Sırrı Süreyya Önder

24 Aralık 2024

Yazı -Tura: Bu toprağın bütün evlatları birbirini gözünden sevmeye başlayacak…

Devletin tarif ettiğinin içine girmeyen her şey ‘Had’din konusudur. İşte Yazı Tura filmi bu haddi aşmış ve bedeli Uğur Yücel’e yıllarca görünür görünmez yollarla ödetilmiştir. ‘İstanbul abisi’ dediysek boşuna demedik. Korktuğundan değil ama çelebiliğinden bir gün kimsenin başına kakınç etmemiştir

Olgun Şimşek (Rıdvan) ve Kenan İmirzalıoğlu (Cevher) Yazı Tura’da

Bu filmden bana kalanları en az beş yazıda anlatmak isterdim. Şuraya bir link bırakmakla başlayalım.

Yeniden ve bu gözle izlerseniz siz de fark edersiniz, şöyle:

İlk yazı, filmin maliyetiyle alakalı olurdu.

Oyuncu kadrosu, plan ve mekân çokluğu, prodüksiyon ve post-prodüksiyon kalitesi/maliyeti, kar yağması için setin üç ay kar beklemesi vb. Özcesi, bu filmin maliyetiyle orta hâlli 10-15 film çekilirdi.  Uğur Yücel Usta, bu filmle bütün birikimini yitirmiş, önündeki yıllarda borç ödeme telaşıyla kundağa saçak işlerde “görünmek” zorunda kalmıştır; acı vericidir.

İkinci yazı, oyuncu kadrosunu anlatmaya çalışırdı.

Bugün gönlümüze dokunan ne kadar oyuncu varsa bu filmde izi-tozu vardır. Yücel, onlardaki kapasiteye zirve yaptırmış; şöyle bir gözüken oyuncu bile, performansıyla zihnimize çakılmıştır. Kıdemli ustalarla genç oyuncuların resmi geçit şöleni gibi bir film çıkmış ortaya. Hele ilk defa kamera gören halkı, üretime katma biçimi başlı başına bir ders gibidir. Oğlu askerden gelen, hem de bir ayağı kopuk gelen birine diyalog yazarsınız elbette ama Göremeli analara doğaçlama imkânı verirseniz “olmadığını, ölmediğine say kızım!” gibi bir hayat avuntusunun en saf hâlini yakalarsınız.

Üçüncü yazı, başlı başına senaryosuyla ve senarist Uğur Yücel’le ilgili olurdu. Gelin görün ki çok kısa olurdu. Muhtemelen üç beş kelime: Senaryo budur, böyle yazılır. Saygılar...

Dördüncü yazı, yönetmen Uğur Yücel’e saygı duruşu olurdu. Kamera, bir kaydetme aygıtından çıkıp, bir öykü anlatıcısına nasıl dönüşür? Kadraj, açı ve ışık öyküye nasıl hizmet eder, işte bütün bunların dersi gibidir adeta. Ülke sinemasının küf tutmuş arketiplerine karşı, gerçekliği yeniden inşa ederken nasıl içinden geçilir? Eşcinsel, pezevenk, asker, köylü, çete vb. tiplemeleri/karakterler nasıl hayat bulur? İşte bunları anlatırdım uzun uzun. Ders vermeye çalışmadan öğreten bir tevazu ehli nasıl olur? Bunun sonuçlarını göze sokardım.

Şimdi okuyacağınız yazı beşincisidir ve ‘Had’ üzerinedir.

Erkan Can (sağda) ve Olgun Şimşek

Haddi aşmak!

Uğur Yücel bir eski İstanbul abisidir. Muhtemelen aklı ermeye başladığından beri de öyleydi. Eski filmlerde ya da yeni dizilerdeki meşhur kartonlaştırılmış abilerden değil, orijinali. Hak yemez, yedirmez. Güçsüz olanın yanında, diğerine diklenir. Sonucuna katlanarak, hakkı ve doğruyu söyler, maliyet hesabı yapmadan… Naiftir alabildiğine. Başkasının kulağına değip geçen bir mısra ya da bir nağme onu günlerce ağlatabilir. İşte böyle bir insan güzelinin, memleketin en kanamalı derdine bigâne kalması düşünülemezdi. O da düşünmedi. Dert etti, yoğunlaştı, neresinden derman olurum diye gününü gecesine kattı. Ortaya Yazı Tura çıktı.

