Yine bir Amerika sabahı…
Soğuk, ıssız, ruhsuz sokaklara bakan penceremizden tatlı tatlı yağan karı izliyorum. Bugün biraz içimi ısıtıyor...
Amerika’ya ilk geldiğim zamanlar yürüyüş yapardım ‘güvenli mahalle’mizde. Bazen 3, bazen 5 kilometre. 1 saat boyunca kimseyi görmezdim sokaklarda. Zamanla bu durum, beni daha da şaşırttı. Dağ başı değil sonuçta burası, merkeze arabayla 20-25 dk. Hani bir çocuk sesi ya da ne bileyim komşusunu ziyarete giden teyzenin salınarak yürüyüşü, spor yapan bir genç. Hiç kimse neden olmaz ki sokakta. Günlerce yürüdüm ve her seferinde insan göremeyişime bahane buldum.
‘Aaa bugün günlerden pazar, ondandır…’
‘Saat erken, millet daha uyanmamış demek ki…’
‘Soğuk tabii hava kim ne yapsın dışarıda…’
Şehir merkezine belli uzaklığa kadar mağaza vs. açılmasına izin verilmediği için öyle yolda yürürken kafe, kuaför falan da görmüyorsun.
Sonunda kabul ettim durumu. Burada sokakta yürüyen, konuşan, koşuşturan insanlar yok.
Komşuculuk yok.
Kafe kültürü yok.
Mesela Starbucks’ta oturup muhabbet eden 2 insan görme ihtimaliniz o kadar az ki (tatil bölgesi değilse.) Hatta kahvenin hazırlanmasını bile beklememek için insanlar siparişlerini önceden veriyorlar ya da arabalarından hiç inmeden (drive-through) hizmet alıyorlar.
Yani ‘yeter ki birbirimize temas etmeyelim!’ gibi bir hava var burada. Bireysellik zaten temel ilkeleri.
Buraya ilk geldiğim zamanlar bunlar beni hiç rahatsız etmiyordu. Aksine hoşuma da gidiyordu. Yani ‘O ne demiş? O ne yapmış? Çok ayıp’ derdi yok bir kere.
Fakat zamanla insanlara gerçekten temas etmeyi özledim. Yani kaldırımda çekirdek çitlemeyi, sokakta yürürken bakkala, kafeye uğramayı, iki çocuk sesi duymayı…
Türkiye’ye gitmeyeli, gidemeyeli 2 sene oldu. Ailemi, köpeğimizi, arkadaşlarımı zaten özledim ama artık güneşin evimize doğuşu, dip dibe evler, komşuculuk, okulların zil sesleri, sokaklar, dolmuşa binmek, kafe kültürü, gece hayatı, yemekler burnumda tütüyor.
Bu denli hasretle Türkiye’ye gideceğim zamanları beklerken ben, bir sabah uyanıyorum, memleketten haber ‘Kartalkaya’da otel yangını: 75’ten fazla insan hayatını kaybetti.’ Neden, ne olmuş derken…
Bir sabah uyanıyorum, yeni haber: ‘SUAT TOKTAŞ tutuklanmış.’
Neden? Gazetecilik yaptı diye.
İşte sonra anlıyorum, neden güzelim ülkeyi bırakıp geldiğimi.
Suat Amca’yı bir de benden dinleyin.
Suat Amca, 9 sene önce kaybettiğimiz babam Bekir Daşcı’nın gazetecilikten arkadaşı. 90’lı yıllarda Günaydın gazetesinden geliyor arkadaşlıkları.
Yani ben kendimi bildim bileli Suat Amca’yı, eşi Ayşe Teyze’yi, kızı Deniz ile Eylül’ tanırım. Bir keresinde hiç unutmam, ben üniversite sınavlarına hazırlanırken annemin, babamı ameliyat için İstanbul’a götürmesi gerekti. Bir şekilde ambulansla oraya kadar gittiler. Fakat koca İstanbul. Biz Ankaralı’yız. Babam yürüyemiyor, kendi kendine kalkamıyor bile sandalyeden o zamanlar. Ayşe Teyze ile Suat Amca hep yanında oldular annemin. Hatta babam rahat etsin diye, Ankara’ya dönüş yolunda zorla Transporter’larını verdiler, babam yatarak gidebilsin diye. Tam kötü gün dostları.
Bir de babamın ameliyat ertesine denk gelen doğum gününü hastane odasına yaş pastayla gelip kutlamaları…
Tüm imkanlarıyla her zaman yardımcı oldular. Anlarımızı olabildiğince eğlenceli hale getirmeye çalıştılar. Bir tek bize karşı da değildi bu duruşları.
Onların hayata karşı duruşlarının resmiydi anlattıklarım.
Suat Amca ile ara ara derin muhabbetlerimiz olurdu. Bilgeliğini babama benzetirdim, her seferinde beni hayrete düşürürdü. Karşıt fikirleri sakinlikle karşılardı. Hani ergenken falan anlatırsınız dertlerinizi kimse anlamaz ya, Suat Amca anlardı. Sakinlikle dinler, bilgece cevap verirdi. Ona hırçınlık yapamazdınız yani. Eşi Ayşe Teyze neşesiyle ve güzelliğiyle bilinir. İkisi de çok mert insanlardır. Kızları Deniz ve Eylül karıncayı bile incitmekten kaçınan iki pırıl pırıl genç.
İşte ben burada memleketi özledim diye yanarken, memleketten gelen haberler böyle. Bilge, mert, onurlu insanlar içeride.
Bir memleket düşünün içerisi dışarıdan daha güvenli.
Suat Toktaş’ın yanındayız!