Selin Tamtekin

12 Ocak 2025

Güzel düşler kuran babam

Geçen temmuz ayında vefat eden emekli diplomat ve ressam babam Yüksel Tamtekin’in sanat serüveni üzerine bir yazı

Cenin pozisyonunda yatarken, derin bir uykuya dalmış gibi gözüküyor. Başının hemen üstündeki duvarda sevgili merhum arkadaşı Muhsin Kut’un yağlıboya tablosu asılı duruyor; yeşilin ve kahverenginin koyu tonlarıyla endüstriyel bir limanı tasvir eden bu çalışma, odadaki kasvetli havayı iyice yoğunlaştırıyor. Tek kişilik yatağının bitişiğindeki duvarda boya lekeleri göze çarpıyor. Bu odayı neredeyse otuz yıldır stüdyo olarak kullandı. Yıllar boyunca her gün soluğu burada alıp saatlerini resim yaparak geçirdi fakat şimdilerde tüm gününü, bilinci pek de yerinde olmayarak yatağında, gecesini gündüzünü karıştırarak geçiriyor.

Kendisi artık resim yapamıyor olsa da çalışma masasının yerini almış olan tek kişilik yeni yatak ilavesinin dışında, oda hâlâ işleyen bir stüdyo görünümünde: Boş çerçeveler ve çerçeveli resimler duvarlara yaslanmış, her boşluğu dolduruyor. Kâğıt işleri ve paspartular geniş, çekmeceli bir dolabın içinde saklı duruyor. Gelin görün ki resim malzemelerinden (boya fırçaları, akrilik boyalar, kavanoz içinde toz pigmentlerden) eser yok. Şövalesinin bile yerinde yeller esiyor.

Babam eskiz yaparken, Sidney, 1983

“Boş zamanlarında konsolos olan gerçek ressam dostum Yüksel Tamtekin’e” 

Kendisinin son dönem soyut resimlerinden en sevilen birkaç çalışması ve Bregenz, Avusturya’da 1995 yılında açtığı kişisel sergisinden kalan poster duvarları süslüyor. Kitaplığının en üst rafında, çok beğendiği ressam Burhan Uygur ile Alman soyut ressamı Emil Schumacher’e ait monografiler gözüme ilişiyor. Ayrıca R.B. Kitaj, Marlene Dumas ve Albert Oehlen’a ait olanlar da gözümden kaçmıyor; zaten bunları Londra’dan farklı zamanlarda yaptığım ziyaretlerimde ona ben getirmiştim. Sanat zevkimin yıllar içerisinde ne şekilde evrildiğini ve baba-kız ilişkimizin, sanata olan ortak tutkumuzla nasıl harmanlandığını hatırlatıyorlar. Hemen orta rafta, Muhsin Kut’un ince bir kitabı dikkatimi çekiyor. Kitabı raftan alıp Kut’un giriş sayfasında babama yaptığı ithafını okuyorum: Boş zamanlarında konsolos olan gerçek ressam dostum Yüksel Tamtekin’e.  

Kitaplığın en alt rafında babamın caz LP’leri dikkatimi çekiyor. Eğilip sırayla John Coltrane, Thelonious Monk ve Chick Corea’ya ait albümlere göz atıyorum. Çocukluğumda evde pek sık duyduğum hararetli doğaçlama, bir an için kulaklarımda çalıyor.

Türkiye’de caz müziğinin öncüleri olan pek çok müzisyenle aynı sahneyi paylaşmış

Babam gençliğinde tam bir caz tutkunuymuş. Amerika’nın en avangard cazını, Türkiye’de 1942’de yayın hayatına başlayan Amerika’nın Sesi radyosundan takip edermiş. Mülkiye’de Hariciye bölümüne devam ederken saksafon çalmaya başlamış ve Ankara’da çeşitli caz gruplarıyla çalmış: Nota okumayı hiçbir zaman öğrenmeden, kulaktan çalarak.  Sonraları, saksafon onu sık sık nefesiz bıraktığından (astımı olduğunu yıllar sonra öğrenecektir) flüte geçmiş. Babam, ilerleyen yıllarda Türkiye’de caz müziğinin öncüleri olarak sayılacak pek çok müzisyenle aynı sahneyi paylaşmış; bunlardan birisi de meşhur davulcu Erol Pekcan olmuş.

