Dün çok ilginç bir yazı okudum. Yazıda Türkiye’de medyanın iflas ettiği anlatılıyor. Bunun neresi ilginç derseniz, yazarı diyebilirim.
Yazı, AKP’yi kuruluş döneminden bu yana destekleyen bir gazetede yayınlandı. Bu gazetenin köşe yazarı, medyanın geldiği yeri uzun uzun ve açıklıkla anlatmış. Anlatmadığı tek şey var, buraya nasıl gediğimiz.
Yazıdan alıntılar yaparak, yazarın medya konusundaki tespitlerini hangi açıdan paylaştığımı ama bu arada yazarın neleri görmezden geldiğini anlatmaya çalışacağım.
“Türkiye’de ‘yerli medya’nın geleceği konusunda çok ciddi endişelerimiz var. Finansal, ekonomik güç olarak hiç olmadığı şekilde güç kazanan ancak içerik ve dil olarak hiç olmadığı kadar zayıflayan, kamuoyunu etkileme gücü her geçen gün azalan medyamızın geleceği konusunda çok acil bir şeyler yapılması gerekiyor.”
Bu paragrafın ilk bölümü maalesef gerçekleri yansıtmıyor. Medyamızın finansal olarak hiç olmadığı kadar güç kazandığı kısmı doğru değil. Yazarın, medyanın hangi kısmını kastettiğini bilmiyorum. Ama Demirören Grubu’nun Doğan Medya Grubu’nu Ziraat Bankası kredisiyle satın alması finansal gücünü göstermiyor. Bu satın alma için kamu kaynaklarının kullanıldığını gösteriyor sadece. Bu işe nakit ayırmayan bir grubun bu denli büyük bir işe girmesi, ticari iştahla açıklanamaz. Kaldı ki bu kredinin geri ödemesi olabildiğince ertelendiğinden, bu medya grubunun gerçek gücü hakkında fikir sahibi olmak için ödemeleri beklememiz gerekiyor.
Ülkede başka medya grupları da var elbette. Ciner Grubu’nun Habertürk gazetesini kapatması, güçlü bir finansal yapıya işaret ediyor olmasa gerek.
Doğuş Medya Grubu’nun, Doğuş Grubu’nun yaşadığı finansal darboğazdan etkilenmemesi mümkün değil. En çok da Star televizyonunun bu zor zamanlardan etkilendiğini, sektörün ilgili kesimleri iyi biliyor.
Sabah Grubu’na gelince. Onların ne durumda olduğu bir muamma. Mutlaka grubun maddi yapısını bilen birileri vardır. Ancak bu grup ATV, A Haber, Sabah gazetesi gibi organlarıyla, yazarın tarif ettiği yapıya en benzeyen grup. Onun da sahiplik, yönetim, hükümetle akrabalık, içerik yönetimi konusundaki çok özel durumu, bu çok özel durumun gelir yapısını nasıl şekillendirdiği, tahminlere gerek bırakmayacak denli açık.
Geri kalan yayın organlarının hiçbiri için “finansal açıdan güçlü” diyemeyeceğimiz ise ortada. Buna yazarın gazetesi de dahil.
Yazar giriş paragrafının ardından şöyle diyor:
“Yeni bir ‘medya dili’ üretilmesi artık bir zorunluluktur. Konvansiyonel medya dili eskimiştir. Haberler üzerine bir medya yapılanması artık gerçekçi değildir. Analiz, yorum, dil ve içerik üretemeyen medya organlarının, medya gruplarının daha da güç kaybedeceği artık aşikârdır. Kendini dönüştüremeyen medya organları ve yapılanmalarının hızlı bir şekilde çökeceğini düşünüyorum.”
Haklı bir tespit. Gazete ve televizyonların dijital ve sosyal medya karşısında içerik, dil ve üslup olarak yenilenmesi şart. Yeni formatların gelmesi, içeriğin daha hızlı tüketilecek parçalara ayrılması, grafik unsurların ağırlık kazanması ilk akla gelen çözümler. Ama Türkiye medyasının asıl derdi, üslup değil, içerik. Yazarın dediği gibi Türkiye medyası haberler üzerine de yapılanmış değil. Aksine Türkiye’de medyanın kan kaybetmesinin temel sebebi, haber analiz ve yorumdan uzaklaşmış olması. Medya haberi yaymak değil gizlemek, analiz etmek değil bükmek, yorumlamak değil propaganda yapmak için faaliyet gösteriyor.
Medya gruplarının çökeceğine dair tespite ise katılmıyorum. Medya grupları ahlaken ve fonksiyon olarak çökmüştür, finansal olarak çökmelerine ise kolay izin verilmeyecektir.
