Mehmet Ali Çiçekdağ

15 Eylül 2024

Siyasi film tavsiyelerim I

Sevdiklerinizle beraber film izlemek bireysel görsel sanat gereksinmemizi karşılamanın yanı sıra sosyal bir okazyondur ve beraber akşam yemeği yemeye ve laflamaya benzer

Göz boyama, sahtekarlık, devrim, bağımsızlık, direniş, kahramanlık, fedakarlık, suikast, yolsuzluk, baskı rejimi, diktatörlük, küresel ısınma, yalancılık, aldatma, iftira, intikam, rekabet, tuzak, ihanet...

Bugün neredeyse herkesin favorisi olan bir görsel sanat dalına, sinemaya yelken açmaya hazır olun. Bir siyaset bilimci sinemasever olarak bu genç yaşıma dek beni etkileyen siyasi filmlerin içeriklerini ve bende uyandırdıkları duyguları sizlerle paylaşmak ve biraz ahkam kesmek isterim. Bunların bir kısmını herhalde görmüşsünüzdür. Görmediklerinizi ya da unutamayıp tekrar izlemek istediklerinizi hemen arayıp bulun. Hayat kısa. Gençlerden yardım istemenizi öneririm.

Sizin için seçtiğim 12 filmi ve yorumlarımı iki bölüm halinde sunacağım. Sıra eskiden yeniye doğru. YouTube'da bulabildiğim en iyi kopyaları ekledim. Filmlerin çoğu tüm filmler, diğerlerinden önemli parçalar var. Lütfen bu baş yapıtları telefonda değil, televizyonda izleyin ve hakkını verin. İyi bir ses sisteminiz ya da kulaklığınız da varsa tadından yenmez.

Müzik yazılarımda sizlere her gün bir süre iyi müzik dinlemenizi ve bu kötü dünyanın sahte gündeminden geçici olarak kopmanızı tavsiye ederim. İyi bir film izlemek de aynı işi görür. Üstelik sevdiklerinizle beraber film izlemek bireysel görsel sanat gereksinmemizi karşılamanın yanı sıra sosyal bir okazyondur ve beraber akşam yemeği yemeye ve laflamaya benzer.

Mr. Smith Goes to Washington - Bay Smith Washington'a Gidiyor (1939)

Frank Capra’nın 1939 yapımı Mr. Smith Goes to Washington politik sinemanın ve Amerikan film tarihinin en etkileyici yapımlarından biridir. Film James Stewart’ın canlandırdığı saf ama inançlı genç senatör Jefferson Smith’in yozlaşmış bir sistemde dürüstlük ve adalet için verdiği mücadeleyi anlatır.

Film küçük bir kasabada idealist bir genç olarak halk tarafından sevilen izci lideri Jefferson Smith’in beklenmedik bir şekilde ABD Senatosu'na atanmasıyla başlar. Smith Washington’a adım attığında politik entrikalarla ve çıkarcılıkla dolu bir ortamla karşı karşıya kalır. Ancak Smith halkın çıkarlarını ve adaleti savunma kararlılığından asla vazgeçmez. Filmin doruk noktası olan meşhur Filibuster (ABD Senatosundaki süresiz konuşma hakkı) sahnesinde Smith’in bütün sisteme karşı tek başına ayakta durması ve ülkesine duyduğu inancı dile getirmesi sinema tarihinin en unutulmaz sahnelerinden biridir.

Film yalnızca Amerika’daki siyasi sistemi eleştirmekle kalmaz, aynı zamanda evrensel ve iyimser bir mesaj vererek adaletin, dürüstlüğün ve halkın gücünün her türlü yozlaşmanın üstesinden gelebileceğini savunur. Bu anlamda film izleyiciye güçlü bir umut ve kararlılık mesajı verir.

James Stewart, Jefferson Smith’in saflığını ve dürüstlüğünü son derece içten bir şekilde yansıtıyor ve onun her zorluk karşısında dimdik ayakta durma mücadelesi çok etkileyici.