1950’lerde ünlü Amerikalı caz trompetçisi Dizzy Gillespie orkestrasıyla Türkiye’ye geldiğinde babam onunla tanıştırılan yerel caz müzisyenleri arasındaydı. Fotoğrafta babam Dizzy Gillespie ve Türkiye’nin ilk caz müziği yorumcusu, ses sanatçısı Sevinç Tevs’le Ankara’da

Caz müziği, resim yapma rutininin önemli bir parçası haline geldi

Babam 1955’te Dışişleri Bakanlığına girdiğinde bu tarz etkinliklerinin bakanlık mensupları için yasak olmasından dolayı canlı sahne performanslarına son vermek zorunda kalmış. 1980’lerde ben henüz küçük bir kızken, elinde flütüyle, pikaptan yükselen bebop caz müziğine eşlik edişini hayal meyal hatırlıyorum. Ancak seneler geçtikçe ve resim iyiden iyiye esas meşguliyeti haline geldikçe bu tarz doğaçlamaların seyri gitgide azaldı ve en nihayetinde babam, başladığı noktaya, yani çok hevesli bir caz dinleyicisi olduğu günlere geri döndü. Caz müziği, resim yapma rutininin önemli bir parçası haline geldi. Onun diplomatik görevi, bizi Avrupa kıtasında ve ötesindeki ülkelere götürdükçe yaşayacağımız farklı evlerdeki stüdyoların duvarlarından caz notaları yankılandı. Ancak müzisyen olduğu zamanlar onu hiçbir zaman tümüyle terk etmemiş olacak ki, 80’lerindeyken caz müziğini icra eden müzisyenleri resmettiği ufak resimler serisini üretir.

Yüksel Tamtekin, İsimsiz (Caz Müzisyenler Serisi), 2011, kâğıt üzerine akrilik, 29 x 44 cm

1970’lerin sonunda Ankara’da Lütfü Günay’ın stüdyosuna gitmeye başladı

1967 yılında Budapeşte’de Türk elçiliğinde görevliyken, Macaristan Güzel Sanatlar Akademisi’nde akşamları düzenlenen resim derslerine bir yıl boyunca devam etti. Ancak babamın resme olan merakı, 1970’lerin sonunda, biz Ankara’da yaşarken yeniden canlandı. Hafta sonları Lütfü Günay’ın stüdyosuna gitmeye başladı ve oradayken malzeme olarak elinin çok yatkın olduğu yağlı pastel boyayla peyzaj ve gecekondu manzaraları resmetmeye yöneldi.

Babam için, sanat üretimi, kısa zaman içinde hayatındaki pek çok şeyin önüne geçti. Bazen öğle aralarında, sırf yarım kalan bir resmin üzerinde çalışmaya devam etmek için apar topar ofisten çıkıp eve dönerdi. Evde olduğu vakitleri de çoğunlukla stüdyosunda geçirirdi. Yeni bir eser ortaya çıkardığında ya da resimde tatmin edici bir aşamaya geldiğindeyse – ışıl ışıl parlayan gözleri ve şakaklarından akan terlerle – babam beliriverir ve annemle beni, evde kız kardeşim, ağabeyim ya da ablalarım varsa onları da, stüdyosuna çağırırdı. Orada hepimiz resmin kompozisyonunu, renk düzenini ve hissiyatı üzerine konuşmaya dalardık.

Diğer sanatçılarla kurduğu dostluklar onun için fevkalade önemliydi

Aile gezilerimiz, babam tarafından organize edildiğinde onun sanat meşgaleleri etrafında dönerdi. Uzak semtlerdeki dükkânlarda, zar zor temin edilebilen sanat malzemelerinin alışverişine ya da gecekondu mahallelerinde veya kırsal bölgelerde eskiz yapmak için sanatçı arkadaşlarla gerçekleşecek buluşmalara biz de dahil edilirdik.  Diğer sanatçılarla kurduğu dostluklar onun için fevkalade önemliydi. Evdeyken çoğunlukla kendi başına kalır, derin hülyalara dalardı. Ama keyfinin yerinde olduğu anlarda son derece eğlenceli ve esprili olabilirdi, bazen de bir anda tepesi atıverirdi.

