Herkese merhabalar. İster misiniz sizleri yaklaşık elli yıl öncesinin Uludağ'ına, derelerine, yaylalarına, köy yaşamına götüreyim. Gençliğimden, Kara Balıkçı günlerimden birkaç yaprak açalım dilerseniz birlikte. Bu yazıyı hazırlayışıma şu an Avusturya'da olan İrfan Abi (Gülcü) vesile oldu.
Yine T24 Haftalık'ta yayınlanan "Bursa'nın ufak tefek taşları" başlıklı yazıma Serdar Güven'in vesile olması gibi. Serdar Güven'in "O kültür, o mahalleler artık kalmadı, yazmalısın, genç kuşaklar haberdar olmalı eski Bursa yaşamından." önerisiyle çocukluğumun Taya Kadın Mahallesi'ni yazmıştım. Şimdi de çevrimiçi sohbetlerle her geçen gün dostluğumuzu pekiştiren İrfan Abi'den geldi yazma önerisi. İrfan Abi ile kültürümüz hayli ortak.
68 kuşağından bir ODTÜ'lü, o da Taya Kadın'da büyümüş ve gençlik yıllarında Okçular Çarşısı'nda dükkânı olan Tüfekçi İhsan Abi’yle Uludağ'ın dere boylarında dolaşmış. Son sohbetimiz Avusturya'nın başkalaşım geçirmiş alabalıklarından başlayıp Uludağ'ımızın kırmızı benekli dağ alasına değin geldi. Benim Uludağ'ı mevki adlarıyla detaylı anlatımım sonucunda "Necdet tembellik yapma, yaz bunları, unutulmasın, hiç değilse gençler öğrensin Uludağ'ın geçmişini, o giderek hafızalardan silinen folklorik değerdeki isimlerini..." demesinin ardından bilgisayarın başına oturdum ve bu metin günışığına çıktı.
Günışığına çıktı diyorum, zira epeydir hazırlıklarını sürdürdüğüm kitabımdan pasajlar var “Kara Balıkçı” başlıklı bu yazımda. Doğal olarak yazdıklarım gezdiğim, dolaştığım bölgelerle sınırlı. Hatta bildiğim yerleri, günleri de yeterince anlattığım söylenemez. Koskoca bir eko sistem olan ve her geçen gün sorumsuzluk, vizyon yetersizliği ve rant sebepleriyle ızdırabı daha da artan Uludağ'ı anlatmak için kütüphaneler dolusu kitap gerekiyor. Ben çorbada tuzum olsun misali anılarımın rehberliğinde bir şeyler dile getirmeye, paylaşmaya çalıştım.
Kara Balıkçı Balıklıdere sarplar (1970)
Kaplıkaya deresindeki karşılaşma
On üç, on dört yaşlarındaydım. Rahmetli ağabeylerim Nail ve Namık Turhan'la birlikte Ertuğrulgazi Bahçelievler'deki evimize hayli yakın olan Uludağ’ın vadi çıkışlarından Kaplıkaya’ya gider piknik yapardık. Yürümelerimizden birinde Kaplıkaya’dan akan derede balık olduğunu öğrendim… hem de alabalık. Bir bahar günüydü; karların eridiği, derenin çağıl çağıl aktığı bir gün. Alabalık avcısı olan Değirmenli Kızık Köyü'nden Ali İhsan Abi Kaplıkaya Deresi'nde olduğu noktadan karşıya geçmeden önce kendisine uzatmam için alabalık oltasını bana verdi. Elime ilk kez aldığım ince, uzun ve zarif fındık çubuğunu, üzerindeki kısa misinasını, kancasını ve kurşununu dikkatle inceledim. Birkaç gün geçmeden acemice hazırladığım benzer bir olta takımıyla Kaplıkaya Deresi'ndeydim. Dere kıyısından kestiğim eğri büğrü fındık sopasına kurşun bulamadığımdan çamaşır teli bağlamıştım.