Yazar, “Köşe yazarlarının hiçbir iddiasının kalmaması, günü kurtarma dışında bir kaygı ile kendilerini zorlama ihtiyacı duymamaları, çoğunun ‘kerhen’ bir yazı yazıp günü kurtarması, iddia ve fikirden çok ‘ilişkiler’ üzerine motive olmaları hazin bir göstergedir” diyor ki bu da yukarıda analiz ve yorumla ilgili yazdıklarımı doğruluyor.
Yazıda şu ifadeler de yer alıyor:
“(…) üzerinde düşünülmeyen bir başka tehlike daha vardır. Yerli medyanın gücünün erimesine neden olan da aslında budur. O da; yeni bir medya dili üretilememesi, nitelikli medya mensuplarının yetiştirilememesi, içerik üretme gibi bir sorumluluğun ortadan kalkması, sadece siyasetin dilini tevil etmekten öteye geçilememesi, medyanın entelektüel iddialarını tamamen kaybetmesidir.”
Yazar nitelikli medya mensuplarının yetişmemesi konusunda haklı. Ancak konuyu fazla “beriden” ele alıyor. Durumu sağlıklı ortaya koymak için, biraz “öteye” gitmesi gerekiyor. Bu ülkede, son derece nitelikli, iyi yetişmiş, genç ancak tecrübeli bir gazeteci kuşağı vardı. Bunlarla birlikte bu yetişmiş medya gücüne ustalık etmiş, yetişmelerine imkan tanımış bir üst kuşak da vardı.
Yenilerini yetiştirme derdine düşmeden önce, yazarın, bu insanların nerede olduğunu, neden medyadan el çekmek zorunda kaldığını düşünmesi gerekiyor. Bunu yaparsa, sorduğu sorunun cevabı kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Yetişmişlere tahammül edilemeyen, medyadaki el değiştirmelerle tasfiye edilen bu insanların yerine hangi motivasyonla yenileri yetiştirilecek ki?
Ve gelelim yazının en can alıcı yerine… “Muhabirlerin, editörlerin, yazı işleri yönetimlerinin iddia ve araştırma kabiliyetini kaybetmesi, bunu bilinçli olarak tercih etmesi, olağanüstü bir ataletin medya mutfaklarına hâkim olması, heyecanın kaybedilmesi, Türkiye’nin esas meseleleri üzerine düşünce üretme merakının azalması, küresel ölçekte tartışmalara ve eğilimlere ilginin neredeyse yok olması büyük bir tehlikedir.”
Doğru. Ama bu sayılan kadrolar bir sabah uyanıp da, “Yeter artık çalıştığımız, artık kaytaralım” demediler. Bu insanlar arasından, önce yazarın sözünü ettiği” iddia ve araştırma kabiliyeti” sahibi olanlar kovuldu, sindirildi, kızağa alındı. Onların yerlerine gelenler de bu durumdan ders çıkararak sindi, otosansürü, haberleri eğip bükmeyi, olayların can alıcı unsurlarını gizlemeyi asli faaliyetleri haline getirmek zorunda kaldılar.
Yazar, buraya kadar haklı gerçeklere dair haksız sorular soruyordu. Şu paragrafan itibaren, haksız suçlamalarda bulunuyor:
“Medyanın ve entelektüel alanın başarısızlık, ilgisizlik, tükenmişlik görüntüsünü siyasi söylemin arkasına sığınarak örtme çabaları daha da vahimdir. Tembelliği siyasetle kamufle etmek tehlikelidir.”
Oysa medyada entelektüel başarısızlığı ve tükenmişliği üreten, medya ortamını bu hale getiren, iktidar ve onlara göbeklerinden bağlı, medyadaki sermaye sahipleridir. Zira entelektüel olmak, gazeteci olmak, habercilik yapmak soru sormayı, sorularda ısrarcı olmayı, ulaşılan cevapları yayınlamayı gerektirir. En çok soru da iktidarda olana, iş yapana sorulur. Soru sorulmasına tahammülü olmayanların, entelektüelleri hain ilan edenlerin, üniversitelerde, gazetelerde kadrosuz bırakanların ihtiyaç duyduğu şey entelektüeller değildir. Onların aradığı, kendilerine meşruiyet, argüman ve bahane üretecek, çarpıtmalarla “spin doktorluğu” yapacak kalem cambazlarıdır.
“Yazarın ‘Dünya bir buhran döneminden geçerken, Türkiye büyük değişimler yaşarken entelektüel alanda, medya alanında bir şey üretemiyorsak, sıkıntı bizde demektir. Burada hedef, ideal, dava, adına ne derseniz deyin, toplumsal eğilimleri belirleyen hiçbir alanda söz üretemiyoruz demektir’ sözlerine itirazım yok. Gerçekten de ‘hedef ve dava’ adına dişe dokunur bir şey üretemiyorlar. Bunu da her seviyede, “kültürel iktidarı ele geçirmedik” diye özetliyorlar.