Babam Muhsin Kut ile eskiz yaparken, Sidney, 1983

Sidney’de ressam Muhsin Kut’la tanıştı

Babam, Sidney’de Başkonsolos olarak görev yaptığı dönemde (‘81 ile ‘85 yılları arası), oranın tanınmış ressamlarından, ülkenin sanatsal tarihine kıymetli katkılarda bulunmuş Boyd ailesine mensup olan David Boyd ve Robert ‘Bob’ Dickerson ile yakın bir dostluk kurdu.  Ayrıca burada ressam Muhsin Kut’la da tanıştı; o zamanlar büyük ekonomik sıkıntılardan dolayı fabrikalarda çalışmak zorunda kalan Kut, 1986’da Türkiye’ye döndükten sonra resimleriyle büyük beğeni topladı ve kayda değer bir ticari başarı da elde etti.

Yüksel Tamtekin, Çiftlik, 1984, kâğıt üzerine yağlı pastel, 53 x 62 cm

“Tamtekin’in çeşitli peyzajlara içsel bir bakış açısını nasıl uyguladığı ilginçtir”

Avustralya’nın babamın üzerindeki tesiri çok büyük oldu. Oradaki arazilerin uçsuz bucaksızlığı onu, kendi sınırlarından kurtarıp özgürleştirdi. Babam daha büyük ebatta işler yapmaya başladı, peyzajları klasik bir yaklaşımdan ziyade daha akıcı ve yaratıcı, renk kombinasyonları ise daha büyüleyici olmaya başladı. Sidney’de açtığı iki kişisel sergisindeki eserlerin nerdeyse tamamı satıldı. ‘Pembe Vadinin Beyaz Papağanları’ adlı resmi, bu sergilerin birinde anında satılan çalışmaları arasındaydı.

Yüksel Tamtekin, Pembe Vadinin Beyaz Papağanları, 1984, kâğıt üzerine yağlı pastel, 53 x 62 cm

İlk sergisi Avustralya’nın en saygın sanat eleştirmenlerinden biri olan Elwyn Lynn tarafından incelendiğinde eleştirmen, babamın resimlerinin “farklı ruh hallerinin çağırışımı” üzerine olduğunu öne sürdü.

“Tamtekin’in çeşitli peyzajlara içsel bir bakış açısını nasıl uyguladığı ilginçtir,” yorumunda bulunan Lynn, babamın kompozisyonlarındaki çit ögesi hakkında da şunu söyledi: “O Avustralya’daki peyzaj ve kent manzaralarında …çitin sık kullanımını fark etmiş. ‘Düşen Dal’ adını verdiği çalışmasında zikzak şeklindeki bir çit basit bir peyzaja canlılık katıyor. ‘Arka Bahçe’ ve ‘Çit’ adlı çalışmalarındaysa direkler ve çitler bir arada görünüyor; yalnız bir çit, pervasızca bir coşkunlukta salınan mısır tarlasını resmeden enfes bir pastelde öne çıkıyor.”

1983 yılında babamla birlikte yerel bir gazete için röportaj veren ressam Robert Dickerson da şu yorumda bulundu:

“Yüksel çok yetenekli, taze bir vizyona sahip olan değerli bir ressam. Onun bu ülke ve buranın doğası hakkında söyleyeceği şeyler var. Eğer diplomat olmak istemezse yaşamına burada sanatçı olarak devam edebilir.”