Uzunca bir süre tek bir alabalık tutmaksızın dereye gittim, geldim. Ürkek ve kıvrak Kırmızı Benekli Alabalıkları avlayabilecek kapasitem yoktu. Ayrıca korkularım vardı. Balığın asıl oltaya geldiği akşam serinliğinde derenin üst kısımlarına gidemiyor, korkuyor ve eve dönüyordum.
Bazen de sabaha karşı evden çıkıyor, karanlıkta Kaplıkaya Vadisi’ne girmekten korktuğumdan vadi dışındaki taşlık, karaçalılık bölgede havanın ağarmasını bekliyordum. Kaplıkaya Su Deposu yakınlarında yüksekçe bir kaya üzerine oturur, huşu içinde aşağılara bakar, Bursa'nın gökteki yıldızlar misali parlayan ışıklarını seyrederdim. Bahar günleriydi. Çevremdeki karaçalılar içinde öten bülbül seslerini merakla dinler, "Niye gece karanlığında ve dikenlerden geçilmeyen bu karaçalılıklar içinde ötüyorlar?" diye hayret ederdim. Bir akşamüstü, serinlikte Kaplıkaya Deresi'nden balıktan dönüyorum. Yine bülbüller ötüyor. İlk ve son kez hemen altımdaki çalılıklar içinde bir bülbül olduğunu farkettim. O da serçe misali ince çelimsiz bir kuş. Sureti hiç de güzel değildi. Şaşırmıştım. O harika seslerin rengârenk, görkemli bir kuştan çıkabileceğini düşünürdüm. Fakat yıllar sonra öğrendim ki; suret değil siretmiş mühim olan.
Günler, mevsimler, yıllar geçti. Merakım, inadım ve bunların bileşeni motivasyonumla acemiliğimi ve korkularımı yendim. Alabalık avlamayı öğrendim. Usta bir alabalık avcısı olmuştum. Uludağ’ın kuzey yüzündeki diğer derelere de gidiyor, oraların balığını da avlıyordum. O günlere dair yüreğimde, belleğimde olanları şöyle anlatabilirim:
Kara Balıkçı Balıklıdere Değirmendüzü (1972)
Vadi boşluğunda süzülen güvercinler
Uludağ’ın yaylaları, yükseklerden düşen soğuk berrak suları ve bu sularda yaşayan dağ sultanları kırmızı benekli alabalıklar en büyük tutkumdu. Arkadaşlar ten rengime bakarak bana “Kara Balıkçı” diyorlardı. Zıpkın gibi, sevecen, coşkulu ve gözü kara bir delikanlıydım. “Dağlardır benim sevdam” dediğim yıllar. Çok severdim o günlerde yöre isimleri ile dağları anlatmayı ve dinlemeyi. Çok sevdim mesela Buzluca ismini, sonra Buzluca Vadisi'nin hemen karşısındaki Derecik’i. Gülpınar Deresi demek ya da birilerinden Gülpınar adını duymak mutlu ederdi beni. Isırlık sonra ve Yankılıkaya, Delik Taş, Eğertepe, Ceneviz Yolu... Bakacak Kayalıkları altından başlayan Buzluca Vadisi’nin üst başında yüreğime nakşolunmuş diğer isimler. Ve sarp kayalıklarıyla ünlü Balıklı Deresi; Kanlı Havuz, Çam Battı, ardından Değirmen Düzü, Birinci Dip Havuz ve Sarplar, esintili ve çengelli havuzlar ve Halit'in Kayası denilen Büyük Sarp. Büyük Balıklı Deresi'nin en zorlu ve yüksek kaya duvarı olan bu bölümünü çıkarken derin vadi boşluğunda aşağılara doğru zarafetle süzülen, kanat çırpan yaban güvercinlerini hayranlıkla izlerdim... İki kaya bloğu ardından Uludağ'ın senaberleri (göknarları), çayırları başlardı... ve Donbay Çukuru, Softa Boğan... Büyük Balıklı Deresi’nin son kayalıkları olan Basamaklı Sarp’ı da tırmanıp Sarplar’ı her bitirişimde sırtımı bir Göknar'a verir ya da oradaki çayırlara oturur, bulutlar arasından kuşbakışı seyre dalardım aşağıları. "Anlat" denildiğinde anlatamazdım o haşmeti, o görkemi… büyülenir, yorgunluğumu unutur ve huzur içinde seyrederdim Bursa Ovası'nı...
