Donald Trum-Kamala Harris
ABD’nin yaklaşan seçimleri 5 Kasım’da yapılacak. Yalnızca ABD’nin yeni başkanı değil, Kongre’nin Temsilciler Meclisi kanadının tamamı (435), Senato’nun üçte biri (33) ve eyalet valileri de seçilecek. Temmuz ayında Joe Biden’ın adaylıktan çekilmesiyle, Demokrat Parti’nin başkan adayı gösterdiği Kamala Harris anketlere göre seçim sürecinde az farkla da olsa Donald Trump’ın önündeydi. Fakat, artık değil. Harris ve Trump arasında kayda değer fark görülmüyor. Üstelik seçimin sonucunu belirleyecek 7 “salıncak eyalette” Trump küçük farklarla önde görünüyor.
İki dereceli başkanlık seçim sistemi nedeniyle, ülke genelinde alınacak oy sayısından ziyade hangi adayın kaç tane ikinci seçmeni kazanacağı önemli. Her eyaletin sabit sayıda ikinci tur seçmeni var. Aslında seçmenler, toplam 538 ikinci seçmeni oylayacaklar. Seçimi kazanmak için en az 270 ikinci seçmene sahip olmak gerekiyor. Belirlenen ikinci seçmenler ileri bir tarihte toplanarak usûlen yapacakları oylamayla yeni başkanı seçecekler. An itibarıyla, genel oylama eğilimleri ışığında, bu 7 kritik eyalet hesaba katılmazsa, Harris 215, Trump 219 ikinci seçmene sahip görünüyor. 104 ikinci seçmen ortada duruyor. Harris ülke genelinde daha çok oy (oy çokluğu) kazanabilir gibi görünüyor. Ancak, Harris seçimin sonucunu belirleyecek ikinci seçmen sayısını (oy çoğunluğu) elde edemeyebilir. Bu durumda Trump burun farkıyla öne geçtiği “salıncak eyaletlerde” üstünlüğünü pekiştirirse, seçimi kazanabilir.
ABD seçimlerinin sonucu Türkiye’yi etkileyecek mi?
Seçimi kimin kazandığı, hem ABD’nin dünyada liderliğini üstlendiği liberal demokrasiler için, hem buna meydan okuyan otoriter ülkeler bakımından önemli olacak. Trump'ın kutuplaştırıcı söylemiyle kazanacağı bir seçimin otoriterleşme taraftarlarını memnun edeceği açık. Bu senaryonun demokrasiyle otoriterlik arasında yalpalayan Türkiye’ye de yansımaları kaçınılmaz olacaktır. Başlı başına önemli olmakla birlikte, bunu bir kenara bırakarak, seçimlerin Türkiye’nin dış politikasına olası etkilerine bakalım.
Türkiye-ABD ilişkileri uzun süredir zedelenmiş bir çerçevede devam ediyor. İlişkiler asgari ölçüde ve al-ver anlayışıyla yürütülüyor. İşbirliğine dayalı bir ittifaktan ve stratejik ortaklıktan çok, mecburi angajmana yaslanan zoraki ilişkilerden bahsetmek mümkün. Türkiye, artık eksik demokrasisiyle otoriter devletler kategorisinde kabul ediliyor, buna göre muamele görüyor. ABD seçimini kim kazanırsa kazansın, bu durum değişmeyecek. Çünkü, ABD’ndeki kurumlar arasında Türkiye konusunda belirgin, olumsuz bir mutabakat var. Dolayısıyla, Türkiye için seçimi kimin kazanacağının pek önemi yok. Trump seçimi kazanırsa, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la yakın kişisel ilişkisini belki yeniden kurabilir. Fakat bu, iki devlet arasında yakın ilişkilerin başlayacağı veya Türkiye'nin kazançlı çıkacağı anlamına gelmiyor; sadece Erdoğan’la daha sık telefon konuşmalarının ve Beyaz Saray ziyaretinin mümkün olabileceğine işaret ediyor.
Hatırlamakta yarar olabilir: Türkiye’nin S-400 alımı nedeniyle F-35 ortaklığından çıkarılması, CAATSA yaptırımlarına maruz kalması gibi eşi görülmemiş gelişmeler Trump döneminde olmuştu. Sözünü sakınmadığı bilinen Trump’un Rahip Brunson buhranını nasıl yönettiğini, bunun sebep olduğu döviz kuru krizimizi, emsalsiz “Aptal olma!” ifadesiyle biten aşağılayıcı mektubunu bunlara ekleyelim. Nihayet, Trump’un İsrail’in Golan Tepeleri'nin ilhakını kolaylaştırdığını, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyarak ABD Büyükelçiliğini oraya taşıdığını, Filistinlilere yaşam hakkı tanımadığını, Netanyahu'nun en güçlü destekçisi olduğunu not edelim. Esasında Trump, Türk-Amerikan ilişkileri tarihinde en dip noktalardan birini işaretliyor. Harris kazanırsa, Biden dönemi politikalarının süreceği varsayımıyla, ikili ilişkilerdeki durgunluğun devam edeceği söylenebilir. O halde seçimin neticesi ne olursa olsun, Türkiye-ABD ilişkileri bakımından anlamlı bir fark yaratmayabilir.