Babam (ortada) Avustralyalı ressamlar David Boyd (solda) ve Robert Dickerson ile babamın Sidney’de 1984’te Wagner Galerisi’nde ‘Memories of a Landscape’ adlı kişisel sergisinin açılışında

Diplomatlık kariyerini sonlandırmayı göze alamadı

1984’te Sidney’de düzenlenen ‘Önde Gelen Avustralyalı Sanatçılardan Oluşan Karma Sergisi’nde, Pro Hart, Reinis Zusters, Arthur Boyd, Charles Blackman gibi ünlü yerel sanatçıların yapıtlarının yanında babamın ‘Kuzeye Doğru, Bondi Plajı’ adlı çalışması da yer aldı. Sidney’den ayrılmadan önceki son yılımızda, babamın yeni çalışmalarını satın alabilmek için koleksiyonerler evimize geliyordu. Babam artık ne sadece amatör bir ressamdı ne de hobi olarak resim yapan bir diplomat. Avustralyalı dostlarımız babamın görevinden istifa edip Sidney’e yerleşmesini önerdi. Hatta bunu mümkün kılabilmek için New South Wales eyaleti başbakanı bize Avustralya oturum vizesi teklifinde bulundu. Ancak elli beş yaşına basmak üzereyken ve henüz geçindirmesi gereken genç bir ailesi varken babam, kendi vatanından bu kadar uzak bir yerde kalıcı olarak kök salmayı ve ona düzenli bir gelir sağlayan ve emeklilik maaşı vadeden diplomatlık kariyerini sonlandırmayı göze alamadı. Babam, resimlerine olan ilginin azalması durumunda, ülkesinden kilometrelerce uzak, dünyanın bir ucunda ailesiyle biçare halde, maddi zorluklarla cebelleşmek zorunda kalan sanatçılardan birine dönüşeceği ihtimalinden endişe duydu.

Avustralya’ya yerleşmemek hayatının en büyük pişmanlığı oldu

Biz Avustralya’dan ayrıldıktan sonra babam Türkiye’de çok sayıda kişisel sergi açtı, bunları Yunanistan ve Avusturya’daki sergileri de izledi. Aralarında bazıları ilgi gördü ve olumlu eleştiriler aldı. Ancak Avustralya’da elde ettiği başarıyı bir daha hiçbir zaman elde edemedi. Babam oraya yerleşmememizin hayatının en büyük pişmanlığı olduğunu ilerleyen yıllarda bana sık sık dile getirecekti.

Babam Yanık Kıyı serisinden çalışmalarıyla Ankara’daki evimizde, 1987

Gelibolu ve ‘Yanık Kıyı’ serisi

1985’in yazında Türkiye’ye döndüğümüzde, annemle babam Çanakkale’ye yirmi kilometre uzaklıkta olan tatil kasabası Güzelyalı’da bir yazlık ev satın aldı. Marmara Denizi’nin Ege’yle buluştuğu, Çanakkale Boğazı’na bakan, denize sıfır, tek katlı bir evdi bu. Babamın bu evin terasında sessizce oturup uzaktaki Gelibolu’yu saatlerce seyredişi geliyor gözümün önüne. On bir yaşındaki bir kız çocuğu olarak, onun bu davranışına o zamanlar pek mana verememiştim; halbuki bu anlar onun ‘Yanık Kıyı’ serisine büyük ilham olacaktı. Bu kıyılar piknikçiler ve kamp yapmaya gelenlerin sebep olduğu orman yangılarından dolayı her yaz daha da çoraklaşıyordu. 1987’de ‘Artist Plastik Sanatlar Dergisi’ne verdiği söyleşide babam şöyle demişti:    

“İlk önceleri, uzaktan bir leke gibi görüyordum bu kıyı şeridini. Yalnız orayı düşünür olmuştum. Bu leke içimden atamadığım bir merak konusu olmuştu adeta. Bir aile dostumuzun motoru ile gittik sonunda. Ne kadar hayranlık duyduğumu dile getirmek güç.”

Bu dönemde babam, yağlıboya, akrilik ve karışık tekniğe geçiş yapmıştı ve sadece yağlı pastelle çalıştığı günler artık onun için geride kalmıştı.