Kınası bol alabalıklar
Kocaçayır Yaylası'ndan kaynayan Cumalıkızık'ın hemen üstündeki Küçükbalıklı Deresi'nin kınası bol alabalıklarını hiç unutmadım... Baharın ilk günleri Karıncak Yolu'ndan Küçükbalıklı'ya gider, Karanlık Dağ denilen bölgeye kadar avlanır, günışığı geçirmeyen yüksek gürgen ağaçları arasından Hasanağa Yaylası'na çıkar, şarkılar, türküler söyleyerek Çakal Memet'in koyun yatağı Hasanağa Yaylası’nın dizboyu otları arasından geçerdim. Yükseklerden uzaklara bakmak bana huzur veriyordu. O huzuru yaşadığım yerlerden birisi de Hasanağa Yaylası'nın batı ucundan yukarılara, Balıklı Dere'nin Sarplar bölgesine bakmaktı. Derenin en yüksek şelalesinin düştüğü Büyük Sarp, uzaktan ne kadar da enteresan görünüyordu. Oraları bilmesem sarp kayaların içinden büyük bir su kütlesinin fışkırdığını söyleyebilirdim.
Bir süre o huzurla dinlendikten sonra Muhacir Yolu'ndan Büyükbalıklı Deresi Değirmendüzü'ne iner, burada da avlanıp Erikli Yaylası'nda konaklardım... Elimde balköpüğü renginde fındık çubuğundan yapılmış zarif balık oltam, sırtımda kendi diktiğim çantam, Kayhan Çarşısı'ndan aldığım güvez renkli şayak yeleğimin altında çalıkoparan tabir edilen hâkî renk pantolon, ayaklarımda kara lastik ayakkabılarım ve belimde tuttuğum alabalıkları taşıdığım küçük sepetim ile yıllarca koştum "Dağ Sultanları" dediğim alabalıkların peşi sıra Uludağ'ın cennet misali derelerinde…
Çiğ süt kaymağından hoşmelim
Bazen Mustafa Gültekin ile Derekızık Gölçukuru'ndan Kovuk Dere'ye gider, Kovuk Dere'nin yaylalarında hayvancılık yapan Mürseller ya da Kirazlı Köyü çobanlarına konuk olur, koyun postlarından dikilmiş uzun gocuklarda uyuyup sabah kahvaltısında Kirazlı Köyü'nden Koca Ahmet'in çiğ süt kaymağı ve mısır unundan üzerine toz şeker serperek yaptığı hoşmerimi yer, ayrılırken onlara tuttuğumuz alabalıklardan bırakmayı ihmal etmezdik… Kovuk Dere'nin iki koldan (Heybeligöl ve Kırkiki Dolamaç) doğduğu, Alpinetum çayırlarla kaplı, zirve yakınlarında gecelediğimiz bu çoban kulübelerini de anlatmak istiyorum. İskeleti ahşap, çatı ve duvarları teneke olan bu derme çatma kulübelere alçak bir kapıdan girilirdi. İçeriye girildiğinde çoğunlukla kulübenin sol yarı tabanının tahta kaplı olduğunu görürdünüz. Bu tahta zemin üzerine serilmiş şayak-keçe yaygılar olurdu. Bu yaygıların bir köşesinde koyun postu uzun gocuklar vardı.