Geleneksel İslam Hukuku suçları Allah’a ve insana karşı işlenmiş suçlar olarak ikiye ayırır. Birincisinde af, indirim, kısas/tazminat yoktur ve cezası yaşamsaldır çoğunlukla ve ‘had’ denir. Ḥudūd çoğul hâlidir ve had hudūd aşmak ya da bilmemek buradan gelir.

Benim yandığım şudur: Bu ülkenin yenisi kurulurken şöyle olmuş: Allah, her alandan haşa silinirken, devlet kendisini Allah’ın yerine koymuş ve kendisine karşı işlenen suçlar için kendisini Allah ile bir tutup had çizmiştir. İşte bu çizgi, yani devletin çizgisi, İslam hukukundakinin aksine, önceden görülebilir, bilinebilir bir şey değildir. İşte kendi haddini bilemeyen devletimizin, haddini/çizgisini aştığını fark etmenin tek yolu da haddi aşmaktır. Aşmadan önce çizilmiş somut hiçbir uyarı ya da tarif yoktur. Bir şey yapıp aşarsınız ve aştığınızı devlet size bir daha asla unutamayacağınız bir şekilde hatırlatır.

Ermeni diyecekseniz mezalimini, Kürt diyecekseniz bölücülüğünü, Yunan diyecekseniz k.hpeliğini, Arap diyecekseniz arkamızdan vurmuşluğunu anlatabilirsiniz ancak. Bu tarifin içine girmeyen her şey ‘Had’din konusudur. İşte Yazı Tura filmi bu haddi aşmış ve bedeli Uğur Yücel’e yıllarca görünür görünmez yollarla ödetilmiştir. İstanbul abisi dediysek boşuna demedik. Korktuğundan değil ama çelebiliğinden bir gün kimsenin başına kakınç etmemiştir.

Sevdiğini Öldürmek

Yazı Tura (2004), Uğur Yücel’in yönetmen ve senarist olarak, ilk uzun metraj filmidir. Yücel, elbette bu filmle sınırlanamaz, belleğimiz onun rol aldığı filmlerle doludur: Yavuz Turgul’un yönettiği Şener Şen’li filmlerin unutulmaz oyuncusudur o. Turgul ve Şen ustalar ayrı bir yazı konusudur. Şimdi konumuz Yazı Tura’dır; devasa bir filmdir, filmin adı bile bizi izlemekten çok düşünmeye itiyor ya da filmin adıyla bile uğraşmak zorunda kalıyor izleyici… Yazı Tura’nın bize yansıttığı ilk şey kumardır ama bu iki kelime kumarın ötesindedir, burada eş anlamlı gibi görülen şans ve talih karşımıza çıkmaktadır. Şans, denediğimiz, karşımıza çıkan bir şeydir, talih ise daha çok kaderle ilgilidir; şansa kendimiz ya da biri vesile olur, kaderi yaşarız, biz doğmadan anlımıza yazılmıştır, böyle denir…

Yazı Tura, anlatım tekniği ve göstergeleriyle dikkat çeken bir filmdir. Önce düzeyleri, sonra şahısları görürüz; her düzeyin bir arka planı, her şahsın bir hikâyesi vardır. Cevher kendi hikâyesini anlatır, Rıdvan kendi hikâyesini, baba kendi hikâyesini, kardeş kendi hikâyesini…

Bu hikâyelerin her biri bir düzeye dayanır; Rıdvan’la Kürt meselesine, engelli olmaya; Cevher’le annesi doğum sırasında ölmüş oğula, babayla Kıbrıs meselesine, ilk eşine, Türk- Rum ilişkilerine uzanırız, ağabeyle, bir başka dünyaya.

Bu anlamda film bir kitap/ roman gibi kurgulanmıştır: Mekân İstanbul, zaman, 1960’tan 2000’li yıllar; yer Türkiye’dir ve Türkiye burada, insanları ve bağrında taşıdığı, çözülmeyen bir dizi meselesiyle bir başka kahramandır. Her kahramanın haklı bir başka sesi vardır ve bu açıdan, biri diğerini duyduğu an, çoktan iş işten geçmiştir; filmdeki bu çoğul seslilik, Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi, Orhan Pamuk’un Sessiz Ev romanlarındaki gibidir; her ses anlatıcıyı özerkleştirir ve bize, şunu söyler: Anlatıcı mı konuşuyor, yoksa anlatıcının bilinci mi? Burada düzeye yayılan olay, kişi üzerinden, izleyene bir yük bırakır, çözüm sunar ki bu çözüm acı ve sevinci paylaştığımız sürece bir arada olabileceğimizin ipuçlarını verir. 

