Gezi Parkı protestoları toplumsal hafızamızda hâlâ oldukça taze.
Destekleyenler için özgürlükçü halk iradesinin, gençlerin enerjisi ile harmanlanıp, ülke siyasi tarihinin en anlamlı milatlarından biriydi.
Karşısında duranlar için ise ülkedeki kurulu siyasi düzene karşı oluşan ve durdurulması gereken bir tehditti.
Osman Kavala ve beraberinde ağır cezalara çarptırılan diğer sanıklar Türkiye'de demokrasinin geldiği yer ile ilgili tartışmaları tekrar canlandırdı.
İkinci Dünya Savaşında İngiltere Parlamento binası bombalandığında, avam kamarası ciddi hasar görmüştü. Modernleştirmenin aksine, meclis gelenek ve kültürünün muhafaza edilmesi için binanın aynen eski haline getirilmesini emreden Başbakan Winston Churchill 'biz binalarımıza şekil veririz, sonra binalarımız bizi şekillendirir' demişti.
Gezi Parkı destekleyenleri kadar karşıtlarının da tarihini şekillendirdi. Şehir tasarımı ve kamusal alanların varlığı kadar basit fiziksel faktörler, demokratik değerlerin gelişimini körükleyen ana faktörlerden biri olabilir mi?
Doğduğumdan beri Gezi Park'ının içinden belki binlerce defa geçtim. Oranın bir park olduğunu fark etmem ise Mayıs 2013'ü buldu.
Siyasi bir fırtınanın ortasında yer almaktan dolayı ünlü olan bu park, demokrasi ile neredeyse eş anlamlı bir kelime haline geldi. Oysa 38 bin metre karelik bu park, Londra'da Konuşmacı Köşesi'nin ev sahibi Hyde Park'ın 37'de biri, New York'ta Vietnam savaşının protestolarının beşiklerinden biri olan Central Park'ın 90'da biri büyüklüğünde.
Bu kadar küçük bir alanın, Türkiye'de görülen en büyük halk hareketlerinden biri ile anılmasının sebebi ise, ifade özgürlüğünü içine sığdırabilecek kamu alanlarının eksikliğidir.
Eğer Türkiye'de şehircilik anlayışı daha fazla kamu alanı inşa ederek ilerleseydi, ülkemizin demokratik temelleri daha sağlam olur muydu?
Belki de çarpık kentleşme ve kentsel dönüşüm ile bina üstüne bina yığarak şehirlerde alan kalmamasının motivasyonları arasında, 'müteahhit ekonomisini' döndürmek kadar daha uysal bir toplum yaratmak da bulunuyor.
Ne de olsa kamu alanları bir başka deyimle meydanlar demokratik değerlerin şekillendiği yerlerdir.
Halk hareketleri ancak kamu alanlarında varlıklarını gösterebildiği taktirde büyüyebilir ve çoğu zaman da kullandıkları meydanların adları ile anılırlar.
Demokrasi ve Kamu Alanları adlı kitabında, Profesör John Parkinson gittikçe dijitalleşen dünyamızda bile demokrasinin şaşırtıcı bir seviyede kamu alanlarına dayandığını savunuyor. Hareket, ifade ve şehir ile temas etme fırsatı ağırlıklı olarak kamu alanları üzerinden mümkün kılınıyor. Şehirlerin kültürel, ekonomik ve siyasi şekillerini de ortaya koyuyor. Bireylerin kendilerinden farklı insanlar ile temas etmesini sağlıyor. Ki toplumsal tartışmalara ev sahipliği yapan kamu alanlarının uzun bir tarihçesi var.
Akdeniz medeniyetlerinde Yunan agoraları ve Roma forumları birçok şehirde yaşayan ve ziyaret eden kimselerin toplandığı alanlar oldu. Buralarda toplanan bireyler, kendilerinin sorunları dışında, başkalarının da sorunlarını dinledikleri, şehirdeki diğer insanları tanıdıkları ve ihtiyaçlarını dikkate aldıkları bir alan oluşturuyorlardı.
Özellikle Atina'nın demokratik geleneklerinden beslenen agoralar, demokratik ifadenin en erken örneklerinden biriydi.
19. yüzyılın emperyalizmi ile mimarisi değişen Orta Doğu şehirleri, ilk defa plazalar ve geniş meydanlar ile karşılaştı. İsimlerinden de belli olduğu kimi Arap nüfusların daha sonraki devrim teşebbüsleri daha sonra bu açık alanlarda gerçekleşti; Kahire ve Sana'da değişim anlamına gelen 'Tahrir' adlı meydanlar veya Suriye'nin Humus şehrindeki Sahat al-Sa'a (saat meydanı), bu alanların kamu ifadesindeki önemini ortaya koyuyor.
Moskova'daki Kızıl Meydan bugünkü Ukrayna savaşından, 1968 yılında Sovyetler Birliğinin Çekoslovakya'yı işgal etmesine kadar Rus halkının memnuniyetsizliğinin günümüzde hâlâ dile getirildiği ana alandır. 2011'de Madrid'deki 15-M Hareketi, 2014'te Kiev'deki Maidan (Meydan) protestoları, 2018'de Paris'i rehin alan Sarı Yelekler hep kamu alanları üzerinden kendilerini ifade ettiler. Tiananmen Meydanı hiçbir sözcük eklemeden demokrasi ile ilişkisini ifade eder.
Tayyip Erdoğan'ın başbakanlığına giden süreçte, yüz binlerce insanın onu hapis cezası aldıktan sonra İstanbul'da uğurlaması ile siyasi geleceği neredeyse garantilenmişti.
Fakat kamu alanları birçok sefer devlet ve toplulukların zorbalığının da örneği oldular.
Sokrates gençlerin ahlakını bozma suçlamaları sonucunda (nedense kimse gençlerin kendileri için düşünebildiklerini hayal edemiyor) Atina'daki agorada ölüme mahkûm edilmişti.
İngiltere'de Tyburn bölgesi, Orta Çağ'dan 18. yüzyılın sonuna kadar kamu idam meydanı olarak kullanılarak, devletin vatandaşları üzerindeki kontrolünün bir sembolü haline geldi.
Paris 1860'larda Baron Haussmann tarafından yeniden dizayn edilirken, bugün turistlerin en çok görmek istediği merkezdeki geniş bulvarlar ve dev meydanlar inşa edildi.
Haussmann projelerini hayata geçirirken, en büyük motivasyonu isyankâr Paris halkına karşı şehir içinde askeri hareketlerin daha da kolay ve etkin şekilde gerçekleşmesini sağlamaktı.
Modern Çağda ise Faşist İtalya ve Nazi Almanya'sı dönemlerinde, düzenli olarak totaliter ajandalarını meydanlarda gösteriler ile ifade ettiler.
Elbette bir yandan da muhaliflerini sindiriyorlardı.
Meydanlar bazen devlet baskısı ve toplum özgürlüğü arasında bir çatışma alanı olsa da geniş kamu alanlarına sahip olan şehirlerin daha demokratik ve enerjik halklara sahip oldukları da bir gerçek.
Kamu alanlarında halka hareket alanı açmaz ve halk hareketleri ile sürekli çatışma halinde olursak, şehir kimliğinin gelişmesine de engel olur, kamudaki özgürlük içgüdülerine kalıcı hasar veririz.
Bu durumda da toplumsal olarak büründüğümüz şekil ile hedeflediğimiz söylenen modern, ilerici topluluk arasındaki uçurum da büyür gider.