* Pelin Opcin
Norveç ve caz deyince, dünya toz ve gaz bulutuydu diye başlamak, tozu dumana katan, cazın eksenini değiştiren dehaların nasıl bir vahadan geldiğini az da olsa anlamakla yola koyulmalı. “Sen tanırsın, bize Bugge’yi anlat” dediklerinde ben de toz ve gaz bulutunun film şeridi gibi gözümün (kulağımın) önünden geçeceğini tahmin etmezdim ama bu dipsiz kuyu, bu engin deniz ve bu heyula fjordlar “yönetici özeti” tadında da olsa bir yolculuğu hak ediyor. Kronolojiyi biraz karıştıracağım, bazı sekansları atlayacağım, bazı dönemeçlerden tadımlık şarkılar önererek konuya geleceğim. Çünkü konumuz uzun, konsere az kaldı.
Bugge Wesseltoft Norveç caz sahnesinin genç yeteneklerinden oluşan yeni ekibiyle, 1 ve 2 Şubat akşamları Salon İKSV’de olacak. Hem de çok özel bir vesileyle; cazın yakın tarihinin en önemli kilometre taşlarından biri olan New Conception of Jazz ve beraberinde kendi plak şirketi Jazzland Recordings’in 20.yılını kutladığı turnesi kapsamında, kariyerinin son 20 yılına taptaze bir bakış atacak.
Oslo caz sahnesinin 60’ların ortasından itibaren Avrupa, hatta dünya cazına dair söyleyecek çok şeyi oldu. Hatta ileri gidelim, epey de yön verdi. 60 yıla yaklaşan bu devrimin üçte birinden fazlasında yer almış olan Bugge Wessletoft önünde saygıyla eğilmeyi ya da –kibarlığı bir yana bırakalım- önünde dans etmeyi fersah fersah hak ediyor.
60’ların ortalarında Kopenhag, Oslo ve Stockholm caz sahnesi birçok Avrupa kentinden daha ilericiydi. İskandinavya daha sonra aralarına çok değerli Türkiyeli sanatçıların da katılacağı birçok caz müzisyenine bir sığınak olmuştu. Norveç, kapılarını caz eğitimine de açan konservatuarları, 1961’den beri yayında olan Jazznytt dergisi, caz alanında eser siparişine olanak sağlamasıyla öncülük eden, Avrupa’nın en eski caz festivallerinden olan Molde Caz Festivali ve okul öncesi çocuklarına kayak kaymayı öğrendikten sonra ilk iş gitar çalmayı öğreten vizyoner ebeveynleri ile fark yaratıyordu. (Bu ebeveynlerden biri de Bugge’nin babası, Erik Wesseltoft’du)
Çoğunlukla geleneksel Amerikan cazı pratiklerini izleyen ama olgunlaşmaya epeydir hazır olan bu sahne, Amerikalı piyanist, besteci, teorisyen Goerge Russell’in İskandinavya’ya ayak basıp, özellikle Jan Garbarek ile temas etmesiyle kökten değişecekti. O dönem nota okumayı bile bilmeyen genç alaylı Jan Garbarek, Russell’in caz emprovizasyonu ve yeni bir modal forma işaret eden yenilikçi (aslında çoğu Miles Davis ve John Coltrane’nin doğaçlamalarını ve bunların açılabileceği yeni ufukları kağıda döken) teorilerini anlamaya kafa yordu. Doğaçlamada ve melodik anlatımlarda yepyeni pencereler açan, cazı çağdaş müziğe yaklaştıran bu temas Norveç cazının geleceğini belirleyecekti. Ağırlıklı olarak İsveç’te bulunan, ancak Norveç başta olmak üzere etkisini hissettiren Don Cherry ise Norveç cazını kendi ülkesinin folk köklerine yaklaşmaya cesaretlendirdi. Şimdi bu sekansta toz bulutunun arasından omuzlarındaki isi silkeleyerek sahneye giren titizlik abidesi Manfred Eicher’ı, dev bir ışık huzmesi eşliğinde hayal edelim. Jan Garberek’in sound’una vurulmuş ve yeni kurmakta olduğu ECM’in ilk kayıtlarından birini kendisiyle yapmaya ikna etmiş, sırf anlaştığı stüdyoda arzu ettiği sesi yakalayabildiği için Keith Jarrett’ten Charlie Haden’a birçok caz devini kayıtlar için Oslo’ya sürüklemiş Eicher’ın Norveç caz sahnesine, Norveç cazının ise ECM’e kattıkları yadsınamaz elbette…
