Nurdan Şahin

04 Şubat 2024

Hayalet şehirden Rodin sergisine

Kıbrıs'a daha önce hiç gitmedim; doğrusu merak da etmedim. Esas olarak kumar oynamaya gidilen bir yer olduğunu düşündüğümden hiç ilgimi çekmiyordu. Ne kadar yanılmışım…

"Kıbrıs'a mı gitsek?" Cennet vatana geldiği her tatilde, mümkünse tabii, kızımla kısa bir seyahat yapmayı severiz. Bu yıl da planlamaya çalıştık ama beceremedik. Geldikten sonra evde sohbet ederken birden bu fikir çıktı. En azından hava güzeldir, yürüyüş yaparız, dinleniriz dedik ve hemen gereken rezervasyonları yaptık.

Kıbrıs'a daha önce hiç gitmedim; doğrusu merak da etmedim. Esas olarak kumar oynamaya gidilen bir yer olduğunu düşündüğümden hiç ilgimi çekmiyordu. Ne kadar yanılmışım…

Uçak biletlerimizi aldık, araba kiralamayı düşünürken trafiğin soldan olduğunu öğrenince ben tırstım ve vazgeçtim. O yüzden Girne'deki en merkezi otelleri soruşturduk ve Dome Otelde karar kıldık. Zaten epi topu üç gece kalacağız. Havaalanında neredeyse uçak bileti fiyatına birer kahve içme gafletinde bulunup 1,5 saatlik bir uçuşla Lefkoşe'ye vardık; oradan da servis otobüsüyle ver elini Girne.

Dome Otel denize sıfır, eski ama çok hoş bir otel. Balkondan Mersin kıyıları görünüyor hava açık olunca; o kadar yakın. Gece otelin duvarlarına vuran dalgaların sesiyle uyumak, sabah kalkar kalkmaz Akdeniz'in eşsiz mavisine uyanmak ise büyük keyif. Özellikleri bu kadarla kalmıyor Dome'un; bir kere adanın en eski oteli. 1937'de Kıbrıslı Kostas Katsellis tarafından kurulmuş, 1974'e kadar da aile tarafından işletilmiş. Kimler kalmamış ki otelde… Harekâttan sonra otel işletmesi Vakıflara devredilmiş. 2008 yılında Vakıfların işletmeyi devredeceğini öğrenen otel personeli, sendikanın önderliğinde otelin işletmesini devralmış. O günden beri de çalışanlar işletiyor! Kıbrıs'ın yakın tarihinin şahidi olan bu güzel otel için Kıbrıslı gazeteci Simge Çerkezoğlu çok hoş bir belgesel yapmış 2018'de; ilk gösterimine gelenler arasında otelin kurucusunun torunu da varmış, buyurun izleyin bu kısa ve etkileyici belgeseli.

Odamıza yerleşip hemen otelin yanı başındaki Girne Limanı ve Kalesini görmek üzere dışarı çıkarken, resepsiyona günlük turları sorduk ve ertesi gün için Maraş ve Magosa turuna yazıldık.

Girne Limanı inanılmaz güzel bir yer, Güney İtalya kıyılarını andırıyor. Dolaşırken Orhan Pamuk'un Veba Geceleri romanındaki Menger adası geliyor aklıma; liman da kitabın başındaki haritaya bayağı benziyor aslına bakarsanız. Limandaki bütün binalar kısa süre önce restore edilmiş; çok da güzel aydınlatılmış. Restorasyon yeni bittiği için maalesef restoranların, kafelerin hiçbiri henüz açılmamıştı. Limandan Kaleye kadar yürüdük, kalenin kapandığını öğrenince de üst yolda manzaralı bir kafede biraz keyif yapıp otele döndük.