Sıradaki cümleler, yazarın yukarıdaki, “medya grupları ekonomik olarak güçlü” tespitiyle çelişiyor ama doğru olduğu için alıntılıyorum:
“Bu çerçevede büyük medya grupları için zor bir dönem başlıyor. Zaten ekonomik krizler altında ezilen bu yapıların bazılarının birkaç yıla kadar ayakta bile kalamayacak hale gelebileceğini düşünüyorum. Bazı medya organlarının tasfiyesinin bile büyük meblağlar tuttuğu varsayılırsa, medya gruplarının acil olarak ‘yeni medya düşüncesi’, ‘yeni medya dili’ inşa etme konusunda alarma geçmesi gerekiyor.”
Bu paragrafta yanıldığı yer ise şurası: Sorun medyanın dili değil, içeriği. Medyaya dil uydurmak değil, içerik şırınga etmek gerekiyor. Örneğin bu yazıyı okumadan önce GazeteDuvar sitesinde okuduğum, üçüncü havaalanının nasıl açılmadan battığı, 2071’e kadar batık kalacağı ve THY’yi de batırabileceği yazısının Hürriyet’te yayınlanabilmesi gerekiyor. Deutsche Welle’de okuduğum, “31 Mart seçimlerinden sonra ne olacak yazısının” Sabah’ta yayınlanabiliyor olması gerekiyor.
Şimdi gelen paragraf da doğruları ve yanlışları bir arada içeriyor:
“Son dönemde ‘yabancı’ yayınlarının öne çıkmasını izliyorsunuzdur. Bu rastlantısal bir şey değil. Elbette siyasi hedefleri var ama yerli medyanın bıraktığı devasa boşluğa hücum ediyorlar. Deutsche Welle (DW), Sputnik, The Independent, Şarku’l-Avsat benzer yabancı yayınlar Türkiye’ye büyük yatırım yapıyor. ABD, Avrupa, Arap ülkeleri, Rusya, Çin Türkiye’de ciddi medya atağına girişti.
Yazarın tespiti doğru. Uluslararası haber kuruluşları Türkiye’de güçleniyor. Ama dediği gibi büyük yatırımlar filan yok ortada. Çoğunun yaptığı şey, son derece nitelikli muhabir, sunucu ve yorumcuları ya kadrolarına alarak ya da ya da telif karşılığı çalıştırmak.
Bu kuruluşlar bu kişileri de rastlantısal olarak seçmiyor. Bunlar yakın zamana kadar en çok izlenen televizyoncular, en çok okunan yazarlar.
Yerli medya kurumlarının itibarının yerlerde süründüğü bir dönemde,
bu medya mensuplarının hala çok okunan, çok izlenen işler yapması ve itibarlarını artırarak sürdürmeleri tuhaf değil mi? Bu, yerli medyanın yapamadığını yabancıların yaptığını, habere hala ihtiyaç olduğunu, bu ihtiyacın karşılandığını göstermiyor mu?
Yazarın sıradaki cümleleri için de kendisine adres göstereceğim: ”Özellikle S. Arabistan ve BAE, örtülü bir medya yapılanması yürütüyor. Binalar tutuluyor. Kadrolar kuruluyor, harıl harıl yayın hazırlıkları yapılıyor. Yerli medyanın etkisi azalırken yabancı medya organlarının etkisi artıyor.”
Memleketimizde her sektörde esen her yelin, havalanan her yaprağın ardında yükseklerden verilmiş bir izin var. Özellikle medya alanında. Hele yazarın söz ettiği ülkelerden gelen her yatırım, her girişim siyasi, ekonomik ya da başka bir ilişkiye binaen geliyor. El Cezire’nin nasıl Türkiye’ye gelip yapılandığını, yıllar boyu kapalı devre çalışıp, tek bir saat yayın yapamadan çekip gittiğini biliyoruz. Ama bunun neden böyle olduğunu hala bilmiyoruz… O yüzden örtülü yapılanmalara dair soru da açığa sorulacak değil, kapalı kapılar arkasında cevabı aranacak bir soru.
Yazı, “Bu bir Türkiye meselesidir” sözleriyle, beklenen hatta girerek sonuçlanıyor.
Yeterinden bile uzun, yazmayı planlamadığım, ilgisiz bir yer ve ortamda yazmak zorunda hissettiğim bir yazı oldu. Belki bildiklerinizden farklı bir şey de söylemedim. Ama vizyon sahibi olduklarını göstermek için sürekli uzaklara bakanların öncelikle burunların dibinde olan biteni görmeye ihtiyaçları var demek için bu kadar lakırdı ettim. Yazının özü budur. Derdim polemik yapmak değil, haklı meselelere haksız bahaneler bulmak konusundaki yerleşmiş bir eğilime dikkat çekmek. O yüzden yazarın adını yazı boyunca anmadım. Ama okuru da bulmaca çözmek zorunda bırakmayayım. Eleştirdiğim yazıyı yazan, Yeni Şafak Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül’dür.