Bu gün sizlere Bursa Fidyekızık Cevizli Yayla'daki kestane hasadından söz etmek istiyorum. Hasadın yapıldığı yöre ve çevresi gençlik yıllarımın anılarıyla dolu. O bölgedeki anılarımı 20 Ağustos 2023 tarihinde "Kara Balıkçı" başlıklı yazımda T24 Haftalık'ta anlatmıştım. Yazıda adı geçen Gültekin ailesinin tapulu arazisinde Ahmet Gültekin ve Mustafa Özen'le sohbet ediyoruz. Bu arazide 200 civarında kestane ağacı var ve hepsi de aşılı. Aşılıların bir bölümü yeni kuşak ağaçlardan oluşuyor. Gençliğimdeki kestane ağaçlarının büyük bölümü mürekkep hastalığı etkisiyle kurumuş durumda. Ancak o günlerdeki ağaçlardan bazıları yeni aşı formlarıyla bugüne ulaşabilmişler.
Necdet Turhan ve Ahmet Gültekin
Son dokuyucular
Olgunlaşmış kestanelerin sırıklarla dallardan düşürülmesi “dokuma” olarak tabir ediliyor. Kestane dokumak başlı başına bir hüner. Ağaç dallarında dengeli bir tarzda durmak ve sırık kullanmak, yumaklara vurmak ve mümkün olduğunca az yaprak düşürmek ustalık gerektiriyor. Kadim dostlarım Ahmet Gültekin ve Mustafa Özen dışında Cevizli'de ağaca çıkıp kestane dokuyan kimse yok. Bu yüzden "Biz son dokuyucularız" diyorlar. Gençleri soruyorum onlara. Mustafa Özen, "Biz ağaçlarda büyüdük. Bunlar internet çocuğu, aşarıda kestane toplarken bile ellerinden cep telefonlarını bırakmıyorlar. Bir gözleri telefonlarında. Ağaca çıkmak istemiyorlar. Korkuları var" diyor. Onun bu sözleri ardından gülüyorum ve "Maşallah son dokuyuculara" diyorum.
Son dokuyucular: Mustafa Özen, Ahmet Gültekin
Mustafa Özen devamında nasıl kestane dokuduğunu ve dokumanın inceliklerini anlatıyor: "Şimdi ağaca çıktığımızda iki sırık kullanıyoruz. Uzun ve kısa sırıklar... Uzun sırıkla kaçak dallara, yanlara doğru uzamış giden büyük dallara vuruyoruz. Kısa sırık kaçak dallarda çalışmaz, uzun sırık da tepe dallarda. Tepe dalları kısa sırıkla vurmak lazım. Yan dalları çok olduğundan kestane tehlikeli ağaç, dengeni sağlayamazsan aşarı düşer gidersin. Bunun için ya varsa daldaki bir çatala iki ayak ile basıp sırık kullanacaksın ya da dala oturacaksın, yoksa düşersin aşarı... Bazı dallarda sürünerek gidiyorsun, uygun yerde dalı bacaklarınla kavrayıp vurabiliyorsun kestane yumaklarına... Bir de sakin olmak lazım. Acele edersen yine olmaz. Sükûnet iyidir. Aklın yaptığın işte olsun, vurduğun dalda olsun, iyidir."
Çilek tarlaları
Ahmet Gültekin'i dinliyorum sonra:
"Şu an olduğumuz bölge Fidyekızık'ın üzerinde Cevizli mevkii, çilek tarlaları. 220 kestane ağacımız var burada. Eskiden babam Halil Gültekin zamanında 600-700, hatta daha da fazla ağaç vardı. Biz ormana isabet edenleri bıraktık, bakım yapmadık. Yok olup gittiler. Yabani kestane ağaçları, erekemeler boğuyor aşılı ağaçları. Bakım da olmayınca ormana isabet edenler kaybolup gittiler. Yukarıda Patates Tarla var. Oradaki ağaçlara dokumuyoruz artık. Orman sardı hepsini, erekemeler sardı hepsini... Bir de hastalıktan, gal arısından, mürekkep hastalığından kurudular çoğu. Yabani kestaneye, erekemelere hastalık vurmuyor. Daha çok aşılı kestaneye vuruyor."
