Seçimlerden sonra bundan yaklaşık 2,5 yıl önce 2 Ocak 2021'de Boğaziçi Üniversitesi'ne kayyum bir rektör atanması ile bütün hayatı değişmiş, ve kuruma 30 yıla yakın emek vermiş bir öğretim üyesi olarak yazmak istedim bu yazıyı.
Doğrusunu isterseniz önceleri üniversitemin iktidar tarafından neden eleştirildiğini, hedef gösterildiğini pek de anlamamıştım. Ben hükümet olsam, 50 yılı aşkın bir süredir iyi bir kamu üniversitesi geçmişi olan, ülkesinin her yerinden en parlak öğrencilere kısıtlı kaynaklarla dünya standartlarında bir eğitim ve vizyon vermeyi amaçlayan bir üniversiteden ancak gurur duyardım, tebrik ve teşvik ederdim. Türkiye'deki her üniversitenin bir Boğaziçi veya ODTÜ olması için çalışırdım. Gerçekten de yıllar içinde öylesine parlak öğrenciler geldi ki karşıma, onların önünde mahcup olmamak için daha da çok çalıştım, daha iyi olmaya çalıştım. Ben onları zorladım, onlar da beni. Türkiye'nin ve dünyanın dört bir yanına dağılan bu öğrencilerimin başarılı kariyerlerinden her zaman gurur duydum ve duymaya da devam edeceğim. Bundan daha büyük bir mutluluk olabilir mi?
Ama işte bu ülkede hiçbir mutluluk cezasız kalmıyor gerçekten. Değil gurur duymak, üniversitemiz, ülkenin aşırı kutuplaşmış siyasetinden ciddi şekilde beslenerek hedef tahtasına kondu; herhalde yaptığımız işlerin çoğunun uluslararası standartta olmasından olsa gerek (!) bunlar "yerli ve milli" değil dendi bizlere, sadece itiraz ediyoruz, üniversite özerkliğini savunuyoruz diye herkes gibi terörist ilan edildik, bazı arkadaşlarımıza yandaş medyadan çamurlar atıldı. Ben de bir anda tüm meslektaşlarım gibi inanılmaz bir hoyratlığın içinde buldum kendimi. Önce kampüs yaşamımız kabusa döndü, üniversiteyi sivil polisler ve TOMA'lar bastı. Kampüsün ortasında yalnızca protesto hakkını kullandılar diye o pırıl pırıl öğrenciler, kelepçelenip gözaltına alındı. Ben de onları izlemek zorunda kaldım. Ya o öğrencileri gözünün içi gibi koruması gereken yönetimin, onları korumak yerine şikayet etmesine ne demeli? Bütün bunlar karşısındaki çaresizliğimi, öfkemi nasıl unuturum inanın bilmiyorum.
Sonra meslektaşlarım çeşitli şekillerde görevden alınmaya başlandı, bazılarının haksızca ve hukuksuzca sözleşmeleri uzatılmadı, yenilenmedi, bazılarına açık açık "biat etmiyorsunuz, o yüzden sizin yükseltmenizi yapmıyoruz" dendi. Ama en çok kullanılan yöntem, disiplin soruşturmaları ve cezalardı. Bunlar bahane edilerek kampüse hukuksuzca tamamen keyfi bir şekilde sokulmayan hocalarımız, mezunlarımız bile oldu. Ne zaman bu kadar hoyratlık da olmaz desek, daha da fazlası oldu. Daha geçen hafta sırf itiraz nöbetimizin fotoğraflarını çekiyor diye (Boğaziçi Üniversitesi'nde Ocak 2021 den beridir her iş günü 12.15 ile 12.30 arasında meslektaşlarımızla birlikte rektörlük binasına sırtımızı dönüp barışçıl bir şekilde itirazımızı ifade etmeye devam ediyoruz) sözleşmesi yenilenmeme kararına açtığı davayı kazanarak kampüse geri dönen bir hocamız, bu mahkeme kararına rağmen güvenlik kordonuna alınıp bulunduğu yerden kampüs meydanına gelemedi. Bu hoyratlığı, bu sınırsız düşmanlaştırmayı, o karıncayı bile incetemeyecek kadar zarif olan meslektaşımın yüzündeki hayal kırıklığını nasıl unuturum, inanın bilmiyorum.