Dizaltı paltolar misali olan, post kısmı içe bakan bu gocuklar kulübede geceleyenlerin hem yatağı hem de yorganıydı. Uyuma vakti geldiğinde bunlar sırta alınıp üste gelecek kısmı fazla tutulur, ayaklar bir miktar katlanarak zemindeki keçe yaygı üzerine cenin misali uzanılırdı. Kulübenin içine dolan sert zirve rüzgârlarının beslediği gece ayazı ne kadar soğuk olursa olsun bu gocuklar içinde asla üşümezdiniz. Küçük taşlarla çevrili kulübenin sağ dip köşesi ocak olarak kullanılır, ekmek burada pişer, yemekler burada hazırlanırdı. Kulübedeki her şey sade ama işlevseldi. Örneğin orta büyüklükte ve bir zincirle ocağın üstüne asılmış bakraç, tencere olarak kullanılır, küçük bir çinko leğen içinde mayalanmış kastra ekmek, üstü kapatılıp pişmesi için küllü köz ateşi içine gömülürdü. Koyunlarla birlikte gezen Kangal ırkı çoban köpeklerinin sakin ve azametli görünümleri de halen belleğimde. Kurtlarla boğuştuklarında zarar görmemeleri için boyunlarında dışarıya doğru sivri ve uzun demirlerden yapılmış tasmalar taşırlardı.
Mustafa Gültekin haricinde Ali Rıza Terzioğlu, Mustafa Özen, Remzi Başdar, Arif Metin derelere gittiğim diğer arkadaşlarımdı. Ve Halil Gültekin, Halil Abi... Dağlara, doğaya, köy yaşamına ve derelere dair bana pek çok şeyi öğreten Fidyekızık’tan efsane bir isim: Eyübün Halil...
Benim ineğim Neslihan
Halil Abi’yle tanıştıktan sonra Gültekin Ailesi'nin Kaplıkaya Vadisi girişinde, sol üst baştaki evlerinde yıllarım geçti. Anne Enise Gültekin'in bana Dudi Gunzali (kafası uzun) diyerek takıldığı ailenin bir ferdi gibiydim. Nâzım Hikmet'in cezaevi arkadaşı dede Eyüp Gültekin tarafından 1940’lı yıllarda yapılmış bu evde, dağ ve köy yaşamına dair pek çok şey öğrendim. İnek sağdım, at kullanarak tomruk indirdim, odun taşıdım. Avcılık yaptım. A’dan Z’ye değin kestane ağaçlarının bakım ve hasadında çalıştım. Gençlik yıllarımın o anıtsal, devasa aşılı kestane ağaçları artık yok. Dal kanseri hastalığı sebebiyle tümüyle kurudular. Bu hastalıktan, "Erekeme" adı verilen yabani kestaneler pek etkilenmediler. Büyük bir gayretle yetiştirilen yeni kuşak kestane ağaçları da “Gal Arısı” denilen bir haşerenin saldırısıyla kuruyorlar. Yevmiyeyle çalışmaya gelen Orhaneli, Keles köylülerinin desteği ile günlerce kestane hasadı yapan Gültekin Ailesi'nin 7-8 sağmal ineği vardı. İsimleri halen belleğimde; Elmas, Neslihan, Aslıhan, Sakar ve Kirmizan... Benim ineğim Neslihan'dı. Neslihan'ı ben sağardım. Cevizli Yayla civarında yayılan inekler akşam saatleri, boyunlarına asılı çanların ahenkli sesleri içinde eve dönerler, sağılmaları için beklerlerdi. Önlerine bir kap süt yemi konulur, kuli denilen alçak taburelere oturularak sağ taraflarından elle sağılırlardı.
O günlerden aklımda kalan bazı av köpeklerini de isimleriyle yad etmek istiyorum; Kostak, Cilo, Macar, Filör ve Bop... Bu köpekler, ustalıkla tavşan ve domuz kovarlardı. Fidyekızık'tan Dündar Abi’nin Uysal adını taktığımız sevimli, cana yakın siyah beyaz köpeğini unutamam. Uysal, ufak tefek görünümüne karşın oldukça cesaretliydi. Bir erkek domuzun bıçak kadar keskin alt dişlerinden aldığı darbe sonucu ön ayaklarından birini kaybetmişti. Buna rağmen herkesi şaşırtan bir cesaret ve enerji ile üçayak üzerinde yıllarca domuz kovdu. Halil Abi’nin deyişiyle, erkek domuzların alt çenesindeki uçları yukarıya dönük yarım ay misali uzun dişler, onların bıçaklarıydı. Üst çenesindeki hafifçe dışarıya taşmış iki dişleriyle de bu bıçakları bilerlerdi. Domuzların alt çenesindeki bu dişlere eklenen boncuklarla beygirlerin boyunlarına (Kızık köylüleri at yerine beygir demeyi tercih ederlerdi) nazarlıklar yapıldığını hatırlıyorum. Bu nazarlıklar beygirlerin boyunlarından döşlerine ulaşırdı.
