ve bu uğurda hem aile ağacımla hem tarihi olaylarla ilgili bir çok araştırma yaptığım bir kitap yazma hedefimi nitekim hayata geçirmeye karar verdim.
Aile ağacımdan söz etmişken, bu "hasret turu” olarak nitelediğim İstanbul-Ankara ve İzmir günlerimde, genç neslin büyük bir çoğunluğunun, Türkiye’de yüzyıllarca yaşayan Rum, Levanten, Ermeni ve Yahudi gibi azınlıkların varlığından bihaber olduklarını görmekten şaşırdım.
Yalnız genç nesil değil; resmi dairelerde çalışan genç memurlar bile, kendilerine gösterdiğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi kimlik kartını ya da pasaportunu incelerken “Türkiye’de oturma izniniz var mı?” ; “Türkçeyi nereden öğrendiniz?” ya da “Siz nereden geldiniz?” gibi eskiden hiç sorulmayan sorularla karşılaşmaya başladık! Azınlık üyeleri, hani neredeyse, Suriye ya da Ortadoğu ülkelerinden gelen ve TC vatandaşlıkları verilen mültecilerle karıştırılıyor…
Bunun temelinde de eğitimin yetersizliği yatıyor olsa gerek...