Girne limanı

Sabah kahvaltısından sonra, tur otobüsüyle, otellerden yolcuları toplaya toplaya "Kapalı Şehir Maraş" ya da dünyanın bildiği adıyla "Hayalet Şehir Varoşa"ya vardık. Hayatımda gördüğüm en hüzünlü yerlerden biri bu şehir. Aniden, büyük bir telaşla terk edildiği o kadar belli ki…

Maraş adının buralara ilk yerleşenlerin Maraşlı olmasından kaynaklandığı söyleniyor. Varoşa adına gelince, rivayete göre, eskiden Magosa halkı şehir dışında kalan buralara "varoş" derlermiş, zamanla adı Varoşa'ya evrilmiş. Beyrut, Lübnan iç savaşı nedeniyle popülaritesini yitirince yerine Varoşa geçmiş ve 1970'te dünyanın bir numaralı turist destinasyonu haline gelmiş. Dünyanın ilk 7 yıldızlı oteli burada açılmış, hatta İngiliz Kraliyet ailesinin de ortaklığı varmış ama biraz kısmetsiz bir yatırım olmuş çünkü otel Mayıs 1974'te açılmış ve tabii sadece birkaç ay ömrü olmuş. Elizabeth Taylor- Richard Burton çifti, Raquel Welch, Brigitte Bardot gibi ünlüler Varoşa'nın müdavimiymiş o zamanlar. Kıbrıs harekâtı başlayınca nüfusun hemen hemen tamamını oluşturan Rumlar apar topar terk etmişler şehri. Bütün binalar tabelalarıyla, restoranlar sandalye masalarıyla sanki sahipleri birkaç gün sonra dönecekmiş gibi öylece kalmış. Muhtemelen gidenler de öyle düşünüyormuş ama Maraş askeri bölge ilan edilmiş ve tam 46 yıl kapalı kalmış. 2020 yılından itibaren ise her gün sabah 8'den akşam 5'e kadar Kennedy ve Demokrasi caddeleriyle bu caddelerin ulaştığı iki plaj halka ve turistlere açılmış. Yaya veya bisikletle dolaşmak mümkün. Bu kısıtlı geziyle bile bir zamanlar ne kadar hoş bir yer olduğu hemen anlaşılıyor ama o terk edilmişlik gerçekten insanın içini sızlatıyor.

Varoşa dünyanın da ilgisini çekmiş; Amerikalı gazeteci yazar Alan Weisman "Bizsiz Dünya - The World Without Us" adlı kitabında Varoşa'dan bahsetmiş; Belarus müzik grubu Main-de- Gloire 2021 de Varoşa adlı bir şarkı ve klip yapmış.

Bir zamanlar 24 saat yaşayan bugün ise kısmen açılsa da hâlâ bir hayalet şehir olan Varoşa'dan ayrılıp kısa bir yolculuktan sonra, antik bir kapıdan Magosa meydanına vardık. Biraz ilerleyince, şahane bir gotik katedral göründü-adeta Notre Dame'in bir küçük varyasyonu. Benzerliğin nedeni de adanın geçmişinde tabii.

Efendim, Kıbrıs adası Hititler, Fenikeliler, Asurlular, Mısırlılar, Persler, Roma, Bizans, Araplar derken tabii ki kolonyalizmin ağababası İngiltere'nin eline geçer. Ünlü İngiliz kralı Aslan Yürekli Richard adayı Tapınak Şövalyelerine satar ama zavallı şövalyeler ödeme güçlüğüne düşünce gözlerinin yaşına bakmaz ve bu kez adayı Kudüs'ün azledilmiş yöneticileri olan Fransız kökenli Lüzinyanlara satar. Adada en azından bizim gördüğümüz pek çok şey gibi, Magosa'daki muhteşem St. Nicholas katedrali ya da bugünkü adıyla Lala Paşa Camii de Lüzinyanlardan kalma. Ben Notre Dame'a benzettim ama Fransa'daki Reims katedralinin aynısı olduğu söyleniyor, ben söyleyenlerin yalancısıyım.