Nihayet, hızlı bir “flash-forward” ve 1990’ların sonuna geliyoruz. Miles Davis’in “Birth of Cool”una gönderme yapan, “Rebirth of Cool” serisinin eklektizmi gözdeleştirdiği, hip-hop ve o da ne demekse trip-hop’un cazla soslandığı, (bu sakil bir nitelemeyi pek sevmesem de) acid-jazz’ın popülerliğini koruduğu, Gilles Peterson’un kulağımızı çeşitliliğe açmaya başladığı vakitler. Sene 1999. Universal Music International bünyesindeki Klasik ve Caz departmanının tabir-i caizse saltanat dönemleri. Korsan MP3 salgını almış başını giderken “yeni yetmeler fiziksel kopyalara rağbet etmiyor, yetişkinlere klasik ve caz satalım” diyen müzik devlerinin stratejilerini ters köşeye yatıran, o dönemin uluslararası pazarlamadan sorumlu başkan yardımcısı Wulf Müller, yüksek gustosu ve ikna kabiliyeti ile bizi Jazzland Recordings ile tanıştırıyor. Bendeniz ise İstanbul Caz Festivali’nin henüz faks ve kattaki tek internet bağlantılı bilgisayar ile programlamasına dahil olmaya çalışan yeni yetmesiyim. Festival kapsamında Roxy ve Temmuz’a açılması beklenen Babylon’a yerleştireceğimiz grupların çetelesini tutuyorum. Bugge Wesseltoft’u 1998 tarihli “New Conception of Jazz: Sharing” albümü ile tanıyorum.
1996 yılında Bugge Wesseltoft’un çıkardığı ilk “New Conception of Jazz” albümü ve 1997 yılında Nils Petter Molvær’in “Khmer” kaydı müzik çevrelerince cazın çehresini değiştiren albümler olarak tanımlanıyor. Her iki projeye de 1999 yılında İstanbul Caz Festivali’nde yer veriyoruz.
2001’de Jazzland Geceleri ile festivalde yer alan Bugge Wessletoft farklı vesilelerde kendi plak şirketinden Beady Belle, Wibutee gibi sanatçı ve toplulukları keşfetmemizi sağlıyor. Sürekli gelişen ve ortak çalışmalarla kendini mütemadiyen yenileyen sanatçı birçok kez İstanbul’da konser veriyor, Festival’e 2011’de Alp Ersönmez ile sahne aldığı konser ve 2012’de İlhan Erşahin’in de çekirdek ekipte yer aldığı Bugge and Friends projesi ile ziyaret ediyor.
Bugge, büyük oranda Herbie Hancock’un cazı elektronik müziğe yaklaştırdığı döneminden ilham alsa da, tekno dahil olmak üzere farklı çağdaş dans müziği formlarını, hip-hop dj’liği tekniklerini müziğine katarak future-jazz veya nu-jazz diye tanımlanan türün tohumlarını attı.
Biri canlı kayıt olmak üzere çıkardığı beş New Conception of Jazz albümüyle, her seferinde değişim konusunda ısrarcı tavrını ortaya koydu. Bunu yaparken sadece elektronik müzikten değil, başka kültürlerin geleneksel müziklerinden de ilham almayı başardı.
Yaptıklarıyla cazı, plak şirketlerinin o zamanlar gözden çıkardığı yeni yetmelere yaklaştırarak belki de Polar Bear, BadBadNotGood, Gogo Penguin gibi genç bir caz sound’u yeşerten topluluklara kapıları açtı.