Yazı Tura’da pek çok şey vardır: Kürt meselesi, askerin psikolojik sorunları, Türk- Yunan dostluğu, İstanbul’un eski gelenek ve görenekleri, mafya, futbol, deprem, eşcinsellik...

Bütün bu varları Yücel, sindiriyor ve bu yüzden biz de şaşırmıyoruz. Zaten insan, inandığı şeyleri söyler ve yaparken karşısındakinin inanmaması mümkün değildir. Tek sorun şudur: İnanmadığımızı yapmak.

Film kişilerin hikâyelerine odaklanıyor ve aklımıza film bittiği zaman Yol filminin bir başka versiyonu geliyor. Yol filminde beş mahkûmun iç içe geçmiş hikâyeleri vardı. Burada da iki asker arkadaşının iç içe geçmiş hikâyesiyle karşı karşıyayız. Hatta Yol’u izleyen ve peşinden bu filmi izleyen biri, aynı filmden çıktığını bile söyleyebilir. Yılmaz Güney’e atıf sadece bu kadar değildir, ayrıca sevdiğini öldürme temelinde yine Güney’e anlamlı bir selam olarak okunabilir: Seyit Han, sevdiğini alnından vurur… Bundan sonra, kendisi dâhil ona bu tuzağı kuran bütün düşmanlarını öldürse de bir fayda vermez… Bir adım daha atıp İnarritu’nun Babil’ini de buraya katabiliriz. Hiçbir bilgim yok ama İnarritu bu filmi seyretmiş gibi çekmiştir Babil’i ve bu ayıp günah bir şey değildir.

Teknik olarak film iki askerlik arkadaşını anlatıyor: Göremeli Rıdvan ve İstanbullu Cevher'i. Rıdvan’ı Olgun Şimşek, Cevher'i Kenan İmirzalıoğlu oynuyor. İkisi de efsanevi bir oyunculuk gösterirler. Engin Günaydın, Erkan Can, Ahmet Mümtaz Taylan, Settar Tanrıöğer, Bahri Beyat, Teoman Kumbaracıbaşı, Şinasi Yurtsever ve Seda Akman da öyle.   

Engelli toplum

Rıdvan, Göremeli ve oradan gidiyor askere, savaşa. Sporu seviyor. Tıpkı Sır Çocukları’ndaki (2012) Velit gibi, ünlü sporcu Şifo Mehmet’e numaralarını göstermek derdiyle yanıp tutuşur, hayali futbolcu olmaktır. Rıdvan da, Şeytan Rıdvan’a benzetir kendini. Rıdvan’ın hayali büyük bir sporcu olmaktır ama sonu Şeytan Rıdvan’ınki gibi olmuştur; Şeytan Rıdvan, sakatlandıktan sonra sporu bırakmıştır. Rıdvan da askerde bastığı mayın sonucu bir ayağını kaybetmiştir.

Rıdvan'ın bir nişanlısı vardır, askerlik dönüşü evleneceklerdir. Rıdvan askerliğini bitirdiği zaman, tek ayakla yaşama çivilendiğinden, protez bacakla yaşamaktadır. Nişanlısı onu kabul etmez. Çünkü artık o bir sakattır(!), evlilik yatakla başlar, tek ayakla da döşekte koşulmaz, böyle bir alt kültür vardır. Engelli olmak, burada güçlü bir imgedir. Rıdvan’ın kendisi değişmemiştir ama onun engelli olmasıyla, asıl toplum engelli olmuştur; dün onu dinleyenler bugün onun anlattığı gerçeğe gözlerini kapatmışlardır ve hatta onun yüzüne gülüp, arkasından “palavra” bile diyebilmektedir. Rıdvan’a karşı büyük bir ayrımcılık vardır, kimse ona erişme derdi taşımaz ve o kendi başına nasıl istihdam olacağını düşünür. Zaten toplum bilincine göre de engelli er- erkek geleneksel kalıpların dışında kalır, bir ailesi olmaz, aile kuramaz, bir evi idare edecek ne maddi ne de manevi gücü vardır. Rıdvan, gazidir ama onu anlayacak, yorumlayacak bir psikolojik danışmanı yoktur, o kendini kahvede ve meyhanede bulur ve buralardaki herkesle ne kadar alttan alsa da çatışır. Burada Brayn Magee ve Martin Milligan’ın Körlük Üzerine adlı ünlü denemesini anmamız gerek. İki filozof bize şunu söyler: Körler, gören insanlardan daha fazlasını bilme eğilimindedirler. Böylece engelli olmak, engel değil, bir fark olarak karşımıza çıkar. Ancak toplum bunu bilmez, Rıdvan’ın nereden buraya geldiği, kendisine değmediği sürece ilgilenmez, daha çok, gözle, bakışla, Rıdvan’ı görmeme, duymama üzerine odaklar kendini ve böylece Rıdvan marjinalleştirilir, itilir, hakkında bir retorik de oluşturulur. Rıdvan ise herkesi rasyonelliğe davet eder, bir muhakeme ister ama karşıdakiler bir kez onu bir yere, bir şeye sabitlemişlerdir: Rıdvan, yaşadıklarını saptırıyordur, abartıyordur…

