Ogan Yumlu

05 Nisan 2020

Covid-19 ve toplumsal yaşam

Tüm bu insanlar olağan dönemde acaba toplumun ürettiği zenginlikten adil bir pay alıyor muydu ki bu olağanüstü günlerde fedakarlıkta bulunmalarını hakkaniyetli bir biçimde onlardan talep edebilelim?

İnsan iki farklı düzlemde aynı anda varolan bir tür. Bir yanıyla insan, etten ve kemikten oluşmuş, diğer canlılardan pek de farkı olmayan biyolojik bir varlık. Bu düzlemdeki insan katı bir biçimde doğa yasalarına tabi. Örneğin yaşamak için yemek yemeli, damarlarında belirli bir oranda kan dolaşmalı, vb. Diğer düzlemde ise insan kendisinin içerisinde yaşayacağı toplumsal kuralları kendisi oluşturan özerk bir varlık. Tarihin farklı dönemlerinde farklı toplumsal düzenler kurabilmiş, sonra bu yapıları yıkmış, değiştirmiş ve yerine başkalarını inşa etmiş. Bu iki düzlem arasındaki ilişki felsefecilerin ve sosyal bilimcilerin üzerine uzun uzun kafa yorduğu bir konu. Örneğin Kantçı gelenek ikinci düzlemi, yani özerk bir varlık olarak insanı merkezine almış ve birinci düzlemi büyük oranda göz ardı etmiştir. Davranışçı gelenek ise birinci düzleme odaklanarak insanı biyolojik yönleriyle açıklamaya çalışmış ve bilinç sahibi, kültürel bir varlık olarak insanı yadsımıştır. Elbette her iki düzlem arasındaki ilişkiyi kurmaya çalışan yaklaşımlar da var. Örneğin Marksist gelenek, biyolojik ihtiyaçları karşılamayı amaçlayan üretim ilişkilerinin aldığı farklı biçimlerin toplumsal düzeni nasıl şekillendirdiğini ortaya koymaya çalışır.

Covid-19 pandemisi sebebiyle son dönemde yaşananlara baktığımızda, insan varoluşunun bu iki düzlemi arasındaki ilişkiyi tekrar düşünebilir ve şu tespitlerde bulunabiliriz. Birincisi, tüm bu yaşananlar insanın kendi yarattığı toplumsal düzenin, insanın biyolojik yapısına ne kadar bağımlı olduğunu bize çarpıcı bir biçimde tekrar gösterdi. Biyolojik düzlemde yaşanan bir sorun çok kısa bir sürede toplumsal yapının (ekonomik, kültürel, sosyal yaşamın) radikal bir biçimde dönüşmesine neden oldu. İnsan büyük bir yaratım gücüne sahip özerk bir varlık olmasının yanısıra, doğa yasalarına sıkı sıkıya bağımlı bir canlı olduğunu ve bunun yarattığı sınırlılığı fark etti. Bu belki de insanın hem kendi biyolojik doğasıyla, hem de içerisinde yaşadığı dünya ile tek taraflı bir tahakküm ilişkisi kurmak yerine onunla bir uyum aramasına neden olabilir. İkinci tespit, her iki düzlemin de kırılganlığına dair.

Biyolojik düzlemde insanın kırılganlığını günlük hayatta kendimize sık sık unutturmaya çalışsak da, her yaşadığımız hastalık, her yaşanan ölüm bu kırılganlığın kaçınılmazlığını bir biçimde bize hatırlatıyordu. İnsan yaşamı, küçük bir tümör ya da küçük bir pıhtı ile her an sona erebilecek bir kırılganlıkta. Oysa diğer düzlemde toplumsal yapının katılığı ve değişmesinin zorluğu vurgulanagelmekteydi. Ekonomik ve politik düzeni daha iyi bir yöne doğru dönüştürme çabaları gerçeklikten uzak görülmekteydi. Son birkaç haftadır ise bir virüs, değiştirilmesinin neredeyse imkansız olduğu varsayılan o toplumsal yapıyı kökünden sarstı; hem de yalnızca birkaç ülkede değil, tüm dünyada. Sınırlar kapatıldı, uçuşlar durdu, ekonominin hızı hiç düşmeyen çarkları yavaşladı, durma noktasına geldi. Böylece toplumsal düzenin de kırılganlığı gözler önüne serilmiş oldu.