Kestane ağaçlarının bakımı
Ahmet Gültekin'in sözünü ettiği bakım denildiğinde ilk yapılması gereken dip temizliği. Yaz aylarından başlayarak ağaç dipleri çevrelerinin yabani otlardan, eğreltilerden, kestaneler dokunduğunda içinde kaybolacakları her tür çalı çırpıdan temizlenmesi gerekiyor. Ve sulama, eğer ağaçlara ulaşacak o yörede su varsa yine yaz aylarından itibaren sulanmaları kestaneleri daha kaliteli ve iri hale getiriyor. Sulama ağaçların çevrelerine yaygın tarzda su verilerek saçak ya da gövdelerine çarptırılarak gövde sulaması şeklinde yapılıyor. Gövde sulaması içinde basit ama etkin bir yöntem bulunmuş. Arktan alınabilecek su varsa ağaç yakınındaki bir eğimden indiriliyor ve önüne küçük bir taş konuluyor. Bu taşa çarparak sıçrayan sular kestane ağacının gövdesine vuruyor. Bir süre sonrada gövdenin yukarılara doğru ıslanıp bu suyu çektiğini görüyorsunuz. Bu şekilde yetişen kaliteli, iri kestanelerden kestane şekeri yapılıyor.
Domuzlar ve hasat zamanı
Uludağ’ın kestane zamanı, domuz sürülerinin çokça gezdikleri, yere düşen akıntı kestanelerle karın doyurdukları dönem oluyor. Ve ilginçtir, domuzlar kestanelerin kabuklarını çıkartıp atıyorlar, sadece kestanelerin içlerini yiyorlar. Sürü halinde gezen domuzlar olduğu gibi tek domuzlar da var. Onlarda kestane hasadından nasiplerini alıyorlar. Bunlar çoğunlukla yaşlanmış, kırlaşmış domuzlar. Olası tehlikelere karşı geceleri ustalıkla geziyorlar. Örneğin ay ışığının yoğun olduğu gecelerde ışığa çıkmayarak ağaç gölgelerini tercih ediyorlar. Potuk denilen yavrulardan ve değişik yaşlardaki diğer domuzlardan oluşan sürülerin bir lideri oluyor. Bu yaşlı lider, tek gezen domuzlar gibi ay ışığına çıkmamayı, gölgelerde gezmeyi tercih ediyor. Çıkardığı seslerle sürüyü yöneten lider domuz tehlikeyi hissettiğinde, örneğin insan kokusunu, bir süre hırlama sesleri çıkarması ardından güçlü bir soluk atarak sürüye “Tehlike var, kaçın" alarmı veriyor. Tek gezen domuzlarında insan kokusu ya da sesi aldıktan sonra tarzı böyle. Önce bir süre hırlıyorlar, takiben güçlü bir soluk atarak kaçıyorlar. Geçmiş deneyimlerimden hareketle şunu da söylemeliyim: Doğada yaşayan hiç bir yaban hayvanı özel durumlar dışında insana saldırmazlar, kaçıp giderler. Özel durumlar konusunda, yaralı olmaları, yavrularıyla birlikte olmaları ve ani karşılaşmalar ilk aklıma gelenler.