Mr. Smith Goes to Washington demokrasinin gücünü ve zayıflıklarını, halkın iradesi ile yozlaşmış güçler arasındaki çatışmayı ele alıyor. Jefferson Smith’in mücadelesi yalnızca Amerika’daki siyasi sisteme yönelik bir eleştiri değil, tüm dünyada adalet ve doğruluk arayışındaki insanların hikayesidir.

Bence bizim "Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar" atasözümüz bu filme cuk diye oturuyor ama Amerikalı çaylak siyasetçi film icabı da olsa onuncu köyü bulabiliyor. İlginçtir ki 1939'da çevrilmiş film işlediği konular açısından hala güncelliğini koruyor. Bunlar günümüzde de çok kez sorguladığımız siyasi çıkarlar, rant kavgaları, yandaş basın gibi hayatın gerçekleri.

Yıllar önce izlediğim filmdeki Smith'in Senato'daki 23 saat 16 dakikalık konuşmasından aklımda şu anlamlı cümle kaldı: “Özgürlük, kitap sayfalarında bırakılmayacak kadar değerlidir.

Her ülkenin halkın çıkarlarını ve adaleti en olumsuz koşullarda bile sonuna kadar savunan dürüst, içten ve samimi Bay Smith'lere ihtiyacı vardır. Bırakın saf ve enayi Don Kişot desinler.

The Battle of Algiers - Cezayir Savaşı (1966)

Gillo Pontecorvo’nun 1966 yılında çevirdiği The Battle of Algiers sömürgeciliğe karşı verilen bağımsızlık mücadelesini etkileyici bir şekilde beyaz perdeye taşıyan devrimci bir yapıttır. Film Cezayir’in Fransız sömürgeciliğine karşı verdiği direnişi anlatır. Belgesel tarzı sinematografisi, etkileyici gerçekçiliği ve tarihsel doğruluğuyla kendisini gösterir.

Film hem Cezayirli direnişçilerin hem de Fransız askerlerinin perspektiflerini yansıtır. Böylece savaşı taraf tutmadan, her iki tarafın insani ve gaddar yönlerini de göstererek ele alır. Gillo Pontecorvo özellikle savaşın ahlaki ikilemlerine dikkat çeker, sömürgecilik ve direniş arasındaki çatışmanın ne kadar karmaşık olduğunu izleyiciye güçlü bir şekilde hissettirir.

The Battle of Algiers sömürgeciliğin baskıcı doğasını ve işgal altındaki bir halkın özgürlük arzusunu çarpıcı bir biçimde gözler önüne serer. Pontecorvo direnişi yücelterek sömürgeci güçlerin ahlaki çöküşünü de sorgular. İşkence, baskı ve adaletsizlik, Fransız yönetiminin uyguladığı yöntemlerin bir parçası olarak filmde açıkça eleştirilir.

Filmin müziği de olağanüstüdür. Ennio Morricone’nin bestelediği müzikler filmin dramatik atmosferini daha da güçlendirir.

The Battle of Algiers’in gerçekçiliği o kadar etkileyiciydi ki ABD ve Fransa dahil birçok ülkenin askeri akademilerinde şehir gerilla savaşı taktiklerini öğretmek için kullanıldı. Bazı ülkelerde işkence sahneleri makaslanarak gösterime girdi.

Bu etkileyici filmden aklımda bir eylem sahnesi kaldı. Her yer toz duman içinde. Fransız polisi şaşkın. Sonunda bir polis meydanda dumandan sadece birkaç kafanın gözüktüğü kalabalığa haykırır: Ne istiyorsunuz? Kalabalıktan bir süre ses çıkmaz. Sonra bir ses “İstiklal!” diye haykırır. Ardından tüm meydan “İstiklal!” diye hep bir ağızdan bağırarak sloganı tekrarlar.

Ölen Cezayirli direnişçilerin cebinden sevgili Atatürk’ümüzün resminin çıkması bir tesadüf değildir.

