Beş yaşımdaydım. Hava henüz kararmıştı. Havalimanının girişinde, üç siyah arabadan oluşan bir konvoyun içinde olduğumuzu hatırlıyorum.
Etrafta birçok silah ve takım elbiseli korumalar vardı.
O yaşlardan nadir hatırladığım, hala gözümün önünde canlı kalan bir anımdır.
Yazdığı makalelerden dolayı gazeteci annemi hedef alan gruplara karşı korumak için buluştuğumuzda, arabasının arka koltuğuna oturtulmuştum.
Onunla tanıştığım ilk günün değeri, durumu kavrıyor olmamdan değil, ortamda hissedilmemesi imkânsız olan gerginliğe rağmen benimle ilgilenmesi, tükenmez çocuk merakıma sonsuz bir sabırla cevap vermesinin bıraktığı izdi...
Daha sonraki yıllarda ailemizin en yakını oldu. Başka sıkıntılarımızda başka sevinçlerimizde her zaman yanımızdaydı. Büyümemin her döneminde yol göstericim oldu ama o ilk tanışmayı hiç unutmadım.
Ebeveyn kaybetmek her yaşta zordur.
Çocuk yaşta kaybetmek en zorudur.
Kaybedenin hayatının kalanında hayat boyu iz bırakır, yas hissi tamamen geçmez.
Genç yaşta ebeveynlerini kaybeden çocuklar çoğunlukla daha düşük hayat şansına sahiplerdir.
Doğal olarak karakterleri depresif veya kaygılıdır.
Çocukluğumda, kendisini riske atarak annemin hayatını kurtarmış ve beni telafi edilemeyecek bir hasardan korumuş olan o ağırbaşlı sabırlı insan, hafta içi toprağa verdiğimiz Eski Devlet Bakanı ve Kahramanmaraşlı (kendisi bunu çok önemserdi) Ali Doğan’dı.
Ölümü kamuya duyurmak yasımızın önemli bir parçasıdır. Bizi kişisel tarihimize bağlar, sevdiklerimizin mirasına ve yaşamlarına övgü ve saygı sunmamıza imkân tanır.
Fransa’nın 2. Dünya Savaşı kahramanı Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle; ‘milliyetçi kendi vatanını sever, ulusalcı başkalarının vatanlarından nefret eder’ der.
Bu tanımdan baktığımda, Ali Abi tanıdığım en milliyetçi insandı.
Bütün hayatı; sadakat, ihanet, vefa ile tanıştığı politika dünyasında geçen, ülkesinin dertlerini kişisel derdi olarak yaşayan özel biriydi.
Tecrübelerini gençlerle paylaşmaktan çok hoşlanırdı ve politik olarak karşı uçlarda olduğu anneme ithafen ‘biz soğuk savaşın kurbanlarıyız’ derdi.
Tekirdağ aile bağlarım nedeniyle anlattığı çok vurgulu anılarından biri, değerli bir toplumsal ip ucuydu: 70’li yılların sağ sol çatışma fırtınasında, dönemin polisi Maraş, Malatya, Diyarbakır Adana öğrenci yurtları gibi yerleri sıkı göz altında tutarken sükûnetiyle maruf Tekirdağ yurduna adım atmazmış. Arkadaşlarıyla ne zaman başlarının belaya gireceğini hissetseler Tekirdağ yurduna sığınırlarmış.
Politik şekillenmemde, eğitim alanlarımı seçmemde ve dünyayı algılamamda derin etkileri oldu.
Sonradan öğrendim ki birçok genç insana aynısını yapmıştı.
Hayatı boyunca hiçbir insanı dünya görüşü ya da sahip olduğu kimliğe göre ayırmadı.
Toprağa değil insana karşı benzersiz bir sevgiye ve ana karakterini biçimlendiren bir merhamete sahipti.
Nitekim, olağanüstü kış koşullarına rağmen birbirine karşıt politikacıları ve her sınıftan birbirine hiç benzemeyen insanları bir araya getiren cenazesi, kişiliğinin belgesidir.
Annemden sonra tanıdığım en çok kitap okuyan insandı.
Bunu yaparak, yeni kuşaklarla arasında oluşacak olan boşluklara izin vermiyor, dimağını daima zinde tutuyordu. Dünya üstündeki her şeyden haberdar olmayı seviyordu.
Bu katıksız milliyetçi, sadece kişisel tarihimize izler bırakmadı.
Ülkesi için birçok sınav vermenin yanı sıra, devlet bakanlığı döneminde azınlık vakıflarına dair epeyce haksız ve çağı geçmiş kanun ve yönetmeliği değiştirerek gölgede yaşayan vatandaşlarımızın mülkiyet haklarını güncelledi.
Bakanlığı ve milletvekilliği döneminde; Ankara’nın kabarık ziyaretçi ikramı faturalarını, İstanbul’a şirketine göndererek eşini hayli kızdırdığına tanık olmuşluğum vardır.
Dostlarının zor zamanlarında yanlarında olurdu.
Başbakanken mesafesine özenle dikkat gösterdiği Mesut Yılmaz, politikadan ayrıldıktan sonra yakın dostu oldu.
Aklının ve kalbinin hikayesini mükemmel bir karışımla bütünleştirerek, lekesiz bir politikacı lekesiz bir insan olarak onurla yaşadı.
Zahmetsiz bir hasta olarak tek bir gün bile sızlandığını duyan olmadı.
Bana, Ali Abi’nin ne için yaşadığını sorsalar hiç tereddüt etmeden, ‘onuru için,’ cevabını verirdim.
Ve ‘onur’ onun için, kim olursa olsun (defalarca bile olsa) yere serileni ayağa kaldırmaktan ibaretti.