 Ada daha sonra Venediklilerin eline geçer, onlar katedrale bazı eklemeler yaparlar; 1571'de Osmanlılar Kıbrıs'ı fethedince, katedral camiye dönüştürülür; ancak neredeyse hiçbir şey değiştirilmez; kulelerden biri minik bir minare haline getirilir, adı bile 1954'e kadar aynı kalır. 

St. Nicholas kilisesi ve cümbez ağacı

Katedralin giriş bölümünde yer alan muhteşem cümbez ağacı veya diğer adıyla tropikal incir, rivayete göre katedralin inşaatına başlandığı 1298 yılında dikilmiş ve 725 yıllık geçmişi ile Kıbrıs adasındaki en yaşlı canlı varlıkmış.

Katedralden Venedik sarayına doğru yürüyoruz. Sarayın birkaç duvarı ve bazı sütunları dışında pek bir şeyi kalmamış. Aslında bu sarayı da Lüzinyanlar inşa etmiş ancak depremlerde çok zarar görmüş; Venedikliler zamanında bu kez Rönesans izleri taşıyan bir saray haline gelmiş. Osmanlılar ise burayı askeri koğuş, depo ve hapishane olarak kullanmış. Venedik sarayının bahçesinde Namık Kemal'in bir büstü var. 1873 yılında, Vatan yahut Silistre oyununun ilk gösteriminden sonra, oyun milliyetçilik ve liberalizmi teşvik ettiği için tehlikeli bulununca, oyunun yazarı Namık Kemal, Sultan Abdülaziz tarafından Kıbrıs'a sürgün edilir ve Venedik Sarayının avlusuna bakan bir binada 38 ay sürgün kalır. Binayı ve odasını halen görmek mümkün; aynen benzer uygulamaları da halen yaşadığımız gibi…

Venedik sarayı

Hafif bir öğle yemeğinden sonra, Othello kulesine çıkıyoruz. Burası da Lüzinyanlar tarafından yapılmış, daha sonra Venedikliler tarafından elden geçirilmiş. Eskiden etrafında derin hendekler kazılıymış ve bu yüzden geçilmez kale diye ün salmış. Kaleye Othello adı tabii ki Kıbrıs İngiliz kolonisi iken verilmiş. Merdivenleri oldukça dik, basamaklar da yüksek ama yukarı varınca gördüğünüz manzaraya değiyor doğrusu.


Othello kulesi

Akşam Kıbrıs'ın ünlü yemeği Şeftali Kebabı yemeğe gidiyoruz. Lokantayı otel önerdi, biz de internetten kontrol ettik ve gönül rahatlığıyla gittik. Hayalimizde Osmanlı saray mutfağının o güzelim meyveli et yemekleri var. Heyhat, şeftali kebabının şeftali ile uzaktan yakından bir alakası yokmuş meğer. Eti, koyun ya da kuzunun gömlek denen iç zarına sararak yapılan bir kebap çeşidi imiş. İsmiyle ilgili iki rivayet var, biri pişince rengi ve dokusu şeftaliye benzediği için bu adı almış -ama bana sorarsanız hiç ama hiç benzemiyor-, diğeri ise asıl adının Şef Ali kebabı olduğu ve zamanla şeftali kebabına dönüştüğü ki bu bana daha makul geldi.

Üçüncü gün otelde güzel bir kahvaltıdan sonra Girne Kalesine gideceğiz. Güzelim Girne limanı boyunca yürüyüp kaleye varıyoruz. Çok güzel restore edilmiş. Yedinci yüzyılda, adanın o zamanki hakimi Bizanslılar tarafından, Roma hisar temellerinin üzerine inşa edilmiş; amaç Arap denizcilerden adayı korumakmış. Lüzinyanlar döneminde kale genişletilmiş, Venedikliler zamanında da bugünkü haline gelmiş. Venedikliler kaleyi giderek topraklarını büyüten Osmanlı işgaline karşı genişletmiş, duvarları kalınlaştırmış ama gel gör ki pek fayda etmemiş;1571'de Osmanlılar adayı ele geçirmiş. Surlarında yürümek, güzelim Girne Limanına bakmak, uzaklardan Mersin'i gözlemek çok keyifli. İçinde bir batık gemi müzesi ve ağaçların gölgesinde keyifli bir de kafesi var.