The Candidate - Aday (1972)

Amerika’ya gittiğim ilk yıl olan 1972’de bir sinemada ilk gördüğüm film o zamanların en ünlü aktörlerinden Robert Redford’un sonradan yozlaşan idealist genç bir politikacıyı canlandırdığı The Candidate’ti. Film siyaset dünyasını ince bir zekayla eleştiren, derinlemesine düşündüren ve her zamankinden daha güncel olan bir başyapıt. Michael Ritchie’nin yönetmenliğinde çekilen film siyasi kampanyaların iç yüzünü ve bir adayın içsel mücadelesini anlatan etkileyici bir hikaye sunuyor.

Genç ve idealist avukat Bill McKay (Redford) başlarda sisteme meydan okuyan, dürüst ve ilkeli bir senatör adayıdır. Ancak kampanya süreci ilerledikçe bu idealler siyaset sahnesindeki gerçeklerle karşı karşıya kalır. Filmde siyasetin adayları ve fikirlerini nasıl şekillendirdiği, kişisel değerlerin zafer arzusuyla nasıl çatıştığı ustalıkla işlenir.

The Candidate sadece bir siyasi dram değil, aynı zamanda mükemmel bir toplumsal eleştiridir. Gerçekçi ve keskin diyaloglar politik sistemin zorluklarını ve bu sistemde yer alan kişilerin insanileştirilmiş portrelerini sunuyor. McKay'in içsel çatışmaları ve gitgide artan ikilemleri izleyiciyi kendi siyasi inançlarını ve etik duruşlarını sorgulamaya itiyor. Film politik bir zaferin bedelini ve bir insanın inançlarından ne kadar ödün verebileceğini derinlemesine inceliyor.

Robert Redford, McKay karakterine hayat verirken bir politikacının karmaşıklığını hem çekiciliği hem de kırılganlığını güzel bir şekilde yansıtıyor. McKay’in dürüst bir adamdan bir “aday” haline dönüşmesi Redford'un oyunculuğuyla unutulmaz kılınıyor. Onun gözlerindeki belirsizlik ve çaresizlik izleyiciye derin bir empati kurma fırsatı sunuyor.

All the President's Men - Başkan'ın Tüm Adamları (1976)

17 Haziran 1972'de Cumhuriyetçi Başkan Nixon'un profesyonel casusları seçimi kazanması beklenen Demokrat Partinin Watergate adlı genel merkezine sızarak dinleme aygıtları yerleştirdiler, ancak asgari ücretle çalışan bir gece bekçisine yakalandılar. İki gazetecinin durumun farkına varması Amerikan tarihinin en büyük skandallarından birini su yüzüne çıkardı.

All the President's Men politik gerilim filmleri arasında hem sinema tarihine hem de gazetecilik mesleğine damgasını vurmuş bir başyapıttır. Alan J. Pakula'nın yönetmenliğinde, Robert Redford ve Dustin Hoffman’ın başrollerinde hayat bulan film ABD tarihinin en büyük siyasi skandallarından biri olan Watergate skandalını ve Washington Post'un iki gazetecisi Bob Woodward ve Carl Bernstein'ın cesur araştırmacı gazetecilik çalışmalarını konu alır.

Film medyanın bir demokrasideki kritik rolünü gözler önüne serer. Sadece bir siyasi gerilim değil, aynı zamanda gerçeğin peşindeki gazetecilerin kişisel yolculuğunun da etkileyici bir portresidir. Redford ve Hoffman'ın canlandırdığı Woodward ve Bernstein mesleklerine olan tutkuları ve kararlılıklarıyla kendilerini gösterirler.  

All the President's Men gazetecilerin elindeki gücün ve sorumluluğun ne kadar büyük olduğunu bize hatırlatır. Medyanın demokratik süreçleri koruma rolü günümüz dünyasında hala geçerliliğini korumaktadır. Bu film demokrasinin sadece oy vermekle değil, aynı zamanda hesap verebilirliği sağlamakla ayakta kaldığını gözler önüne serer.