Üçüncü tespit insanın kendi inşa ettiği o kırılgan toplumsal düzenin içeriğine dair. Karantina sürecindeki insanların kendi yaşamlarına dair sorgulamada bulunmaya vakti olacağına ve bu sorgulamanın sağlayacağı faydaya son dönemde epey değinildi. Ancak benzer bir sorgulamanın toplumsal yaşam ve toplumsal düzen hakkında da yapılması gerekliliğine aynı oranda değinilmedi.

Bu dönemde öne çıkan bir toplumsal dayanışma talebi olduğu görülüyor ve bu son derece yerinde. Toplumsal yaşamın en önemli direklerinden biri gerçekten de dayanışma. Ancak burada yeteri kadar vurgulanmayan nokta bu dayanışmanın adil bir düzen içerisinde yer almasının gerekliliği. İnsan dışındaki diğer bazı canlılarda da dayanışma olmasa da, dayanışma benzeri alturistik davranışlar gözlemleniyor. Ancak yalnızca insan bunun boyutlarını küçük bir grubun ötesindeki bir düzeye taşıyabiliyor. Yalnızca insan şehir, ülke ve hatta dünya ölçeklerinde dayanışma ve toplumsal düzen kurabilme yeteneğine sahip. Bunu mümkün kılan en önemli etkenlerden biri insanın kavramsal düşünebilmesi ve o toplumsal düzeni adalet kavramı üzerine inşa edebilmesi. Ailemiz, arkadaşlarımız gibi tanışıklığımız olan insanlarla dayanışmanın dinamiği ile birbirini tanımayan vatandaşlar arasındaki dayanışmanın dinamiği birbirinden farklıdır. İkincisinin, eşitlik ve adalet gibi soyut bir takım ilkeler üzerinde yükselmesini bekleriz. Kabaca belirtecek olursak, adalet toplumdaki herkesin toplumsal yaşamın ürettiği faydadan ve külfetten adil bir pay alabilmesini ve bu payın herkesin kabul edebileceği bir biçimde belirlenmesini gerektirir. Ancak böylesi bir adil yapı içerisinde vatandaşlardan o toplumsal düzenin devamına katkı sağlamalarını beklemek anlamlı olabilir. Dolayısıyla sağlığımızı korumak için evimizde kaldığımız şu olağanüstü günlerde hastanedeki sağlık personelinden, marketteki kasiyerden, fabrikadaki işçiden evlerinde kalmayarak topluma katkı sunmasını beklerken, onları dayanışmaya çağırırken, bu dayanışmanın içerisinde yer alacağı toplumsal düzenin dayandığı ilkeler üzerine de düşünmemiz gerekiyor. Tüm bu insanlar olağan dönemde acaba toplumun ürettiği zenginlikten adil bir pay alıyor muydu ki bu olağanüstü günlerde fedakarlıkta bulunmalarını hakkaniyetli bir biçimde onlardan talep edebilelim? Bu gibi sorular elbette yalnızca ülkemizi değil, tüm ülkeleri yakından ilgilendiren sorular. Şu an için, anlaşılır bir biçimde, öncelikle salgının insanın biyolojik yönünü etkileyen yönleri tıp uzmanları tarafından tartışılıyor. Ancak bir noktada, konunun toplumsal düzen ve toplumsal adalet boyutuna dair düşündürdüklerinin tartışılması gerekiyor. Salgının kırılganlığını gösterdiği toplumsal yaşamımızı böyle bir tartışma ekseninde yeniden ele almak ve daha adil bir biçimde yeniden inşa etmek bizim elimizde.