Ne Batı'yla, ne Doğu'yla anlaşabilen Türkiye
Burada pergelin ayağını açarak, daha geniş bir coğrafyada durumu değerlendirmek anlamlı olabilir. Yıllardır AB’yle ve Avrupa-Atlantik kurumlarıyla ilişkileri donmuş ve patinaja girmiş Türkiye, bir süredir aklı evvel yaklaşımla küresel güneyin temsilcisi BRICS ile ilişkilerini geliştirmeye çalışıyor. Bir taraftan, İngiltere’nin 19. yüzyıldaki “değerli yalnızlık” politikasını, sonra Fransa’nın De Gaulle döneminde NATO’nun askeri kanadından ayrılmasına adını veren “stratejik otonomi” yaklaşımını ismen kopyalıyor. Sonra bunlara dayanıp, bağımsız ve ulusal çıkarlarını önceleyen bir dış politika izlediğini iddia ediyor. Fakat, Türkiye ne İngiltere’nin ne Fransa’nın imkanlarına sahip. Elde olan sadece “jeopolitik önem” iddiası. Yani, kıymetli arazide oturuyor olmamız. Bu hamaset söylemi bizi otoriter ülkelerin kurguladıkları BRICS’e utangaç üyelik başvurusu yapmaya götürüyor. Neticede, Kazan’daki BRICS zirvesinden de ancak “ortak üyelik” kazanımıyla dönüyoruz. Halbuki, Batı’ya yönelik şantaj, Doğu’ya yanaşık ayartma politikalarının sonuç vermeyeceği açık. Bütün bunlar, Türkiye’nin kararsız, dengesiz, dağınık ve çelişkilerle dolu bir dış ilişkiler yumağı içinde savrulmasından başka bir şey üretmiyor. Zira, hem Batı hem Doğu ilkesiz, herkesin aklını küçümseyen bir bezirgan fırsatçılığının farkında ve bize güvenmiyorlar. Her kararın tek adamın iradesine bağlandığı, sürekli azamiyi talep eden, mümkünü makulde aramayan, hukukun ve adaletin olmadığı bir ülkede bugün verilen güvencelerin yarın keyfimiz isterse uçup gidebileceğini herkes görebiliyor.
Konuşulmayan nükleer santral ihalelerinden Batılı ülkelerin çekilmesi, bu öngörülemez halden kaynaklanıyor. Rusya’dan satın alınan ama borç taksitlerini bile ödeyemediğimiz, depoda bekletilen S-400 sistemi çarpıcı bir örnek. F-35 ortaklığından atılarak, F-16 bile alamaz hale gelmemiz bir başka misal. Ukrayna ile Rusya arasında arabulucu konumunu kaybettiğimiz, Karadeniz tahıl koridoru projesinin rafa kaldırıldığı konuşmadığımız gerçeklerden. Rusya ile Suriye hava kuvvetlerinin Suriye’de İdlib kırsalında Türkiye’nin himayesindeki cihatçıları fırsat buldukça vurmalarına sessiz kaldığımızı da görmeden geçemeyiz. Her fırsatta İsrail’i lanetlerken, el altından her çeşit ticarete devam ettiğimizi en başta Filistinliler ve Arap kamuoyu biliyor. Libya’da vurduğumuz Halife Hafter’le şimdilerde silah ve mühimmat ticaretimiz ortada. Yıkmaya çalıştığımız Suriye’deki rejimle barışma çabalarımızın karşılıksız kaldığını görüyoruz. Mavi Vatan derken, kendimizi karasularımıza hapsettiğimiz gerçeği de önümüzde duruyor. ABD’nin müstakbel başkanı, AB’nin liderleri, BRICS’i yönetenler, velhasıl küresel kuzeyde ya da güneyde, doğuda veya batıda bu saçmalıklar manzumesini bilmeyen, Türkiye’nin sürekli sergilediği zaaflarını istismar etmeye çalışmayan yok.
Yüzleşme ihtiyacı
ABD seçimlerini, BRICS’i veyahut bir başka konuyu değerlendirirken en başta kendi elimizle kazdığımız bu garabet kuyusundan çıkmamız gerektiğini görmemiz isabetli olacaktır. Hakikatleri her gün bükmekten vazgeçerek, gerçekle yüzleştikten sonra, demokratik bir hukuk devleti olmayı reddetmemizin ağır maliyetini karşılayacak güçte olmadığımızı anlamamız mümkün hale gelecektir. Devamında, ekonomik krizi ölçüsüz önlemlerle ve halkın nefesini keserek aşamayacağımızı, hesapsız sığınmacı politikasının ürettiği devasa maliyeti kaldıramadığımızı kabul etmemiz gerekecektir. Kısacası, kendimizi bilmemiz yeterli olacaktır.
Öncelikle bunları yerine getirebilirsek, belki o zaman aidiyetlerimize, hakiki potansiyelimize, nerede durduğumuza ve halkımız yararına neleri gerçekleştirebileceğimize ilişkin laf cambazlığından uzak anlamlı konuşmalar yapmaya başlayabiliriz.
Namık Tan kimdir?Namık Tan, eski Washington Büyükelçisi ve Dışişleri Sözcüsü, 28. Dönem CHP İstanbul Milletvekili'dir. |