Bu denli ötekileştirme, bu denli nefretin sebebini önce çok anlamasam da bizlere siyasal gözlerle bakıp terörist ilan edenlerin, asıl dertlerinin, beraber yaşamak filan değil, kurumu siyasal bir işgal yoluyla ele geçirmek olduğunu anlamam çok da zor olmadı. Mesele itiraz eden, muhalefet eden akademisyenleri- ki iyi bir akademisyenin birinci görevi sorgulamak ve eleştirel düşünmektir—sesini kısmak, kurumun çok sesliliği, çeşitliliğine ket vurup tek sesli hale getirmek, biat ettirmekti. Bu yaptıklarınız bir üniversiteyi, üniversite olmaktan çıkarır diye çok anlatmaya çalıştık ama anlatamadık. Bütün itirazımızın rektör seçememe olduğunu düşündüler, "ideolojik" bakıyorlar, kendi ayrıcalıklarını kaybediyorlar, o yüzden bu kadar itiraz ediyorlar dendi bize. Oysa herkes gibi bizler de bir kamu üniversite çalışanlarıydık, zekamız ve emeğimizle bu kuruma gelmiş ve bu kurumda yükselmiştik. Asıl ideolojik bakan, niteliği ne olursa olsun, kuruma sadece ama sadece yandaşlarını yerleştirmek için yanıp tutuşan kendileriydi.
Nitekim yapılanlara itiraz eden hocaları vazgeçirmek için üniversite yönetimi "amirini aşağılamaktan" soruşturmalar açıp duruyordu. "Amir mi" diye sorup durmaya başladım ben de. Eşitlikçi ve ortak akıl prensibiyle yönetilmesi gereken, iyi bir üniversite kavramına bu kadar aykırı başka bir kelime var mıdır, inanın bilmiyorum. Hiçbir şey işe yaramayınca, YÖK'e şikayet ediliyor, itiraz eden hocalar üniversitenin idari görevlerinden bölüm başkanlıklarından alınıyordu.
Nitekim Mart 2022'de üç tane seçilmiş dekanımız, mesnetsiz iddialarla, öğrencilere yeterince disiplin cezası açmıyorlar (!) diye YÖK tarafından görevden alındı. Bu vesile ile üniversitede Senato ve Üniversite Yönetim Kurulu gibi üst kurullar ele geçirildi ve kurumu işgal etme ve var olan özgür, özerk üniversite dinamiklerini yok eden "rektör (ve yanındakiler) ister ve yapar" türü tamamen merkeziyetçi bir yönetim modeli devreye girdi. Değiştirilen yeni öğretim üyesi alma kuralları yönergeler, gerekli komisyonlarda değerlendirilmeden geçirilen akademik programlar, hülleyle ya da sınav puanı tutmadan "sözlüyle" atanan idari kadrolar, keyfi uygulamaların ardı arkası kesilmedi.
Bu hasarlar zincirinin en yakıcı halkalarından birisi zaten tepeden inme bir şekilde, üniversitenin hiçbir onayı olmadan kurulmuş fakülte ve enstitüler başta olmak üzere, kişiye özel iş ilanlarıyla onlarca paraşüt akademisyenin üniversiteye atanmasıydı. Yine tepeden inme bir idarecinin, doktora tezinin yarısının intihal olmasına ilişkin iddialara rağmen, kendi kendisi için ilana çıktığını ve kendi kendini atadığını gördük. Bölümlerin ve fakültelerin hiçbir onayı alınmadan ilana çıkmalar, (akademik sunumlardan "huzursuzluk çıkarır" diye kaçmalar), doğru düzgün ders verebilecekleri bile şüpheli kırkı aşkın tepeden inme atamalar ve herhangi iyi bir üniversitenin en büyük önkoşulu olan liyakat prensibinin tamamen ayaklar altına alınması. Yıllardır emek verilerek, yüzlerce meslektaşımın hak ederek geldiği akademik pozisyonlara, ahbap çavuş ilişkisiyle gelen insanların dolması, insanın içindeki adalet duygusunu nasıl da derinden zedeliyormuş.
Aslında öğrencilere de haksızlık bu. Dedim ya, birazcık da öğrencilerimize borçlu hissettiğimizden, kötü olma lüksümüz yoktur bizlerin. Öğrenciler de bilir, kimin gerçek akademisyen, kimin paraşütçü olduğunu. Türkiye'nin en zeki öğrencilerindendir onlar. Eğer tam anlayamazsanız, sorun lütfen gençler sizler de, "siz alınırken bölümünüze, akademik sunum yaptınız mı" diye sorun örneğin, "bölümünüzün, fakültenizin onayı var mıydı" diye soruşturun. Sonra karar verin, kim kurumu korumaya çalışıyor, kimler kurumun içini boşaltıyor.
