Utancı, kederi ve umudu aynı günde yaşadım. Bir yanım insanlık öldü derken bir yanım umut yine insanda diye fısıldayıp durdu…
Sınır kapılarında barikat kurulduğunu, götürülen yardımı içeri sokamadıklarını arkadaşlarımızdan öğrenince doğru Doyran Köyü’ne gittik. Meriç’in daraldığı ve debisinin azaldığı bir yere kurulmuş köy. Yunanistan’a geçiş için tercih edilen yerlerden biriymiş hep ama sıkı denetlenirmiş. Sınır kapılarının mültecilere açılmasıyla birlikte denetim kalkmış, hatta balıkçılıkla uğraşanların kulağına "Gelenleri götürüp nehrin ortasındaki adacıklara bırakın" denmiş. Onlar da gelenleri kayıkla nehrin ortasında adeta sınırı belirleyen kara parçacıklarına bırakmışlar hafta sonunda. Oradan Yunanistan kıyılarına geçmek çocuk işiymiş. Yüzme bilmek gerekmezmiş, yürüyerek geçebilirmişsin. Onlar da bir umutla sevinerek geçmişler. Giden grubun erkekleri üstlerinde sadece donlarıyla, kadınlar paltoları, ayakkabıları, çorapları alınmış şekilde ve hepsi nehrin soğuk sularıyla sırılsıklam olarak geri dönmüşler. Yunanistan polisi pasaportlarını, üç kuruşlarını koydukları cüzdanlarını, üstlerindeki giysileri her şeyi alıp yakmış ve onları suya ittirmiş.
Doyranlı yaşlı bir kadın anlattı: "Kızıma gitmek için çıktığımda gördüm onları, sırtımdaki yeleği, ayağımdaki çorabı titreyen bir kadına giydirdim, elimden başkası gelmedi. İnsanlık ölmüş diyeceğim de dilim varmıyor işte. Utandım sanki ben itmişim gibi."
Suriyeliler kadar Afganistanlılar, İranlılar da vardı. Bebekli aileleri köyün camisine almışlar, diğerleri açıkta, toprağın üzerinde bekleşiyor. Kimse konuşmuyor. Erkekler daha çok suyun kenarında yere çömelmiş, sessizce, bir medet umar gibi suya bakıyorlar. Kadınlar, çocuklarla geride öbek öbek toplanmış, yere oturmuşlar. Kimse konuşmuyor, çocuklar bile suskun. Çocuklar erkeklerin yanına hiç gitmiyor, hep annelerinin yanında duruyor ama anneleri de unutmuş gibi onları. Elleriyle toprağa bir şeyler çiziktiriyor ya da etrafta küçük bir kedi köpek görürlerse hemen yanına gidip onu okşuyorlar. 5-6 yaşlarında bir erkek çocuk, arkadaşına rastlamış gibi hoşnut bir ifadeyle köpekle konuşuyor. Ne konuşup ne anlatabilir, üstelik yüzünde bir gülümsemeyle? Elimi başına götürdüğümde annesi geliyor yanımıza. "Merak etme diyorum ben de onu sevmek istemiştim". Elimden tutup götürüyor.
Türkçe bilen birine, "Pinpon topu olduk iki kıyı arasında" diyor Affan, "Sizinkiler bizi karşıya paslıyor Yunanlılar geri vuruyor. Şu köpek kadar değerimiz yok". Onu teselli edecek hiçbir şey gelmiyor aklıma. Aptal aptal bakıyorum…
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde "Her insanın zulüm karşısında başka ülkelere sığınma hakkı vardır. Sığınma hakkı temel bir haktır" kuralı yazılalı 70 yıl olmuş. Sığınma hakkı, düşünce, özgürce dolaşım, sağlık, eğitim ve en önemlisi onur kırıcı muameleye tabi olmama hakkını da içeriyor. 70 yıl sonra ben Affan’a ne diyebilirim ki?
Getirdiklerimizi bırakıp Doyranlıların kahvesini de içip tekrar Edirne’ye dönüyoruz. Gittiğimiz markette genç bir kadın elindeki kağıda bakıp bakıp aceleyle süt, bebek bezi, plastik bardak, su vb. koyuyor ittiği market arabasına. Mülteciler için diyorum içimden. Ona yaklaşıp soruyorum. İnsanın içini aydınlatan bir bakışı var. Evet, mülteciler için. Doğayla ilgili bir grupları varmış, mülteci krizi patlayınca hemen onlara yönelmişler. Yalnız otogardakilerle ilgileniyorlarmış. "Biz de gelelim, neler gerekiyor" diyorum. Alışverişi bitirip otogara gidiyoruz birlikte. Gitmeden oradakilerden birini arıyor. Arabaları bize söylenen yere bırakıyoruz. İki Suriyeli genç geliyor. Arabadakileri boşaltırken çevremiz kalabalıklaşıyor, gençler onlarla konuşuyorlar ve herkes sıraya giriyor. Sessiz, öfkesiz, ifadesiz bir şekilde paylarına düşeni bekliyorlar.
Amine ile tanışıyorum: "Ülkemde durumumuz iyiydi ama savaş her şeyi yere çaldı. Annemin ısrarıyla üniversite okuyayım diye buraya geldim. Ama Almanya’ya gitmek istiyorum. Bugün Birleşmiş Milletler temsilcisi geldi, konuştuk. Bütün dünya bizi izliyor bir çözüm bulacaklar elbet". Üstümüzde uçan helikopteri gösteriyor: "Bak Merkel de dolaşıp denetliyor. Konuşup açacaklar sınırları, ne yapacaklar açmayıp."
"Madem burada okula gidiyorsun kal işte, neden gitmeye çalışıyorsun" diye soruyorum. "Üç yıl oldu hâlâ vatandaşlık alamadım. Almanya bir yıl kalana vatandaşlık veriyormuş o yüzden gitmek istiyorum. Daha da önemlisi ne biliyor musun? Burada insan yerine koymuyorlar bizi. Hiç arkadaşım yok. Üç senede arkadaşı olmaz mı insanın? Sürekli aşağılıyorlar, ne işiniz var burada, gidin kendi ülkenize bizim hakkımızı yiyorsunuz, diyorlar. Kimse sormuyor, buraya neden geldin diye. Ben durup dururken mi geldim? Savaşı biz mi çıkardık? Neden kimse düşünmüyor bunların burada ne işi var, neden geldiler diye? Benim evimi kim dağıttı? Kim evini bırakıp gitmek ister, mecbur kaldık işte."
Söyleyecek tek kelime bulamadan sarılıyorum ona. Göz yaşları boynuma akıyor.
Milyonlarca Affan ve Amine’ye ne olacak?
Ya ölen Mehmetler, Bayramlar, Ali'ler…
İnsanlık öldü mü?
Yine de umut var diyor içimdeki fısıltı. Doyran Köyü’nde onlarca araç vardı farklı illerden. Mültecilere yemek taşıyan, onlarla dayanışmak için organize olan insanlar var. Ve işçileri hatırlıyorum. Edirne’ye gittiğim arkadaşım ve ben sendika avukatıyız. Çorlu şubesinden aradılar Edirne’ye giderken uğrayın diye. İşçiler evlerindeki battaniyeleri yıkayıp tek tek poşetlere koyup getirmişler, mültecilere götürelim diye. Ve binlerce Yunanlı kendi hükümetlerinin mültecilere yaptığını protesto etmek cop yemeyi, gazlanmayı göze alıp sokaklardalar.
Her şey zıttıyla var. Bir yanımız ölürken bir yanımız umutla direniyor insan kalmaya…