Fotoğraf, bellek

Şokların adamı olarak izleriz Rıdvan’ı ki en büyük şoku cephede yaşamıştır. Çatışmada bir kız vurulur, adı Elif'tir, Bingöllüdür; Elif, Rıdvan’ın okul arkadaşıdır, sararmış okul kitapları arasında kalan aşkıdır: Rıdvan onun cesediyle yüzleşir, üstelik Elif'in cebinde de Rıdvan’la bir fotoğrafları vardır.

Fotoğraf tutku ve yalnızlık temalı filmlerin temel nesnesi olarak sinemaya Metin Erksan’la girmiştir: Sevmek Zamanı’nın kahramanı sevgilisinin fotoğrafıyla kayığa biner, göl gezintisine çıkar. Yine Erksan’ın Ahmet Hamdi Tanpınar, Tanpınar’ın Nerval’in hayal/ gerçek sevgilisi Sylvia üzerinden dile getirdiği Geçmiş Zaman Elbiseleri’nde benzer bir durum vardır; filmin kahramanı evinin her köşesini sevdiği kadının fotoğraflarıyla donatır. Sazlık’ta Erksan yine bir fotoğraf sunar. Filmin kahramanı Kaptan sevdiği kadının fotoğrafını kalbinin tam üstüne yapıştırmıştır. Fotoğrafı izleyen diğer bir gösterge aynadır. Erksan, Sazlık’ta aşkı aynada yansıtır; adam aynaya bakınca, kendisini sevgilisiyle birlikte görür; burada bir araya gelirler. Erksan’ın fotoğraf imgesinin altında yatan, altı çizilen hep aynı ifadelerdir: Onun beni sevip sevmemesi umurumda değil, ben onu seviyorum.

Bunun yanında fotoğraf savaş dönemlerinde sıkça çıkar karşımıza. İkinci Dünya Savaşı’nda fotoğraf savaşın propaganda araçlarından biriydi. ABD, ilk başta ceset fotoğraflarına rağbet eder. Savaşın haklılığı fotoğraflarla belgelenir, insanlara savaşın gerçeği görüntülenen cesetlerle anlatılır. Öldürürken kahraman, ölürken mazlum olma teması içinde her şey olup biter.

Türkiye’de asker fotoğraflarına ilkin kartpostallarda rastlanırdı. Bu kartpostallarda askerler yakışıklıdır, kadınlar güzeldir; kalp biçiminde ya bir fotoğraf ya da bir mektup vardır. Kıbrıs kartpostallarında harita içinde asker figürü işlenir, kahraman imgesinin yanına usulca bir süngü eklenmiştir: Mehmetçik Kıbrıs'ı asla vermeyeceğini söyler.

Gelişen teknolojiyle kartpostallar azaldı. Asker mektuplarının yerini telefon aldı. 90’lı yıllarda savaş tırmandı. Asker kartpostalları yok oldu. Onun yerini giyim sektörü doldurdu. Asker kıyafetleri çocuk giyimine ve oyuncak sanayine kadar uzadı. Artık kimse sevgilisine kartpostal yollamamaya başladı. Kahramanlığın ölçütü kesilen kulak ve ceset üstünde elde silah verilen pozdu.