Girne Kalesi

Kaleden sonra bir taksiye atlayıp resmi adıyla Beylerbeyi, halk arasındaki adıyla Balabayıs köyündeki BellaPais manastırını görmeye gidiyoruz. Köyün adı da manastırdan geliyor tabii. Roma kalıntıları üzerine tabii ki Luzinyanlar tarafından yapılmış. Yüksek bir tepede olduğu için Girne'nin pek çok yerinden görülüyor. Kıbrıs'ın Osmanlıların eline geçmesinden sonra manastır Kıbrıs Ortodoks Kilisesine verilmiş ve sadece kilise kısmı kullanılmış. 1974'den sonra, Rumların tamamen Güney Kıbrıs'a gitmesi nedeniyle, kilise olarak işlevini yitirmiş. Tarihi eser olarak halka açık ve zaman zaman da klasik müzik konserlerine ev sahipliği yapıyormuş.

Bellapais Manastırı
Bellapais Manastırı

Bu güzel manastırın hemen yanındaki şahane manzaralı bir lokantada karnımızı doyurup, otele dönüyoruz. Ertesi gün istikamet İstanbul.

Uçağımız akşamüstü; Girne'de son saatlerimizi bir sergi gezerek geçiriyoruz; hem de ne sergi! Daha önce Kıbrıs'ta yaşayan bir arkadaşımız bahsetmişti ve doğruya doğru bize pek inandırıcı gelmemişti Kuzey Kıbrıs'ta bir Rodin sergisi. Evet yanlış okumadınız şu müthiş heykeltraş (ve ayni zamanda Camille Claudel'in hayatını mahveden o berbat insan). Ama gerçekmiş. Kıbrıslı bir iş insanına ait bir özel koleksiyon, üstelik oldukça da zengin. Arkın ailesine ait Colony Otel yanındaki kendi iş merkezlerinin alt katında ve kimlik bırakılarak ücretsiz geziliyor. Giderseniz kaçırmayın derim. 

Birçok kişinin adaya geliş nedeni olan kumarhanelere gelince; 1990'ların ortalarında, Türkiye'de yasaklanınca açılmış Kıbrıs'ta. Bütün büyük otellerin kumarhanesi var. Rehberin söylediğine göre kazanç üzerinden değil, masa sayısı üzerinden vergi ödüyorlarmış; onun için de çok kârlı imiş kumarhane işletmek. Ben hayatımda bir kez Güney Afrika'da, Sun City de arkadaşlarımın ısrarıyla kumarhaneye gidip, rulet oynayan arkadaşlarımı seyrederken uyuyakalmıştım, o derece alakasızım. Onun için adaya gelen hemen herkesin yaptığını biz yapmadık, kumarhaneye adım dahi atmadık ama herkesin yaptığı gibi adadan içki satın aldık. Zaten almayanı döverler, fiyatlar buranın yarısından daha ucuz ama tabii yasal sınır Kıbrıs için de geçerli maalesef.

Daha görülecek çok yer vardı aslında- Girne Saint Hilarion Kalesi, ünlü bir silah kaçakçısının evi olan Mavi Köşk, tabii Salamis Antik kenti ve Lefkoşe ve… Ancak bizim zamanımız kısıtlıydı ve ne yazık ki arabamız yoktu. Bu demektir ki, bu güzel Akdeniz adasına bir daha gelinecek hatta mümkün olursa Güney Kıbrıs'a da gidilecek; merak oluştu bir kere. Kim bilir belki bir gün adanın bütününü tek seyahatte gezmek de mümkün olur…