Bu süreçte emekle örülmüş liyakat mekanizmasını kendi kişisel ve siyasal çıkarlarına kurban edenleri nasıl unuturum, ya da nasıl görmezden gelirim inanın bilemiyorum. (Depremde yaşadıklarımız tam da bununla ilgili değil miydi? Kurumlarda liyakat ve bilime dayalı bir işleyiş olsa, tekinsiz binalarda yaşayanların, çığlıklar içinde enkaz altında ölenlerin sayısı bu denli yüksek olur muydu? Böyle bir acı, yıkım nasıl unutulur?)
Peki ya vefasızlık? Yıllarca bu kuruma emek vermiş, işte bu yüzden de tüm bu değişikliklere itirazlarını dile getiren emekli hocalarımızın derslerinin bir kalemde silinmesi, akademisyenler arasındaki iletişim platformunun, tabii yine eleştiriler dile getiriliyor diye, tamamen yok edilmesi, emekli hocalarımızın rızası olmadan e-postalarının değiştirilmesi ve en kötüsü hâlâ ders vermekte olan emekli hocalarımızın yine hoyratça ofislerinden çıkarılması. Böyle vefasızlıkları, bunca değer bilmezliği nasıl unutur insan peki?
Kamu kaynaklarının kötüye kullanılmasını ne yapacağız, inanın onu da bilmiyorum. Yine yandaşlara verilen bir yığın ihaleler, şeffaflıktan, hesap verilebilirlikten uzak, neden nasıl yapıldığının üniversitedeki küçücük bir yönetim kadrosu dışında kimsenin bilmediği bir yığın ahbap-çavuş ilişkileri ve harcamalar. Neden kampüsteki araştırma merkezleri boşaltılıp, yandaşlara lojmana çevrildi inanın bilmiyorum, neden milyonlar deniz manzaraları ofislere harcanıyor onu da anlamıyorum. Bir üniversiteyi üniversite yapan şey, orada eğitim veren, araştırma yapan akademisyenleri ve başarılı öğrencileridir, idarecilerin gösterişli ofisleri, arabaları ya da mühürleri değil! Kampüs arazisine rant muamelesi yapanlara hep itiraz ettik, hatta bir dava da kazandık ama anlatamadık. Bunca israfı görmezden gelebilir miyim, unutabilir miyim inanın bilemiyorum.
Bunca hasarın ve hoyratlığın içinde insan nasıl ayakta durur? Aslında Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleri olarak tam 2,5 yıldır tam da bunu yapıyoruz. Her iş günü itirazımızı dile getirip nöbetlerimizden vazgeçmiyoruz, her cuma, o haftaki usulsüzlükleri, kabalığı ifşa etmek için bir bülten hazırlıyor, o bülteni kamuoyu ile paylaşıyoruz, tüm birimlerin tek tek onay verdikleri ortak metinler hazırlayıp kuruma zarar veren dinamikleri tespit ediyoruz, ve ifşa ediyoruz. Ama mücadelemizin belki de en büyük parçası kurumdaki her hukuksuzluğa, usulsüzlüğe dava açıyoruz, mahkemelerde takipçisi oluyoruz.
Ama seçimleri kaybettiniz, yargı dahil çok asimetrik bir güç var yönetimin elinde, daha neyin mücadelesini vereceksiniz diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Doğrusunu isterseniz haksız değilsiniz, bu denli kabalığa, bu denli vefasızlığa, liyakatsızlığa maruz kalmaktan yorulduk, bezdik. Ama bu soruyu soranlar, 2,5 yıldır bizleri pek tanımamış demek ki. Çünkü unutamadığım bu kadar kötü olay ve hasarların yanı sıra bir o kadar da farklı, bir o kadar da olumlu olaylar, ve duygular yaşadım ben.
Nasıl mı? Türkiye'nin belki de en iyi, en zeki akademisyenleri ile birlikte çalışmak, dayanışmak nasıl güzel ve özel bir şeydir bilir misiniz siz? En ufak sorunuz lebi derya referanslarla, en zeki yanıtlarla gelir. Sistem teorilerinden, matematiğin birleştiriciliğine, onlarca konuda bir fikriniz oluşur, en önemlisi iyi bir üniversite nasıl olmalıdır sorusuna beraberce kafa patlatmaya başlarsınız. Ama yalnızca akademik zenginlik değildir bu dayanışma içinde olmanın ayrıcalığı. Bu gruptaki herkeste, emeğiyle bu kuruma gelmiş olmanın gönül rahatlığı vardır. Kimse birbirini şahsen tanımaz, tanımasına da gerek yoktur. Anlarsınız herkesin bu kurumu bir üniversiteden çok daha fazlası, bir yuvası gibi gördüğünü. Bilirsiniz aslında bu insanların, birçok başka, belki de mali olarak çok daha cazip seçenekler dururken, neden bir kamu üniversitesini seçtiklerini. Hepsinin aslında eşit, adil, kapsayıcı ve özerk bir yüksek öğretim idealinin peşinde olduğunu.
