Nazlıcan Özkan Ordulu

03 Haziran 2023

Demokrasi gerçek değildir ve sana zarar veremez

48'in bugünkü çaresizliği ya da umutsuzluğu 52'den değildir, 48'i korkutan 52 de değildir Erdoğan da. Varım diyemeyen 48 kendi kendisinin kabusu, karanlığı olur. Oyun alanını, sözünü kaybetmiştir

Demokrasi yoktur, beş senede bir Anadolu'nun sandıklarında dolaşır hayaleti. Nerede ne zaman doğdu da bugün mü öldü tartışmalarının sonu pek hayırlara vesile olmayacaksa da demokrasi deyince kendisinde olan fazla demokrasiyi ihraç etme ülküsüyle davranan Amerika geliyor aklıma. Türkiye'nin komplo teorilerini bağrına basan toplumsal muhakeme yatkınlığı ya da siyasi dinamikleriyle çoğu zaman küçük Amerika modeli olduğu hep tartışılmıştır. Demokratik sistemlerinde üçüncüye izin vermedikleri iki adaylı seçim sistemleri ise bize son döneme kadar yabancı bir fenomendi. Dualitenin zirvesinden beliren seçim sandıkları artık yakınımızda. Zira demokrasi ihraç eden Amerika'dan biz de bir başkanlık sistemi ithal ettik. Kendi koşullarımızda ve kültürümüzde harmanladığımız demokrasiyi kısa sürede sevdalıları olan bir şölene dönüştürdük. Demokrasi düz demokrasi halinden çıkarılıp önüne ileri sıfatı sonuna şölen vurgusu eklenirken kendisine ağırlık eden ön koşullarını yolda bıraktı ve hafifledi. Eğitim eşitliği, sağlık imkanlarından eşit yararlanma, vicdan özgürlüğü ve ifade özgürlüğü ayak bağı idi, çözüldü. Bu şölenin tek koşulu ise sandık ne zaman açılırsa oraya davranan ve bunun haricinde duygularını içinde yaşaması beklenen seçmen oldu. Her ne kadar kendi yorumumuzu kattığımız bir otantik demokrasi yarattıysak da yöntem olarak bu iki seçeneğe mahkûmluk değişmedi. Yöntemi düşünüldüğünde başkanlık sisteminin teklifi dahi yalnızca parlamentoyu ya da yürütmeyi ilgilendiren bir sistem midir emin değilim. Çünkü bu dualite modeli, sistemin değişmesinin ötesinde maruz bıraktığı "iki tercihin var, hangisi?" düşünme matematiğini halka sundu.

Tam da buradan hareketle son seçimlerde muhalefetin de iktidarın da tekelleşme benzeri yapılar almasını, birbirinin içinde kaybolan desenler oluşturmasını, kimi kimlikleri yok ederken kimilerini bileyen bir hâl alması tedirgin ediciydi. Mesela bugünün tam aksinden mevcut başkan Erdoğan'ın liderliğinde partisinin seçilmesini mümkün kılan 2002 meclis ve toplum dinamiklerine bakıldığında bambaşka bir toplumsal yapı ve beş benzemez lider görülüyor.

Yönetimden tabana dikey ve yatay yayılan bu iki kutuplu bölme yönteminin bireylere tesir etmemesi elbette mümkün değil. Bitaraf olanın bertaraf etiketine layık görüldüğü yerde, konuşlanmayan bir kişi yalnız bir halde belirsizlik ve güvensizlikle karşı karşıya kalma tehdidi altındadır. Birinin, kendi muhakemesine göre iyisiyle kötüsünü, şeytanıyla meleğini, teröristiyle kahramanını ayırmadan, dünyayı böyle algılamadan güvensizliğe direnmesi ne kadar sürebilir ya da ne kadar denenebilir ki? Ölüm-kalım gerginliğinde seçim sandıklarına davranan bir millete dönüşmemizin hikayesinden bahsediyorum. Tabii herkesin şeytanı da teröristi de kendine. İnsan düşünmek istemez sormaya zorlanabilir, acaba ben kimin kötüsüyüm? Bugün kimin teröristiyim, diye.

Seçim süreci yetmemiş gibi, seçim ardından bundan böyle 48 ile 52'nin maceralarını izlemeye mahkûm kalmış gibi hisseden bireyler doğal olarak siner, yalnızlaşır, kaybolur. Kayıpların ardından oyuncağı elinden alınmış çocuk tepkileri vermeye yatkın olduğunu görebildiğimiz muhalefet bloğunun farkında olmakla beraber buradaki esas kayıp oyuncak değil Winnicott'un anlattığı "oyun alanı"dır. Fakat bu "çocuksu" tepkiyi muhaliflerin bir kabahati olarak görmek zorunda değiliz. Zira oyuncak kaybı tepkisi, oyuncağın hemen şimdi geri verilmesi talebi, küslük ya da nesnesini bulamayan savruk öfke de bu oyun alanının kaybıyla ilişkisiz değerlendirilmemeli. 52'nin yaşadığı yerde 48 de vardır, 20 de, 10 da. Bir soran olursa varızdır. Ama evde. 48'in içinde 20 de vardır 10 da vardır ama evde. Bu sinik, yalnız ve kayıp hâl böyle böyle büyümeye yatkındır. Adayından memnun olmayan vatandaş vardır, ama evdedir. Desteklediği liderinin LGBT yuhalattığını izleyen lubunya vardır, ama evdedir. Desteklediği partisi bir ili terörist yuvası belleyen Kürt vardır, ama evdedir.