Kara Balıkçı Kovukdere (1975)
Papu Ali
Mustafa Gültekin ile alabalık tutmak için kestiğimiz fındık çubuklarını bu evin beton damına yatırır, güneş altında düzgün kurumaları için üzerlerine taş bastırır, kurudukça zeytinyağı ile yağlar, bu şekilde renkleri balköpüğü olana değin beklerdik. Bu renkteki bir balık oltasının, alabalıkları ürkütmeyeceği söylenirdi. Fidyekızıklı eski balıkçılardan Ali Dede (Papu Ali) ile bazen köy kahvesinde karşılaşır, onun bilge söylemlerini hürmetle dinler, sohbet ederdik. O da bize dağlardaki, derelerdeki anılarını anlatır, “Fındık çubuğunu ayın eskisinde kesin, kurt olmaz, daha sağlam olur, kolayca kırılmaz," diyerek dolunay sonrası ay ışığının az olduğu günleri tavsiye ederdi.
Alabalık oltası yapmak için "Fındıklık" olarak adlandırılan mevkilerde günlerce uzun ve mümkün olduğunca da düzgün fındık çubuğu arardım. Kestiğim çubukların iki kulaç ve iki karıştan kısa olmamasına dikkat ederdim. Bir buçuk, iki kulaç olan misina ucuna tek kanca bağlar, kancanın bir karış dört parmak gerisine de ince uzun bir kıstırma kurşun takardım.
Oynağa kalkan alabalıklar
Çok obur ve kıvrak bir balık olan, Dağ Alası da dediğimiz Kırmızı Benekli Alabalık, bulunduğu eko sistem içindeki her tür sinek ve böcekleri ustalıkla avlar, midesine indirirdi. Bilhassa akşam saatlerinde büyük havuzların durgun kısımlarında zıpladığını, havada uçuşan sinek ve böcekleri avladığını görürdük. Sonbahar günleri, gazel akımında şelalelerden yukarılara atlayarak havyar dökmek için derelerin üst kotlarına ulaşmaya çalışırdı. Çoğunlukla dere akarlarındaki taş altlarında yaşayan böcek ve kurtları yem olarak kullanırdık. Yaz günleri akşam saatlerinde derelere serinlik inmeye başladığında alabalıklar, yaşadıkları doğal havuzların alt kısımlarına suyun yufkalaştığı yerlere yaylıma çıkar, derenin akarlarından inen böcekleri avlarlardı. En sevdikleri hava ise, derelere hafif yağmur yağıp suların kamış rengine döndüğü günler olurdu. Böyle günlerde binlerce sinek ve böcek, dere sularına karışır, alabalıklar bu zengin ziyafet karşısında oynağa kalkardı. Böyle havaları "Alabalığın çok sardığı günler” diye tabir eder ve sepetlerimizi doldurmadan balıktan dönmezdik.
Yalımlardaki sır
Bazen balığa yalnız gider, dere boylarında yatardım. Yalnız olduğum geceler, yaktığım ateşin yalımlarını sükûnetle seyrederdim... Köz olmuş ateşte yalımların dans edercesine peş peşe gelip yükseldiklerini fark etmiştim o yıllar, garip bir merak ve hayranlıkla... Belki de yaşamın sırrıydı o yalımlar. Peş peşe ortaya çıkıyor, biri yok olup giderken diğeri arkadan geliyor, ateşin varlığı hiç durmaksızın öylece sürüp gidiyordu. Büyük kayalardan söküp kumsal yerlere halı misali yaydığım yosunlardı yatağım... Üzerimdeki asker parkasıyla çok üşürdüm bilhassa tan atımında, dere akarları beyazlarken... Akarlar beyazlayıp seçilmeye başladığında, şafak sökümünün yakın olduğunu anlardım...