 Yüksel Tamtekin, İsimsiz (Yanık Kıyı Serisi), 1987, kâğıt üzerine karışık teknik, 42 x 59 cm

“Resimleri doğa soyutlamasına dayalı bir tekniğin ürünleridir”

Doğayı üç yatay düzleme indirgediği ‘Yanık Kıyı’ serisi, onun için soyutlamaya doğru çok önemli bir adımdı. Babamın Sidney dönüşü Ankara’da gerçekleşen ilk kişisel sergisini yorumlarken ünlü sanat eleştirmeni Kaya Özsezgin onun, “resimdeki değerleri bilinçle üstlenen bir sanatçı” olduğunu ve çalışmalarının “doğa soyutlamasına dayalı bir tekniğin ürünleri” olduğunu belirtmişti.  Özsezgin’e göre, onun boyayı inceltmek için kullandığı özel metotlarla elde ettiği zevkli dokular, resimlerinde “özgün baskı izlenimini yaratmakta” ve “yalın ve duru bir şiirselliğe” yol açmaktaydı.

Her yaz, güneşin, ayın ve hava durumunun sürekli farklılaşan etkileriyle Gelibolu’nun yanık kıyıları gözlerimizin önünde değişime uğruyordu. 1990’larda bu kompozisyonların boyutları küçülerek, karanın, gökyüzünün ve denizin, hem hayali hem de gerçek renk kombinasyonlarına nasıl bürünebileceğini inceleyen, minyatürvari çalışmalara dönüştü. 2000’lerden itibaren ise yalnızca kara ve gökyüzünden ibaret hale gelerek, resme dair yeni jestler ve tekniklerle doğanın soyutlamasını keşfetmek için verimli bir zemini haline geldiler.

Yüksel Tamtekin, İsimsiz (Yanık Kıyı Serisi), 1991, kâğıt üzerine karışık teknik, 15 x 14 cm

1992’de Türkiye en iyi ressamlarından birini kaybetti

1980’lerin sonunda babam, Ankara’nın meşhur galerilerinden biri olan Siyah Beyaz’da bir sergi açtı ve bu galeri vasıtasıyla, kendine özgü şiirselliğe sahip, samimi portreleriyle tanınan Burhan Uygur’la da arkadaş oldu. Ne zaman Ankara’daki evimizi ziyaret etse Uygur bizi eksantrik davranışlarıyla eğlendirirdi – bir keresinde sabahın onunda annemden bir bardak viski istemişti.

1991 yılında babamın son diplomatik görevi olan Bregenz Başkonsolosluğu sebebiyle Türkiye’den ayrılıp Avusturya’ya gittik. Ertesi yıl Uygur geçirdiği trafik kazası sonrası beyin kanamasından öldüğünde babam kahroldu; sadece çok sevdiği bir dostunu değil, aynı zamanda Türkiye’nin en iyi ressamlarından birini kaybettiğini düşünüyordu.

1995 yılında babam emekli olarak diplomatik kariyerini sonlandırdı ve annemle babam İstanbul’a yerleşti. Babam artık 65 yaşında, tüm zamanını nihayet sadece resim yapmaya adayabilecek olmanın sevinci içerisindeydi. Ben de bir yıl öncesinde eğitim için Londra’ya gitmiştim, yavaş yavaş orada kendi hayatımı kurmaya başlamıştım.

Ne zaman İstanbul’a gelsem babam bana son yaptığı resimleri gösterirdi

Seneler içinde, başlarda epey hassas bir kızken, sonra asi bir ergene, ardından özgür ruhlu genç bir kadına dönüştüğümde, babamla ilişkim hep inişli çıkışlı olmuştu. Buna rağmen aramızda ne kadar gerginlik olsa da ben ne zaman İstanbul’a gelsem en sevdiğimiz ritüeli gerçekleştirirdik: Babam beni stüdyosuna götürür, son yaptığı resimleri gösterirdi ve sanatının hangi yöne evrildiğini birlikte konuşurduk. Resimlerine dikkatle dahil ettiği soyut öğelerden sık sık övgüyle bahsederdi. Böyle zamanlarda ona kendisini tutmamasını önerirdim.