Amerikan tarihinde istifaya zorlanan tek başkan olan Nixon'ın öyküsüne odaklanan filmin dört Oscar'ı var.

JFK (1991)

Yönetmen Oliver Stone’un 1991 yapımı JFK filmi sinema tarihinin en çarpıcı ve provokatif politik gerilimlerinden biridir. ABD Başkanı John F. Kennedy’nin 1963 yılında Dallas’ta suikasta uğramasının ardındaki sır perdesini sorgulayan film hem sinematik açıdan hem de konusuyla etkileyici bir başyapıt. Stone yalnızca suikastın arkasındaki komploları değil, aynı zamanda devletin güç yapılarını ve bu yapılar arasındaki örtbas etme çabalarını da gözler önüne seriyor.

Film New Orleans Bölge Savcısı Jim Garrison’ın (Kevin Costner) suikast sonrası yürüttüğü soruşturmayı merkezine alır. Garrison, Lee Harvey Oswald’ın yalnız bir tetikçi olduğuna dair resmi açıklamaya şüpheyle yaklaşarak suikastın arkasında daha büyük bir komplo araştırır. Stone’un bu hikayeyi ele alışı olayları yalnızca tarihsel bir perspektiften değil, aynı zamanda Amerika’nın güç yapılarının nasıl çalıştığını sorgular. Stone film boyunca hükümetin ve devletin gizli mekanizmalarının karanlık yüzünü gözler önüne sererken izleyiciye resmi anlatıların ne kadar güvenilir olduğunu sorgulatır.

JFK ayrıca olağanüstü bir oyuncu kadrosuna sahip. Kevin Costner, Jim Garrison karakterine kararlılık, dürüstlük ve inanç katıyor. Tommy Lee Jones, Joe Pesci, Gary Oldman ve Sissy Spacek gibi usta oyuncular filmdeki karakterleri derinleştirerek suikastın karmaşıklığını ve komplonun çok yönlülüğünü daha da belirgin hale getiriyor.

İki Oscar ödülü alan film aynı zamanda politik mesajıyla da övgüyü hak ediyor. Oliver Stone ABD tarihindeki en tartışmalı olaylardan birini cesurca ele alıyor ve hükümetlerin ve istihbarat kurumlarının halktan gizlediği gerçekleri sorgulamanın ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. 

John Williams’ın dramatik müziği filmin atmosferini daha da güçlendiriyor.

Wag the Dog - Başkanın Adamları (Köpeği Salla) (1997)

Amerikan başkanlık seçimlerine iki hafta kalmıştır. İsmi verilmeyen Amerikan başkanı odasında küçük yaştaki bir kızla arasında geçenler nedeniyle büyük bir skandala neden olmuş ve yeniden seçilebilme şansını sıfıra indirmiştir. Olaylar geniş çevrelerce duyulmadan önce önlem almak isteyen Beyaz Saray halkın dikkatini başka bir yöne çevirmek için medya cambazı Conrad Brean'ı görevlendirir. Halkın ve medyanın dikkatini dağıtma konusunda eşsiz bir yeteneğe sahip olan Brean sahte bir savaş haberi çıkaracak, ardından gelen destekleyici sahte haberlerle de tüm ülkeyi gerçekte var olmayan bir savaşa inandıracaktır.

1997 yapımı Wag the Dog, Barry Levinson’ın ustalıklı yönetmenliği ve David Mamet’in zekice yazılmış senaryosuyla Amerikan siyasetinin ve medyanın manipülasyon gücünü ele alan dahiyane bir siyasi hiciv olarak öne çıkıyor.

Amerikan başkanlık seçimlerine kısa bir süre kala patlak veren bir seks skandalını örtbas etmek için sahte bir savaş yaratma planını merkezine alan film, politik manipülasyonun, medyanın gücüyle nasıl şekillendiğini sarsıcı bir şekilde anlatıyor. Wag the Dog sadece komedi ve dram unsurlarını bir araya getirmekle kalmayıp, aynı zamanda çağdaş politikalar ve medya ilişkileri hakkında derin bir eleştiri sunuyor.

