Eşinin bir arşiv çalışması nedeniyle kızım bir iki ay Belgrad’da; ben de geçen hafta doğumgünü için gittim. Yıllar önce bir AB projesi nedeniyle Novi Sad’a gitmiş, bir gün de Belgrad’a uğramıştım - aşinalık var biraz. Belgrad havaalanı küçük ve çok mütevazı; hele de bizimki ile karşılaştırınca arada dağlar kadar fark var. Çocukların evi Novi Beograd yani Yeni Belgrad’da. Büyük site apartmanların bulunduğu bu mahallenin inşasına 1948’de başlanmış; yani sosyalist dönemin ürünü. Ayni bizim Ataköy’ün ilk zamanlarına benziyor. 80-100 daireli bloklar ama bolca yeşil alan ve çocuk parkları var. Şehrin tarihi merkezine otobüsle 15 dakika. Belgrad’da bu yılbaşından itibaren otobüsler herkese ücretsiz olmuş, üstelik de inanılmaz bol. Tabii Uber benzeri bir sürü uygulama da var ama sanırım herkes otobüs kullanıyor zira taksi çağırınca anında geliyor.
İlk akşam Tuna Nehri kıyısında Michelin listesinden Comunale adlı bir İtalyan lokantasına gittik. Hava o kadar iyiydi ki dışarıda oturduk. Aslında mümkün olduğunca hep dışarda oturduk çünkü Belgrad’da bütün lokanta ve kafelerde sigara içiliyor maalesef. Otobüsten indiğimiz duraktaki bir duvarda devasa harflerle Sırpça bir slogan yazıyordu; daha sonra bunu şehrin çeşitli yerlerinde de gördüm. “Ordumuz tekrar Kosovaya girince…” demekmiş! Özellikle sondaki o üç nokta geçmiş göz önüne alındığında çok kaygı vericiydi.

Ertesi gün istikamet önce Kalemegdan, sonra eski şehir sokaklarında kaybolmaca. Kalemegdan Tuna nehri ile Sava nehrinin kavuştuğu yerde, ilk inşası antik çağlara kadar giden bir kale. Sonraları Bizans, Bulgar, Habsburg ve tabii Osmanlı orduları kaleyi ele geçirmiş ve katkılar yapmış. Şehir 1521 yılında Kanuni tarafından Osmanlı İmparatorluğuna dahil edilmiş ve arada 3 kez Habsburg İmparatorluğunun eline geçse de 1867’ye kadar Osmanlı egemenliğinde kalmış. Buna karşın Osmanlı eseri fazla değil çünkü bağımsızlıktan sonra Osmanlı izleri özellikle silinmeye çalışılmış. Aşağıda Kalemegdan’dan iki Osmanlı eseri: Defterdar Kapısı ile Sokollu Paşa çeşmesi ve Damat Ali Paşa Türbesi. Bu güzelim kalenin duvarından Tuna’ya doğru bakınca “aman tanrım” diyor insan: Tam kale duvarının dibinde, başka tarihi yapıların yamacında nehir kıyısını işgal eden devasa ve ucube bir lüks residans! Belli ki burada da kıyılar yağmalanmaya başlamış.

Kalemegdana veda edip bu kez Habsburglara yani şehrin tarihi merkezine doğru gidiyoruz. Araç trafiğine kapalı güzel sokaklardan, kafe ve lokantaların önünden Cumhuriyet meydanına doğru yürürken, pek çok kişinin Türkçe konuştuğunu fark ediyoruz. Gerçekten Türk turist kaynıyor burası. Hem vize yok hem de fiyatlar uygun olunca koşmuş gelmiş halkımız. Cumhuriyet Meydanına gelince gözlerim faltaşı gibi açılıyor çünkü meydanın tam ortasında kocaman “Balkanlardaki Tek Soykırım Sırplara Yapılandır” yazıyor! Sanırım bazı uluslar gerçekten hiç akıllanmıyor.
Aziz Sava kilisesine doğru yürürken bir lokantada öğle yemeği molası veriyoruz. Sahibi tatlı bir genç kadın ve iyi İngilizce konuşuyor. Cumartesi gününe hiçbir program yapmamamızı çünkü ülkenin her tarafından öğrencilerin katılacağı bir büyük miting olacağını söylüyor. Aslında protestolar 1 Kasımda Novi Sad’da bir tren istasyonunun çatısının çökerek 15 kişinin ölümüne sebep olmasıyla başlamış ve bütün ülkeye yayılmış. Zira hiçbir tatmin edici soruşturma ve açıklama yapılmadığı gibi çöken binayı yapan şirkete bir de metro ihalesi verilmiş. Ne kadar tanıdık! Kıyı yağmaları var gücüyle sürüyormuş. Yozlaşma ve tabii onunla birlikte otoriterleşme zaten insanları bunaltmış ve çöken çatı bardağı taşıran son damla olmuş.
Aziz Sava kilisesine şöyle bir göz atıp bir de mum yaktıktan sonra eve doğru yola koyulduk. Kolay değil tam 14900 adım atmışız; onun için hemen bir otobüse atladık. Otobüsten yarı yıkık bir bina gördüm – bombalanmış gibiydi. Meğer eski radyo televizyon binasıymış, Nato bombardımanı sırasında isabet almış ve içinde 15 sivil ölmüş. Savaşlar her zaman korkunç!