Dağların şifası
Hemen her zaman çantamda taşıdığım küçük bakır demlik ile çay demler, bir iki lokma atıştırıp karış karış bildiğim, derenin doğal havuzlarında avlanmaya başlardım. Şafağın söktüğü o saatlerde, oltaya yem takmak ustalık gerektirirdi. Gözlerimin kancayı rahat seçmesi için göğe kaldırır, göğün aydınlığında kullanacağım yemi de, oltayı da rahatlıkla seçerdim.
Ergenlik yıllarımdı… Dağların şifasını bedenimdeki yaraların, yüzümdeki sivilcelerin çarçabuk geçmesinden bilirdim.
Dağlara özlem ve ODTÜ DKSK
Görme engelli olduktan sonra çok özledim sis bürümüş yaylaları, dağları, dereleri. Değirmenlikızıklıların Atamak dedikleri şelaleleri, o sert sularda yukarıya doğru yüzmeye çalışan, zıplayan kıvrak alabalıkları, rüzgârda seslenen çam ormanlarını, uykuya yatmadan önce hayal ederdim. Derelerin alt ucundan girer, dağ sultanlarının peşi sıra koşturur, yükseklerden çıkardım. Yaylalarda dolaşır, rüzgârda ıslık çalan Gölcüklü Yaylası'nın alt başındaki çamları dinlerdim. Dağların kokusunu, seslerini, sükûnetini çok özlemiştim.
Bir gün dağlara tekrar dönmeyi umut ederek; “Basacaktır bağrına beni karşısında görünce dağlar. Bunu adım gibi biliyorum. Bakmayın ayrı düştüğümüze siz. Su sızmazdı bir zamanlar aramızdan. Dağlar benim eski dostum,” diyerek kendimi avutuyordum. Ve gün o gündü. Üniversite sınavını kazanır kazanmaz haberdar olduğum ODTÜ Dağcılık ve Kış Sporları Kolu’nda (ODTÜ-DKSK) bu iş olmalı, bana seslenen dağlara artık dönmeliydim. Doğal kabul edilebilecek körlüğümden kaynaklı bazı sorunlara karşın nihayetinde döndüm de... Dağlara kavuştuktan sonra da o sesleri, o kokuları, o derin sükûneti aradım, durdum. Dağlarda yüreğimle dolaştım. Kısmet oldu ODTÜ Dağcılık ve Kış
Sporları Kolu onur üyeleri arasına katıldım, Türkiye'de ve yurt dışında da tırmanışlar yaptım. Etkinliklerimin kamuoyundaki yansımaları ardından benimle pek çok kez söyleşiler yapıldı, onlarca soru soruldu, ben de elimden geldiğince cevaplamaya çalıştım. Fakat, yaşamıma dair en can alıcı ve kendimi tutmasam ağlayabileceğim o ustaca, anlamlı soru, THY Zirve reklam filmi sonrası, Sabah Gazetesi'nde yayımlanacak bir röpörtaj için Bursa'ya gelip benimle söyleşi yapan Sonat Bahar'dan geliyordu:
"Dağlarda aradığınız neydi?" Hiç beklemediğim bu soru karşısında duygulandım, duraksadım, bir süre sessiz kaldım, konuşamadım, boğazım düğümlendi ve ağlama hissimi kontrol ederek yüreğimden gelen bir sesle: "Hep o sesleri aradım, durdum." diyerek sözlerime başlayabildim.