Sene 2004: Uğur Yücel (sağda), Olgun Şimşek, Teoman Kumbaracıbaşı ve arkada sağda Kenan İmirzalıoğlu, ‘Yazı Tura’ için monitör başında

Yazı Tura’da iki fotoğraf vardır; ilki Rıdvan’la Cevher’in, ikincisi Elif ve Rıdvan’ın. Bu iki fotoğraf filmin düğüm ve serim kısımlarıdır. Film buradan şans ve talihe evrilir; aşk ve dost denenen, başarılı olunan şeylerdir. Rıdvan Elif’i sevmiş, bu anları fotoğrafla dokunaklı bir belgeye dönmüştür; Rıdvan ve Cevher, dost olmuş, bu dostluk iki gülümsemeyle taçlanmıştır ama sonra bu iki fotoğraf acıyla mühürlenmişlerdir.  Cevher’de olan fotoğraf, Gazi büfeye asılmış ama bu büfe depremle yerle bir olmuştur. Rıdvan ve Elif’in fotoğrafı, yine benzer bir yıkımdır, bir şeyler söyler ama bu sadece söyleyenin anladığı bir şeydir, acısını çeken anlar, başka kimseyi ilgilendirmez… 

Yazı Tura, bellek kıyımıdır ve bu kıyım fotoğraf imgesiyle güçlü bir atmosfere dönüşüyor. Hep kendi yaşanmışlığının belgesi olarak yan yana gelen asker ve fotoğraf burada aynı ama başka birinin üstünden çıkıyor. Fotoğrafı, başkasıyla nişanlı olan, artık lise aşkını unutan Rıdvan değil, ondan ayrı kalan, anılarına sadık Elif taşıyor.

Böylece kamuoyuna deklare edilen, altı terörist olarak çizilen Elif, geçmişte taşıdığı bir anın hatırası olan fotoğrafı kalbinde taşıdığı, hâlâ o anın sıcaklığını yaşadığı için savaşın dilinden öte bir dil olan aşkla insana sesleniyor: Buradayım.

Elif bir ceset olarak Rıdvan’a ve izleyici olarak bize çok şeyler söylüyor. En azından cesetlerin sonsuz söylencesi içinde, ölülerin daha diri olduğunu duyarız.

Bar bekçisi kabadayı

Cevher ise arkasından devlet desteği alınmış Yusuf Miroğlu’dur. Askerliğini bitirmiştir, ancak kulakları ağır duymaktadır, geceleri gelen karabasanlar yüzünden uyuyamamaktadır, kapalı yerlerde durmaktan korkmaktadır. Cevher güçlü, kuvvetli, savaş görmüş bir delikanlı edasıyla gece âlemine dalar. Buralardan kendine bir büfe açmak derdindedir. Kadınlarla isteyerek birlikte olmaz, savaşır adeta. Kimi zaman bu görüntü onu maço erkek tanımına bile iter ama değildir. Şiddet, cinsellikle ifade edilmeye başlandığı an söz konusu edilen bir kadın yoktur; bir düşman vardır. Her an yenilme, ölme korkusu taşıyan bu genç, akış içinde boyun eğeceğini anladığı an, saldırıya geçer; çünkü doyum başka bir açlığı beraberinde getirmiştir: Güçsüzlük.

Güçsüz erkeğin en büyük korkusu, yenilme, alt edilmedir. Cevher güçsüz düşmekten korkar, üzerinde hâlâ etkisini atamadığı bir savaş vardır; bunun ötesinde ölüme gitmekle, erotizm arasındaki bağ yadsınamayacak kadar gerçektir. Açıkça Cevher maço değil, her an patlamaya hazır bir bombadır, nerde ve nasıl patlayacağını kendisi dahi bilmemektedir. Cevher, aşılması imkânsız olan ölüm sınırını aşmış biridir; toplumsal ve siyasal kültür bu sınırı geçenleri kahraman olarak tanımlar ama şimdi, ölüm sınırını aşan her kahraman gibi iç dünyada sorguya çekilen bir ölüm vardır ve ölüm, sınırını aşan Cevher’e şunu söylemektedir: Benden önce de, benden sonra da hayat anlamsız ve saçmadır.

Uğur Yücel

Cevher’in dışında akıp giden hayat, insan siluetleri içinde, ölüm sınırını geçen adamı büyütür: Gençsin, güçlüsün yakışıklısın ve tuz biber: Kaç kez ölümden döndün.