Akşam yemeği bu kez bir füzyon lokantada; adı Homa ve o da Michelin listesinde. Hem mekan çok hoştu hem de yemekler çok güzeldi. Michelin listesinde gezip duruyoruz zira bir veya iki antre, üç ana yemek, bir şişe şarap kişi başı 1500 lira civarında, İstanbul’da herhangi bir kebapçı fiyatı yani.
Cuma sabahı kahvaltı sonrası Yugoslavya Müzesine gittik. Tito’nun mozolesinin de bulunduğu bu müze 1870 -1996 arası dönemleri kapsıyor. Birinci Dünya Savaşı, Yugoslavya Krallığı’nın kuruluşu, İkinci Dünya Savaşı, Partizanların Mücadelesi ve Sosyalist Yugoslavya dönemlerine ait objeler, gazeteler, afişler, Tito’nun kişisel eşyaları, diğer ülkelerin/liderlerin hediyeleri gibi enteresan objelerin de sergilendiği bir müze. Türkiye’nin de Tito’ya bir hediyesi var sergilenenler arasında. Diğer ülkelerin hediyelerinden bayağı farklı doğrusu - Tito beğenmiş midir acaba ? Müze geniş ve çok bakımlı bir bahçe daha doğrusu bir park içinde; Tito’nun heykelinin yanı sıra alakasız bazı heykeller de var. Öğleden sonra da plan Tesla Müzesi ziyareti iken çocukların Zoom toplantısı çıkınca programı ertesi güne erteleyip eve dönüyoruz.
Akşam yemeği yine eski şehirde, yine Michelin listesinden Na Cosku. Ucuz bulunca acaip Michelenci olduk vesselam. Bu arada şehirde bir sürü insan bayrakla dolaşıyor, düdük çalıyor arabalar korna ile eşlik ediyor. Yemek yerken birden Pumpaj Pumpaj - pompala sloganları ile birlikte alkışlar düdükler duyulmaya başlandı. Hemen dışarı fırladım. Bir sürü genç insandan oluşan kalabalık bir kortej ellerinde bayraklarla yürüyor, sağlı sollu birikmiş halk da onlara tezahürat yapıyor. Hemen ben de tezahürata katıldım; hatta gençlerden biriyle ‘çak bi beşlik’ bile yaptım. Yemekten sonra eve gitmek için önce taksi çağıralım dedik, ne mümkün hiç araç yok. Otobüs durağına yürüdük, bekle bekle bizim otobüs gelmez. Meğer bu gençler ve daha pek çoğu başka şehirlerden gelen üniversite öğrencileri imiş. Bisikletlerle, motosikletlerle, kamyonetlerle gelmişler. Mümkün olduğunca halk desteğini engellemek isteyen yönetim sadece şehirlerarası ulaşımı sınırlamakla kalmamış, Sava nehri üzerindeki 3 köprünün ikisini ve bazı yolları kapamış. O akşam dönüşümüz bayağı maceralı oldu ve çok uzun sürdü-iki otobüs, otobanda uzunca bir yürüyüş, derken bir otobüs daha.
Cumartesi günü sabah kahvaltısını merkezde yapalım, hem mitinge bakalım hem de açıksa Tesla Müzesi ve tarihi Moskova Otelini de görelim diyorduk ama ne mümkün- ne otobüsler çalışıyor ne taksi uygulamaları. Zaten görebildiğimiz ve ulaşabildiğimiz bütün yollar kapanmış. Ne yapalım; bizim mahalleden ellerinde bayraklar coşkuyla geçen çoluk çocuk aileleri, gençleri, yaşlıları, traktörleriyle çiftçileri, PUMPAJ sesleri arasında izlemekle yetindik. Pumpaj ya da pompala sloganı, harekete hayat pompalayan kalbi, kan dolaşımı gibi şehirden şehire giden gençleri ve yozlaşmış sistem balonu patlayana kadar pompalamayı anlatıyormuş. Tevekkeli değil genç yaşlı kadın erkek herkes boğazları patlarcasına Pumpaj diye bağırıyorlardı.
Akşam merkezin ters yönündeki Zemun semtine gittik. Burası adeta bir küçük Viyana. Habsburg binaları, güzel bir saat kulesi, binaların altında bol miktarda restoran ve kafeler, hoş bir nehir manzarası… Aslında çok canlı bir yermiş normalde ama muhtemelen protestolar nedeniyle, hem de Cumartesi akşamı, çoğu yer erkenden kapamış. Belgrad’a yolunuz düşerse Zemun’a uğramayı ihmal etmeyin derim. Nehir kenarından Belgrad’ın güzel gece manzarasını seyrederek 45 dakikalık bir yürüyüşle kapadık son geceyi.
Pazar günü Nikola Tesla havaalanında uçağımı beklerken, bu kadar olay oldu- deprem, otel yangını, yasaklar, tutuklamalar- bizim ülkemizde benzer bir tepki olmadı diye düşündüm. Meğer her şeyin bir zamanı varmış; bardağı taşıran damla bazen bir çatının çökmesi bazen seçilmiş ve sevilen bir başkana yapılanlar olurmuş…