Bilirsiniz onların nasıl da bir yandan nöbetlere gelip, itiraz yazıları, dava dilekçeleri yazıp, bir yandan da derslerini aksatmamak için çalıştığını, bir yığın projeler, ödüller alıp araştırmalarına devam ettiğini. Yavaş yavaş tanırsınız meslektaşlarınızı, zoom toplantılarından, e-postalardan daha iyi anlarsınız hepsinin Boğaziçi'ne nasıl bağlı olduğunu. Ne denli farklı geçmişlerden, hassasiyetlerden ve siyasi görüşlerden gelmelerine şaşırırsınız önce, ama daha sonra nöbetlerde tanıdık gülümsemelere, selamlaşmalara bırakır her şey kendini. Bilirsiniz, bu meslektaşınız da vefadan, liyakatten ve akademik özgürlükten yanadır.
Ayrıca siz bilir misiniz ki Türkiye Barolar Birliği dahil, Türkiye'nin en iyi hukukçularının, adalet arayışını sürdürenlerin bizlere inanılmaz destek verdiğini? Davalarımızda yol gösterdiğini. Gencecik lise öğrencilerinin, onların öğretmenlerinin yanımıza gelip, lütfen devam edin biz sizleri destekliyoruz diye fısıldadıklarını? Başka üniversitelerden meslektaşlarımızın da aslında kurumsal olarak gösteremeseler bile, savunduğumuz akademik değerleri ve özerkliği sonuna kadar desteklediklerini? Böyle bir mücadelenin parçası olmak, haktan hukuktan yana olmak kadar büyük bir gurur olabilir mi?
O yüzden diyorum ki, varsın kazansınlar seçimleri! Kimse bu iki yılın bana kazandırdığı bu muhteşem dayanışma ve direnme gücünü elimden alamaz. Kimse yıllarca bir kurumu daha iyi hale getirmenin verdiği haklı gururu, Türkiye'nin pırıl pırıl gençlerin eğitimine katkı sunmuş olmanın mutluluğunu elimden alamaz. Ne mutlu bana ki, yıllar önce tıfıl bir üniversite öğrencisi olarak girdiğim Boğaziçi Üniversitesi, sonradan öğretim üyesi olarak benim yuvam olmuş, ne mutlu bana ki, muhteşem meslektaşlarımla, bu kurumda maalesef şahit olduğum tüm bu hoyratlıklara, liyakatsizliğe, tepeden inme zihniyete, zararlara karşı duruyorum.
Biliyorum şimdi bu yazıyı yazdığım için de hakkımda yeni bir disiplin soruşturması açılacak. "Amir"imi aşağılama ve kamuoyunu yanlış bilgilendirmekten! Ama ben bıkmadan, yılmadan, liyakatli olmaktan, kampüslerin özgürleşmesinden, üniversitelerin özerkliğinden, ve vefadan söz etmeye devam edeceğim. Unutmayacağım, unutturmayacağım. Dedim ya, yıllardır emek verdiğim, gurur duyduğum ve hala da gözlerimin içine pırıl pırıl bakan öğrencilerime borcumdur bu benim.
Mine Eder kimdir?Prof. Dr. Mine Eder 1995 yılından bu yana Boğaziçi üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapıyor. Prof. Dr. Mine Eder, lisansını aynı üniversite ve bölümde tamamladı, yüksek lisans ve doktora derecesini ABD'deki Virginia Üniversitesinde Siyaset Bilimi üzerine yaptı. Doktora çalışmasını, karşılaştırmalı geç endüstrileşme sorunları üzerine yapan Eder'in, bölgesel kalkınmadan sosyal devlete, kayıtdışılıktan göçün ekonomi politiğine, ve son dönemde de kentsel dönüşüm dinamiklerine dek Türkiye'nin ekonomi politiğinin değişik boyutlarını incelediği birçok çalışması bulunuyor. Kendisi ayrıca, George Washington, Yale ve Göteburg Üniversitesi gibi çok çeşitli üniversitelerde de misafir öğretim üyeliği yaptı. |