Pelin Batu

09 Aralık 2021

Okulda sıradan bir gün

Keyfi düzen ne zaman düşecek bilinmez, ama bundan hepimizin ama hepimizin darbe aldığı, yaralandığı, ülke olarak kaybettiği aşikâr. Bu bağlamda, zamanın rüzgarına göre dönmeyen insanların varlığı bana güç vermeye devam ediyor, edecek

Boğaziçi Üniversitesi benim için lisans, yüksek lisans ve doktoramı tamamladığım bir okuldan ibaret olmadı hiçbir zaman. Aile gibi gördüğüm kıymetli hocalarım, kendimi evde hissettiğim arkadaşlarım, güzelim kedileri ve köpekleriyle rahat nefes alabildiğim bir kurtarılmış bölge anlamına geldi. Benim okulum, ülkemizin içine saplandığı karanlığa karşı bana her daim umut vermiş, hür ağaçlarının altında cesur yeni dünyaları doğuran bir Matrix'i simgeliyordu. O yüzden de okula sık sık gider, kütüphanesinde çalışır ve Tevfik Fikret'in bahçesinde zamanın akışını ve duruşunu sisleri üzerinden yudumlarım... dım... Ta ki 2 Ocak 2021 tarihine kadar.

Son bir sene yurt dışında olduğum için okulumuzda süregelen adaletsizliği, öğrenci ve akademisyenlerine reva görülen baskı ve şiddeti, öğrencilerimizin hukuksuzca tutuklanışını dehşet ve üzüntü ile takip ettim. Çok değerli hocalarımızın okulda persona non grata ilan edilip okuldan atılmaları ve kampüsten men edilmelerini kabullenemedim. Bir: Okulumuza bu kadar emek vermiş insanlar ne hakla tecrit edildiler? İki: Nedenini açıklamaya tenezzül bile etmediler. Bu soruları defalarca dillendirdim. Bunlara, "Bizden neden bu kadar korkuyorlar? Bizi neden bir tehdit unsuru olarak görüp yaftalıyorlar? Ülkesini seven, burada yaratıcı, ufuk açıcı, düşündürücü ve dönüştürücü bilim ve sanat üretmeye çalışan parlak insanlara neden düşman gibi davranıyorlar" gibi sorular da eklendi. İçimdeki adalet ve etik arayışı bir çığlığa dönüştü, büyüdü. Belki bu soruları sormak beyhude; bu konuda arkeolojik ve ontolojik kazı yapmanın da anlamı kalmadı. Yine de sormadan edemiyorum. Bu vicdansızlık ve haksızlıklar silsilesi içimi acıtıyor.

Derken geçen hafta Boğaziçi'nde çok sevdiğim bir sınıf arkadaşım beni arayıp Can Candan hocanın 'Duvarlar-Mauern-Walls' belgeselinin gösterileceği bir programdan önce "Duvarlar ve Sınırlar" başlıklı bir panelde konuşma yapmaya davet etti. Konferans Tarih, Sosyoloji, Türk Dili ve Edebiyatı, Avrupa Çalışma Merkezi ve İnsani Gelişme Merkezleri tarafından düzenleniyor, birbirinden değerli hocalar ve yazarların katılımıyla göç ve ötekileşme gibi kavramları tartışmamız için zemin yaratılıyordu. Ne kadar heyecanlandım anlatamam! Sanki bir çocuğun yuvasına dönüp hayatının performansını sergilemesi anlamına geliyordu. Bu kadar yıldır Avrupa Parlamentosu'ndan tutun Cumhurbaşkanlığı'na kadar pek çok yerde konuşma yapmış olan bendeniz hiç gerilmemiştim. Ama bana ilham vermiş hocalarımın önünde konuşma fırsatının doğması, üstelik böyle kırılgan ve acımasız bir zamanda, paha biçilmezdi.

Oturdum ve konuşmamı inşa etmeye başladım. Daimi öteki olan kadın üzerine iki sene önce okulumuzda bir dizi seminer vermiştim - o derslerimin ve yazdığım kadın biyografilerin ışığında tarihte ve sanatta kadının nasıl bir sınır ve sınırsızlığın içinde okunduğunu anlatacaktım. Konuşmama son noktaları koyduğum esnada bir e-posta düştü. Bizlere tuhaf bir mail ile Can Candan ve Feyzi Erçin hocalarımızın okula girmesine izin verilmediği söyleniyordu. Bu durumda bizlerin kürsüye çıkıp konuşma yapması tabii ki düşünülemezdi. Dolayısıyla, konferansımız ölü doğdu.

Konferansımız iptal edilmiş olabilir ama 3 Aralık Cuma günü okulda hocalarımızın nöbetine destek vermek için yola koyuldum. Neyse ki sınıf arkadaşım ile kapıda buluşup Güney Kampüse girmişim çünkü girişte bin bir soruya maruz kalıp konferansa davetli olmama rağmen türlü zorluklarla içeri girdik. Turnikesiz döneminde okumuş bir öğrenci olarak okula giriş çıkışlarımızın engellendiği, keyfiyetin bir norma dönüştüğü Kafkaesk bir diyarda sanki gizli bahçem benden çalınmış olduğunu hissettim. Kampüse indiğimde gördüğüm sahne beni hem duygulandırdı, hem öfkelendirdi. Hocalarımız aylardır "kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz" diye orada birlik olmuş, demokrasi ve adalet arayışlarını sürdürüyorlardı. Onlarla birlikte sırtımızı rektörlüğe dönüp sivil itaatsizliğin parçası olmak ne kadar güzeldi, anlatamam. Sonra Can ve Feyzi hocaların bedenen olmasa da sesleriyle aramıza katılmaları da çok ironik ve manidar oldu. Konferansımızı gerçekleştiremesek de bir araya gelmiş olmak önemliydi. Ama tam o sırada okulumuzun eski mezunlarından Kadir Has Üniversitesi'nin dekanlarından Erinç Yeldan'ın okula alınmadığı haberi geldi. Anlayacağınız keyfi kararlarla kimimize izin veriliyor, kimimiz de kendi okulumuza sanki kanunsuzca giriyormuşuz gibi hissediyorduk.

Eskiden arabaların bile park etmesine izin verilmeyen Güney Kampüs'teki göbekte bir minibüs dolusu karalara bürünmüş polis ve okulun her yerinde volta atan çevik kuvvet güçlerinin arasından geçerek 68 Paris'inden Daniel Ortega'nın Nikaragua'sına giriş yapmış gibiydik.

Keyfi düzen ne zaman düşecek bilinmez, ama bundan hepimizin ama hepimizin darbe aldığı, yaralandığı, ülke olarak kaybettiği aşikâr. Bu bağlamda, zamanın rüzgarına göre dönmeyen insanların varlığı bana güç vermeye devam ediyor, edecek. Malcolm X, "Herhangi bir yerdeki adaletsizlik, her yerdeki adalete tehdittir" demiştir. Boğaziçi Üniversitesi'nde süregelen adaletsizlik, hepimize yapılan bir haksızlıktır, tehdittir. Ben bir kez daha "Kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz" diyerek sözlerimi sonlandırıyorum. Ayrıca, bir kelime daha eklemek istiyorum, "korkmuyoruz."