Bozulan yaban hayatı
Yukarıda doğal ekosistemleri içinde domuzların tehlikeye karşı nasıl bir tutum aldıklarına, nasıl kaçtıklarına ve nasıl kendilerini korumaya çalıştıklarına kısaca değindim. Ancak insan marifetiyle zarar gören, bozulan ekolojik sistemleri yaban hayvanlarında özgün olmayan tutumlara yol açıyor. Örneğin geçmiş soylarında insan kokusundan dahi ürken domuzlar artık Uludağ Donbay Çukuru'nda geceleri çadırlar çevresinde gezinip kavun, karpuz kabukları yiyorlar ya da Sarıalan'da bir anne ayı, iki yavrusuyla her gece çöpleri karıştırıp yiyecek arayabiliyor. Türkiye'nin farklı dağlarından da bu konuda verilebilecek benzer örnekler var. Bütün hadise kalabalıklaşan insan topluluklarının yaban yaşam alanlarına değişik şekillerde müdahale etmelerinden, musallat olmalarından kaynaklanıyor. Nihayetinde yaban yaşamı kaybediyor, doğa kaybediyor, bizler kaybediyoruz. Küresel ısınmayla birlikte ekolojik sisteme büyük zararlar veren ve artık kangrenleşmiş bir diğer konu da dağdaki pınarlardan alınan suların plastik borularla su fabrikalarına indirilmeleri. Uludağ’ın yüksek kotları olan alpinetum alanlarından başlayarak aşağılara doğru hemen hemen tüm pınarlar plastik borulara alınmış durumda. Bu o kadar büyük ve ekosistemi derinden etkileyen bir olumsuzluk ki, hem bilimsel çalışmalarla hem de resmi makamların getireceği sınırlamalarla önemsenmeyi gerektiriyor. Pınarların beslediği ekosistem çökmüş durumda, yaz aylarında dereler kuruyor, Uludağ'ın lisana sığmayan güzelliği, görkemli olan kırmızı benekli alabalıklar zarar görüyor, popülasyon kaybına uğruyor, giderek yok oluyorlar.
Bursa Orman Teşkilatı'na teşekkür
Ahmet Gültekin anlatmaya devam ediyor: "4-5 senedir dal kanseri, gal arısından kaynaklı verim yoktu. Bu sene güzel verim var. Bursa Orman Teşkilatı değişik yerlere feromon tuzakları koydu. Onun zannedersem faydasını görüyoruz bu sene gal arısına karşı. Gal arıları azalınca verimde artıyor.”
Gal arısı, kestane ağaçlarına musallat olan yeni tür haşere. Eski kuşak kestanelerin dal kanseri hastalığıyla kuruması sornasında yeni kuşak kestane ağaçları Gal Arısından büyük zararlar görüyorlar ve giderek kuruyorlar. Ancak Ahmet Gültekin'in ifade ettiği feromon tuzaklarını yeni duyuyor ve ona soruyorum: Nedir feromon tuzakları?
"Feromon tuzakları abi ağaçlara asılmış plastik kutular var, içine kestane özü konulmuş. Gal arısı onun kokusuna geliyor ve üstteki artı şeklindeki yapışkana tutuluyor. Tuzak o yapışkan. Kokusuna geldiği kestane özüne ineyim derken yapışıp kalıyor oraya. Bence bu sene rekoltenin yüksek olması buna bağlı. Tuzaklar fayda verdi bence. Bu sebeple Ziraat Fakültesi'ndeki hocalarımıza ve Bursa Orman Teşkilatı'na teşekkür ediyorum, sağ olsunlar."
Yıllardan, yollardan sonra!
Öğle molasında yaptığımız sohbet ardından onlar kestane dokumaya devam ediyorlar. Bana da büyük bir kestane ağacının altına yapılmış oturma yeri gösteriliyor. Sükûnetle oturuyor ve çevremi dinliyorum. Hep o sesler, hep o ferahlık, hep o görkem… Derelerin şırıltısıyla, rüzgârın esintisiyle, kuşların cıvıltısıyla sökün edip gelen o sesler, o görkem, o ferahlık, o anlatılmaz senfoni sarıp sarmalıyor, kuşatıyor, özlemle kucaklayıp bağrına basıyor beni. Kara Balıkçı günlerime götürüyor. Yıllardan, yollardan sonra yine oralarda olmanın mutluluğunda kaybolup gidiyorum.