Filmde başkanın seks skandalı yaklaşan seçimler öncesi siyasi kariyerini tehlikeye attığı için başkanın danışmanı Conrad Brean (Robert De Niro) dikkatleri dağıtmak için halkın ilgisini farklı bir yöne çekmeye karar verir. Hollywood’un ünlü yapımcısı Stanley Motss (Dustin Hoffman) ile birlikte sahte bir savaş yaratma planı yapar. Bu kurgusal savaş medya aracılığıyla halka sunulur ve halkın ilgisini bu sahte savaşa çekerken başkanın skandalı arka planda unutulur. Bu kurgusal ve abartılı plan medyanın toplum üzerindeki inanılmaz etkisini ve manipülatif gücünü gözler önüne serer.

Wag the Dog medya ve siyaset arasındaki karmaşık ve tehlikeli ilişkiyi incelemekle kalmaz, aynı zamanda bu ilişkinin toplumu nasıl yönlendirdiğine dair önemli sorular sorar. Film gerçeklik ve kurgu arasındaki çizgilerin nasıl bulanıklaştığını gösterirken, izleyiciye manipülasyonun ne kadar etkili olabileceğini düşündürtür. Levinson bu temaları keskin bir mizahla ele alır, böylece izleyici hem gülerken hem de rahatsız edici bir gerçeklikle yüzleşir.

Robert De Niro ve Dustin Hoffman filmdeki mükemmel performanslarıyla dikkat çekiyor. De Niro’nun oynadığı Conrad Brean karakteri, soğukkanlı, zeki ve stratejik bir siyasi danışman olarak filme damgasını vuruyor. De Niro, Brean’ın her duruma uyum sağlayabilen, kriz anlarını fırsata çeviren manipülatif yapısını olağanüstü bir incelikle sergiliyor. Hoffman ise Stanley Motss rolünde Hollywood’un yüzeysel ve şatafatlı dünyasını temsil eden bir karakter olarak parlıyor. Hoffman’ın canlandırdığı yapımcı yaşadığı her durumu bir film gibi görerek gerçeğin ne olduğunu adeta unutuyor.

Wag the Dog medyanın halk üzerindeki kontrolünün ne kadar güçlü olduğunu ve gerçekliğin medya aracılığıyla nasıl yeniden inşa edildiğini gözler önüne seriyor. Medyanın yaratılan anlatıyı gerçeğin önüne geçirmesi filmde açıkça ele alınan bir konu.

Devamı gelecek hafta... İyi seyirler!

Mehmet Ali Çiçekdağ kimdir?

Prof. Dr. Mehmet Ali Çiçekdağ İstanbul'da doğdu. Sankt Georg Avusturya Lisesini ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirdi. İki yıl Ege Üniversitesi İktisadi ve Ticari Bilimler Fakültesinde asistanlık yaptıktan sonra burslu olarak ABD'ye gitti. California Üniversitesi'nin Santa Barbara kampüsünde siyaset bilimi dalında yüksek lisans ve doktora yaptı. 40 yıldan fazla ABD'de kalan Çiçekdağ çeşitli üniversitelerde Amerikan politikası, uluslararası ilişkiler ve mukayeseli devletler dersleri verdi.

Çiçekdağ'ın ikinci uzmanlık alanı Yabancı Dil Eğitimi ve Dilbilimidir. Monterey Institute of International Studies'ten eğitim dalında ikinci bir M.A. aldı. Defense Language Institute'te Akademik Eğitim ve Geliştirme bölümünün başkanlığını ve Türkçe Bölümünün başkanlığını yaptı.

1980'lerde Boğaziçi Üniversitesinde Siyaset ve Uluslararası İlişkiler bölümünde tam zamanlı öğretim üyeliği yapmış olan Çiçekdağ, bugünlerde aynı bölümde yarı zamanlı olarak Amerikan Politikası dersleri veriyor. T24'te siyaset ve müzik yazıları yazmayı seviyor.