Yüksel Tamtekin, İsimsiz, 1997, kâğıt üzerine karışık teknik, 30 x 42 cm

“Nadir görülen renk estetiklerini mest eden bir atmosferle harmanlayan sanatçı”

Belki benim etkimden dolayı ya da daha yüksek bir olasılıkla, sanatının doğal olarak çizeceği yol nedeniyle, 1990’ların ikinci yarısında babam bir dizi rüya gibi soyut resimler yaptı. Bu resimlerde renkler ve şekiller kendiliğinden bir akışla iç içe geçmekteydi. Tıpkı doğaçlama caz gibi bunlar da bir anlık hevesle yapılmış gibi dursalar da, ne kadar ufak olursa olsun, her lekenin, her jestin kompozisyonda bir amaç taşıdığının bilgeliğine de sahiptiler.  Bu eserler, 1999 yılında sergilendiklerinde İstanbullu koleksiyonerler ve sanat eleştirmenleri tarafından çoğunlukla görmezden gelindi; yalnızca İrlandalı gazeteci Molly McAnailly Burke bu çalışmalara kayıtsız kalmadı. ‘Güzel Düşler Kuran’ (The Beautiful Dreamer) başlıklı eleştiri yazısında şöyle demişti:

“İstanbul’daki sayısız sanat galerisinin alışılmış tarzda tasvirlerden veya ‘klasik soyut’ işlerinden sıkılanlar için Yüksel Tamtekin’in hayal dünyasına bir yolculuk, eşsiz bir deneyim sunacaktır.  Nadir görülen renk estetiklerini mest eden bir atmosferle harmanlayan bu sanatçının yaptıkları genç çağdaşlarının çoğunda görülebilen bir şey değil … Paletindeki renkler, özellikle mavinin tonları oldukça etkileyici, bazı eserlerinde belli belirsiz insan ve hayvan imgeleri görmek de mümkün ama bunlar ancak çocukluktan veya derin bir uykudan kalan gölgeler gibi, resimlerinde sadece hayal meyal hatırlanan, bir varlığın puslu özü olarak yer alıyorlar.”

Yüksel Tamtekin, İsimsiz (Yanık Kıyı Serisi), 2013, tuval üzerine akrilik, 38 x 38 cm

Son dönemlerinde renk hususunda daha deneysel ve cüretkâr davrandı

Babamın son dönemlerinde, soyutlama onun sanat pratiğindeki öncellikli yerini korumaya devam etti ancak neredeyse kompozisyonlarının tamamı peyzaja dair öğeler içerdi. Herhangi bir ‘leke,’ resmin neresinde bulunduğuna bağlı olarak bazen bir bulutu, ya da bir ağacı veya doğada yapayalnız bir figüre çağrışım yapabilirdi.  

2000’lere geldiğindeyse eserlerinde ara sıra uçurtmalara yer verdi ve renk hususunda daha deneysel ve cüretkâr davrandı. 2010’dan sonra görsel dili daha sade bir hal aldı. Kompozisyonlar bilinçli olarak merkezden kaydırıldı; renkler ise daha yoğun şekilde uygulandı.

Yüksel Tamtekin, İsimsiz, 2020, kâğıt üzerine akrilik, 43 x 53 cm

2012 yılında babam 22. ve son kişisel sergisini açtı. Bundan sonrasında birisi ne zaman bir tane daha açmasını teklif etse, yeni bir sergi açacak gücünün kalmadığını söylerdi ki bu konuda haklıydı. Spor ya da egzersiz yapan biri olmamıştı hiçbir zaman, yürüyüş yapma alışkanlığı bile kazanamamıştı; bunları stüdyodaki değerli zamanına yapılan müdahaleler olarak görürdü hep.

Artık önemli parçası, içindeki sanatçı, sonsuza dek yitip gitmişti

‘80’li yaşlarının ortalarında nadiren evden çıkardı. Çıkmak zorunda kaldığında da astımı olduğundan nefesi çabucak kesilir, çelimsizce hareket ederdi. 60’lı yaşlarının başında nihayetinde sigarayı bırakmış olsa da uzun yılların sigara tiryakiliği akciğerlerinde geri dönüşü olmayan hasara neden olmuştu. Bir dizi göğüs enfeksiyonu sonrasında KOAH teşhisi konuldu. Bütün bunlara rağmen sanatsal uğraşları onun hayatındaki daimî önemini korudu ve stüdyosundaki günlük çalışmalarına devam etti.