Nihayetinde 48'in bugünkü çaresizliği ya da umutsuzluğu 52'den değildir, 48'i korkutan 52 de değildir Erdoğan da. Varım diyemeyen 48 kendi kendisinin kabusu, karanlığı olur. Oyun alanını, sözünü kaybetmiştir. Oyuncağı kapana "o senin olabilir ama ben de buradayım, ha 8 ha 48 fark etmez bana böyle davranamazsın" diyecek yerini yitirmiştir. Diğer taraftan 52'nin saklı çaresizliği ya da korkusu 48 midir, yoksa aynı şekilde varım diyemeyen 52'nin kendisi midir? Cevap "Ne yapıyorsun?" diyen vatandaşa "Sindireceksiniz kaybettiniz!", diye saldıran eski bakanın yersiz öfkesinde olabilir. Çünkü bakan yoktur, arada bir kurullarda dolaşır hayaleti.

Protesto, başkaldırı ya da toplumsal muhalefet sol siyasetin himayesinde değerlendirilemeyecek kadar insana dair eylemler. Sağ ya da sol görüşlü hak arayıcılarının, bir kelamı olan herkesin ortak kaybı olarak ayan beyan önümüzde duruyor. İfade alanımızı, söz söyleyecek yerimizi, oyun alanımızı yitirmemiz de siyasetin işleyişinden ayrılamaz bir konumda. Komplo teorilerini gerçek tehlikeler ile besleyerek her şeyi kriminal ikiliklere ayıran hakim siyaset, günlük bir mevzumuzda dahi biraz kıpırdanmaya ya da farklı davranmaya kasten alan bırakmamıştır. Tabii bütün bunlar olurken muhalefette ne oluyordu diye bakılabilir hatta bakılması gerekebilir. Bazı cumhuriyet devrimlerine atıfla tabir edilen "tabanın talebiyle değil tepeden inme kazanımlar" gibi bir helalleşme rüzgarı saçlarımıza değip geçmişti, hatırlıyorum. Helalleşme nedir, nasıl yapılır, hellaleşme 101 seviyesinde takılıp duvara çarptı. Helalleşme mi hesaplaşma mı diye karışan pazardan, estağfurullah düsturuyla geri döndük. Oysa biraz dayansak insanın kendisiyle helalleşmesi ikinci derste hemen işleneceğine inandığım bir mevzuydu. Hakim siyasetin haricinde yer alan her kesim kriminalize olacağının tehdidini parmağına dolayıp bir sonraki seçime kadar sağ salim ulaşmanın muradıyla ses çıkaran herkesin tuhaflığına bir ilmek attı. Bizim gördüğümüz de kendi seçmeninin öfkesinden ürken, karanlıkta kalmaktan korkan ve belirsizliğimizi taşıyamayacak kadar endişeli liderler oldu. Halka hakkını vermeden ilerlemek, yani söz hakkını, öfkelenme hakkını, üzülme ve özür dileme hakkını vermeden ilerlemek hali hazırda evde var olanın kamusal alana çıkışını engeller. Bir zamanlar orada olanın ise iki seçeneği vardır. Ya kamuda siyaha yahut beyaza dönecek ya da vakitlice eve dönecektir. Türkiye'de en nihayetinde liderler haklarını halklarına helal edemediler ve halk vardı. Ama evde. Evde olan kamuya çıkamadı, kamudaki de rengini kaybetti.

Tolstoy 150 yıl önce "Hayatta kalma savaşı ve nefret, insanları birbirine bağlayan tek şey bunlardır", diye yazmış. Kurtuluşunu nefrette arayan biri değilim. En son hayatta kalma savaşını ise Hatay'da gördüm. Meslektaşlarımın iyi bileceği, çoğunluğunun gönüllü psikologlardan oluştuğu WHR ekibiyle beraberdim. WHR'nin kurucusu ve başkanı hocam Ayten Zara oluşum hakkında bir kültürden bahsediyordu. Alma-vermeyi dışlayan, dayanışma kültürü. Bir şeyleri, birilerini ya da kendimizi iyileştirmek istiyorsak almaktan ve vermekten ötede bir yerde dayanışmamız gerektiğinden bahsediyordu. Yani zincirin bir halkası olmaktan. Orada kimin kime oy verdiğini, ne iş yaptığını, kimlerden geldiğini umursamadan birbirimize iyi gelmek için ne yapabiliyorsak yaptık. Herkesin kendi renginde bulunduğu oralardan bir umut attım cebime. Dayanışmanın en duru halinden. Hepimize dair hâlâ bir şansımız varsa, geçtiğimiz günlerde kapanan Hatay deponun oralarda bir yerlerde olduğuna inanıyorum. Demokrasinin hayaletlerini ancak 52'nin içindeki 1'i, 48'in içindeki 2'yi evden çıkarıp yan yana durmaya cesaretlendirecek bir ülke kovabilecek. Halk var, ama evde kalacaksa, demokrasi şölenimiz seçimden seçime coşup durulacak.

Nazlıcan Özkan Ordulu kimdir?

Nazlıcan Özkan Ordulu, 1993 yılında Ankara'da doğdu. Psikoloji lisansını bitirdikten sonra ilk uzmanlığını Politik Psikoloji alanında Bournemouth Üniversitesi'nde tamamladı.

Uzmanlığında gelir adaletsizliği ve kolektif narsisizm ilişkisi, negatif kampanya biçimleri, protesto ve post-modernizm dinamiklerini çalıştı.

Ardından Türkiye'ye dönerek Klinik Psikoloji uzmanlığına başladı, şu anda aktif psikoterapistlik yapıyor.