Mustafa Özen'in arşivinden, Dağ Sultanları
Kendimi gerçekleştirmek
Medyada gözükmek ya da körlüğüme rağmen bir şeylere meydan okumak için dağlara gittiğimi düşünenler oldu zaman zaman. Oysa yaptığım, geçmişimde yarım kalmış görkemli bir kulvarı daha kompleks tarzda sürdürmekten, mazideki o sesleri dağlarda aramaktan ve kendimi gerçekleştirmeye çalışmaktan başka bir şey değildi. Böyle yapmasaydım kendime, geçmişime yabancılaşacaktım.
Herkesin kendini gerçekleştirebilmesi dileğiyle, sevgiler.
***
Bazı notlar
Dağlardaki yöre isimlerinin etimolojik, folklorik ve coğrafik içerikleri var. Oraları anlamlı kılan da bu içerikler üzerine inşa edilmiş öyküleri. Bu sebeple, olur olmaz yöre isimleri değiştirilmemeli, doğruluğundan, geçmişinden emin olunmayan yer adları kullanılmamalı. Bilinmeyen isimler için yöredeki yaşlıların ve eski haritaların rehberliğine başvurulmalı. Aksi takdirde, isimler ve yerler arasındaki esmasıyla müsemma anlam bağı ortadan kalkacak ve dağlarımız yoksullaşacaktır. Kırk yılın Domuzlu Yaylası'nda bu bağı kopartan, oraya daha sonra yapılan bir çeşme üzerine; "Tonozlu Yayla" yazılmasıydı. Ancak bu konudaki asıl etmenin, “Post-Truth” algı üretme makinesi sosyal medya olduğunu düşünüyorum. Etimolojik öyküleri olmayan uydurma isimler, çokça paylaşıldı ve yerler ve isimler arasındaki anlam bağları buharlaştı. Bu yoksullaşmaya Uludağ'ımızdan aklıma gelen bazı örnekleri vermek istiyorum.
- Tonozlu Yayla değil, Domuzlu Yayla.
- Gür Pınar değil, Gül Pınar.
- Büyük Ataman Şelalesi değil, Büyük Atamak.
- Elvan Kaya değil, Delikli Kaya ya da Yankılı Kaya.
- Kürklü Pınar değil, Kırkpınarlar.
- Saklıgöl değil, Heybeligöl.
- Atamaklı Sarp değil, Basamaklı Sarp.
- Ali Bey Şelalesi değil, Kürekli Şelalesi.
Yineleyeceğim, her mevkinin bir öyküsü ve bu öykülerin karşılığı olan isimleri var. Örneğin, geçmişte bir kilise olduğu için eskiler Kilise Tepe demişler… Karşıdan bakıldığında eğer görünümünde olduğundan o tepeye eğer metaforuyla Eğer Tepe denilmiş… Her tarafı su birikintileri ve çamurla kaplı olduğundan Sulu Yayla denilmiş… Domuzların, Gökdere ve Kaplıkaya arasında çokça geçit yaptığı ve eğrelti yumrularını yiyerek çokça vakit geçirdiği için o mevkiye Domuzlu Yayla denilmiş… Zeynilerden bakıldığında sağ tarafta Sarıalan Kayalıkları, sol tarafta Kaplıkaya Vadisi, ortadaysa kuzeye doğru bir burun gibi uzanan kütleye "Orta Burun" denilmiş. Ne kadar da güzel ifadelendirilmiş… Oraya bundan daha estetik bir coğrafya ismi verilemezdi herhalde… Kovuk Dere'yi besleyen sol ayak üzerindeki Heybeli Göl de görünümünden dolayı o ismi almış… Balıklı Dere’deki değirmen, bölgenin Değirmen Düzü ismi olmuş… vb... Gelişigüzel isimlerle dağlarımızı sorumsuzca yoksullaştırmayalım. Oralar etimolojik, folklorik ve coğrafik değerleri olan isimleriyle daha güzel ve daha zengin.
Bana bu isimleri, bu kültürü öğreten Ali Dede'ye, Halil Abi’ye, Dündar Abi’ye, Zeynilerden Deli Memet'in oğlu Cemal Abi’ye ve isimlerini şu an anımsayamadığım tüm büyüklerime Allah'tan rahmet diliyor, hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.