2020’deki 90. doğum gününden birkaç ay sonra babam fark edilebilir derecede hafıza kaybı yaşamaya başladı, kafasının karışmasından şikâyet eder oldu. Nöroloğa göründüğünde erken dönem Alzheimer teşhisi konuldu. Babam birkaç hafta sonra birdenbire resim yapmayı bıraktı; artık önemli parçası, içindeki sanatçı, sonsuza dek yitip gitmişti.

Yüksel Tamtekin, İsimsiz, 2005, kâğıt üzerine karışık teknik, 34 x 28 cm

Babam hassaslığını ve hayata olan tutkusunu resimleriyle ifade etti

Son birkaç yıldaki her ziyaretimde durumunun yavaşça ama istikrarla gerileyişini fark etmiştim. İstanbul’a son gelişimde yan odaya bile bastonuyla zar zor gidebiliyordu ve konuşmakta güçlük çekiyordu.

Babam hassaslığını ve hayata olan tutkusunu resimleriyle ifade etti. 1989 yılında Rodos’taki sergisinde arkadaş olduğu, şimdilerde emekli dilbilimci ve sanat âşığı Prof. Eleni Skourtou, babam hakkında bana yakın zamanda şunları söyledi: “Aklından neler geçtiğini bilmek pek kolay değildi ama iş sanata gelince hoşsohbet biri olurdu.” Babam böyle olmayı sürdürdü ama yaşlanmak onu farklı açılardan önemli ölçüde değiştirdi; başkalarını daha çabuk kabullenir ve çocuklarına olan sevgisini daha açık bir şekilde gösterir oldu.

Son kez başucuna gittiğimde gözlerini açıp bana bakıyor. Burada bulunduğum günlerde beni hâlâ tanıdığından tam olarak emin olamadım. Fakat gözlerinde beliriveren o samimi bakış, benim, onun için hâlâ tanıdık bir sima olduğumu ima eder gibi. Öğleden sonra Londra uçağına yetişmek zorundaydım ve bir an önce havalimanına doğru yola çıkmam gerekiyor. Vedalarla aram hiçbir zaman iyi olmamıştır; bilhassa bu veda bir istisna olmayacak.

Babam Yüksel Tamtekin, 2 Temmuz 2024 tarihinde 94. doğum gününde hayatını kaybetti. Ancak o resimlerinde yaşamaya devam edecektir. Benim içinse her daim Güzel Düşler Kuran Babam olacaktır.


Bu yazı ilk olarak Cornucopia Magazine’in 67. sayısında İngilizce olarak yayımlandı. 

Selin Tamtekin kimdir?

Selin Tamtekin, Oslo’da doğdu. Diplomat ve ressam Yüksel Tamtekin’in kızıdır. Babasının Dışişleri Bakanlığı’ndaki görevi süresince ailesiyle birlikte Norveç, Almanya, Avustralya, Yunanistan ve Avusturya’da bulundu. 

1994 yılında Londra’ya göç eden yazar, 2003 yılında University College London (UCL) Sanat Tarihi bölümünden mezun oldu. 2004’te Sotheby’s Institute of Art’da Çağdaş Sanat üzerine mastırını tamamladıktan sonra bir süre Londra’da sanat sektöründe görev aldı. 

2007 yılında Deniz Goran takma adıyla kaleme almış olduğu Türk Diplomatın Kızı adlı ilk romanı ilk Britanya’da yayımladıktan sonra, haftalarca en çok satanlar listesinde kaldığı Türkiye’de, ve ardından Almanya, İtalya, Yunanistan ve Tayvan’da yayımlandı. 

Halen Londra’da ikamet eden yazarın sanat dünyasında geçen ve Gezi Park protestolarını da konu alan ikinci romanı The Fugitive of Gezi Park, yine Deniz Goran adı altında, 2023’te Britanya’da yayımlandı.  Romanın Türkçe edisyonu, Sen Benle İstanbul Benimle 2024’te Türkiye’de yayımlandı.