Kulağını kaybeden, geceleri kâbuslarla uyanan, kapalı yer fobisi gelişen Cevher atlattığı badirelerden dolayı bir kahramana dönüşür. Cevher'in içine girdiği ağ, bu kahramanlığı kendi ayaklarına ayakkabı yapar, onunla yürür ve bu yürüyüş vahşete duyulan ilgidir; ilgi için bir not düşmek gerek: Kötü şöhret, iyi nefret.

Kötü bir şöhreti vardır Cevher’in ve bir de iyi nefret eder. Cevher’in savaşacak düşmanı kalmamıştır; kadınlar mermilerin boşalacağı dağ kavisidir ama hiçbiri eş de olmayacaktır. Savaş bitmiştir, savaşçı kendi içindeki savaşta yalnızdır.

Derken Marmara Depremi... Cevher depremle birlikte bir kez daha yıkılır. Babasını kurtarır, amcasını kaybeder. Ayrıca depremi duyan üvey annesi oğluyla birlikte Yunanistan’dan gelir: Rum Tasula ve oğul Teo. Cevher bir kardeşinin olduğunu hatırlamıyor bile. Bir süre sonra Teo'nun eşcinsel olduğu karşımıza çıkıyor. Cevher deliriyor. Ancak bu delirme de bize kan ve can bağlarını yeniden hatırlatıyor. Tercihlerimiz bizi ilgilendirir ve fakat hepimizin kanı diğerinin kanına karışırsa, o zaman insandan çıkar insan oluruz: Cevher, kötü bir şey yapıyor, kötülüğe kötülükle karşılık veriyor; kelle alıyor, kulak kesiyor, bağırıyor, “Ben gaziyim.

Cevher’in ve Rıdvan’ın gaziliğini tüketecek, pişman ettirecek bir ülke gerçekliğinden çıkamıyoruz. Onlara layık görülen şey protez bir bacak, protez bir büfe yeri, iddia, sayısal toto vb. kumar bayilikleri. Ne yazık ve ne acı… “Hayatınızı kumar masasına sürdük çocuklar!” demektir bu… Doğruluğundan, haklılığından, yönteminden emin olmadığımız; başka bir yolu var mıdır diye bakmadığımız bir savaşta bıraktınız güzelim kollarınızı, bacaklarınızı, çocukluğunuzu ve yaşama sevincinizi… Hepimiz size borçluyuz. En çok da sormayanlarımız.

Hep söyledim hep de söyleyeceğim: Ölü helvası eğer, sizin ocağınızda kavrulmuyorsa tadı hoş gelir.

Bugünlerde, kanaması durmayan bu yaramızın sağalması için yine bir umut yeşertmeye çalışıyoruz. Buna itiraz edebilirsiniz, yöntemini tartışabilirsiniz, inanmayabilirsiniz vb. Bunların tümü anlaşılabilir ve fakat barışa karşı gelmemelisiniz. Bu ülkenin her sokağında geride bırakılmış protez ve protez kadar bile iş görmeyen öfkeler kaldı. Bir de sevilmeye bile kıyılamayacak yaşta toprağın koynuna giren genç bedenler.

Yazı Tura’yı son izlediğimde şöyle düşündüm:

Keşke film gerçek olmasa… Bir de şans: Bu bir filmdi, bitti…

Bu toprağın bütün evlatları birbirini gözünden sevmeye başlayacak, buna inanıyorum. O zaman Uğur Yücel, ağlıyor mu gülüyor mu belli olmayan güzel gözleriyle bir cümle kuracak. “Sağ olun be çocuklar” diye başlar muhtemelen.

Kendisine ve omuz verip, yükünü alanlara şükran ve minnetle.

Sırrı Süreyya Önder kimdir?

Yönetmenlik, senaristlik ve yazarlığın yanı sıra çok sayıda film ve dizide rol alan, hâlen TBMM Başkanlık Divanı’nda İstanbul Milletvekili olduğu DEM Parti’yi TBMM Başkanvekili olarak temsil eden Sırrı Süreyya Önder, 7 Temmuz 1962’de Adıyaman’da doğdu.

Berber ve arzuhalci olan babası, 1960'lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi'nin Adıyaman’da kurucusu ve il başkanı oldu. Sekiz yaşındayken babasını kaybetti, annesi ve dört kardeşi ile dedesinin evine taşındı. Bu dönemde bir fotoğrafçıda çırak olarak çalışmaya başladı. 16 yaşını bitirdikten sonra Sıtma Savaş ve Eradikasyon Teşkilatı'na mevsimlik işçi olarak girdi. 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Milliyetçi Cephe Hükûmeti döneminde bu işini kaybetti, lastik tamiri dükkânı açtı.

1978 yılında Adıyaman Lisesi'nde ikinci sınıf öğrencisiyken Maraş Katliamı'nı protesto ettiği için tutuklandı. Tahliye edilmesi ve lise mezuniyetinin ardından girdiği üniversite sınavında ilk tercihi olan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni (Mülkiye) kazandı.

12 Eylül 1980 darbesinin ardından ilk tutuklama dalgasında Ankara’da gözaltına alındı, işkenceli sorguların yapıldığı Ankara Emniyet Müdürlüğü DAL (Derin Araştırma Laboratuvarı) biriminde 105 gün tutuldu. Çeşitli cezaevlerinde yedi yıl hapis yattı.

Mayıs-Haziran 2013 Gezi Parkı direnişi sürecinde biber gazı fişeğinin isabet etmesi sonucu yaralandı. ‘Dolmabahçe Mutabakatı’ ile sonuçlandıktan sonra rafa kaldırılan Kürt sorununa çözüm sürecinde aktif rol aldı.

2013 yılında Nevruz kutlamaları sırasında yaptığı konuşma nedeniyle 3 Aralık 2018'de 43 ay hapis cezasına çarptırıldı. 6 Aralık 2018'de Kocaeli Cezaevi’ne girdi. Anayasa Mahkemesi'nin “ifade özgürlüğünün ihlal edildiği” kararı üzerine 4 Ekim 2019'da serbest bırakıldı.

BDP'nin desteklediği bağımsızlardan oluşan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku içinde katıldığı 2011 genel seçimlerinde, İstanbul 2. Bölge’den milletvekili seçildi. 2014 yerel seçimlerinde Halkların Demokratik Partisi (HDP) İstanbul Büyükşehir Belediye başkan adayı olarak yüzde 4,8 oy aldı.

HDP saflarında katıldığı Haziran 2015 ve Kasım 2015 genel seçimlerinde Ankara 1. Bölge’den milletvekili seçilerek parlamentoya girdi. TBMM’de 24. Dönem İstanbul, 25 ve 26. Dönemlerde Ankara Milletvekili olarak görev yaptı. 2023 Türkiye genel seçimlerinde DEM Parti listesinden 28. Dönem İstanbul Milletvekili seçildi ve TBMM Başkanvekili olarak TBMM Başkanlık Divanı’na girdi.

17 Mart 2021'de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Anayasa Mahkemesi’nde açtığı HDP’yi kapatma davası kapsamında hakkında beş yıl siyaset yasağı talep edilen isimler arasında yer aldı. Kobani olaylarından yıllar sonra açılan Kobani davasında yargılandı ve Mayıs 2024’te hakkında beraat kararı verildi.

Ödüllü yönetmen, senaryo yazarı, oyuncu

Çok sayıda film ve dizi için senaryo yazan ve senaryo danışmanlığı yapan, rol üstlenen Sırrı Süreyya Önder, Adıyaman’daki yerel müzisyenlerin (gevende) hayatı üzerinden 12 Eylül darbesinin sıkıyönetimini anlattığı Beynelmilel filmi ile büyük yankı yarattı. Senaryosunu yazarak yönettiği ve Türkiye’de sinema tarihine geçen Beynelmilel filmi Uluslararası İstanbul, Ankara, Altın Koza film festivallerinde, Hindistan ve Pakistan’da çok sayıda ödül kazandı.

Yönetmen, senarist, senaryo danışmanı ve oyuncu olarak Emret Komutanım (senarist), Kalpsiz Adam (senaryo danışmanı), Sis ve Gece (oyuncu), Mutluluk (uyarlama), O... Çocukları (senarist), Zombilerin Düğünü (oyuncu), Ejder Kapanı (oyuncu), Mar (oyuncu), Yeraltı (oyuncu), F Tipi Film (ortak yönetmen, senarist), Düğün Dernek (oyuncu), Ferahfeza (oyuncu), İtirazım Var (senarist, oyuncu), İçimdeki Ses (oyuncu), 14 Tirmeh (oyuncu), Manyak (oyuncu), Taş Yok Mu Taş (kısa film; yönetmen, senarist, oyuncu) projelerinde yer aldı.

Radikal İki, Birgün ve Özgür Gündem’de köşe yazdı.
Eylül 2024’te, T24’te film ve diziler üzerine yazılar yazmaya başladı