Solo albümleri ve başta Sidsel Endressen ile olmak üzere kaydettiği ortak çalışmalarıyla sadece elektronik müzik alanında değil, Kuzey cazına iz bırakan özgün besteciliği ve virtüözlüğü ile de kendini gösterdi.
2016’da Jazzland Recordings’den yayımladığı “Somewhere in Between” derlemesi adını ilk New Conceptions of Jazz kaydının açılış parçasından alıyor. Serinin “You Might Say”, “Existence” ve “Hope” gibi kilometre taşı parçalarına güncel yorumlar getiren, kariyerinin farklı dönemlerine de yer veren, Dhafer Youssef, Joshua Redman, Erik Truffaz, Sidsel Endressen, Mari Boine gibi efsane isimlerle yaptığı çalışmaları bir kez daha gözler önüne seren bu nefis albüm ve 20. Yıl kutlaması Salon’da hayat bulacak. Hem de Bugge Wesseltoft’un yanı sıra, tümü genç kadın müzisyenlerden oluşan zımba gibi bir ekip ile.
Bugge’yi festivalimizde yer verdiğimiz projeleri ve diğer İstanbul konserleriyle, Montreux Jazz Academy’de Yaron Herman’a i-pad’iyle eşlik ettiği çok özel atölye-dinletisiyle, Londra Caz Festivali’nde Henrik Schwarz ve Dan Berglund ile verdikleri şairane konserle defalarca dinlememe rağmen, Salon’daki bu özel iki konseri kaçırmayı düşünmüyorum.
Konser öncesi dersini çalışmayı sevenlere dinleme listesi öneriyorum:
“My Street” (New Conception of Jazz, 1996)
Bugge bu şarkıda darbuka çalıyor. Vokallerde ise Faslı dj ve şarkıcı Michy Mano var.
“You Might Say” (NCOJ:Sharing, 1998)
Bu albümde zengin elektronik alt yapının yanı sıra özgün piyano tuşesini konuşturuyor. Bu şarkıda vokaller Sidsel Endressen’e emanet. Göz yaşlarını görelim!
“Yellow Is The Colour” (NCOJ: Moving, 2001)
Albümün sakin beat’lerin ön plana çıktığı, belki de ileride Norveç nu- disco sahnesine de ilham vermiş olabileceğini düşündüğüm karakteristiğini “Gard du Nord” adlı parça daha iyi yansıtsa da ben yine de “Yellow is the Colour”u seçtim. Ayrıca saksofonda daha sonra Wibutee’yi kuracak, solo kariyeri ile Norveç’in caz yıldızlarından olacak Håkon Kornstad var. Bu parça bence 2000’lerin piyano sound’una ağabeylik ediyor.
Belki Bugge Wesseltoft’un en ayırt edici özelliği bu değil ama ben farklı kültürlere göz kırpmalarını çok seviyorum. “Hope” Dhafer Youssef’in bestesi. Vokalleri ve udu ile yakıyor. 2016 yorumu ise ayrı bir dert, ayrı bir sızı.
Bonus track ise 2014 tarihli Henrik Schwarz ve Dan Berglund ile kaydettiği albümü Trialogue’dan geliyor. Neo klasikten tekno soslu caza doğru giderken solda rastlayabileceğiniz bu albüm, buna rağmen şiirsel olmayı da elden bırakmıyor. Bu tatlı şizofrenik hali en iyi betimleyen ismiyle müsemma şarkı “Headbanger Polka”yı önererek konuyu kapatıyorum.
Konserlerde görüşmek üzere!
* Pelin Opcin: Boğaziçi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü’nden 1999 yılında mezun oldu. Aynı yıl İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nda çalışmaya başladı. 2005 yılında İstanbul Caz Festivali Direktörü olarak atanan Pelin Opcin, aynı zamanda TESDER (Türkiye Etkinlik Sektörü Derneği) yönetim kurulunda görevli ve Uluslararası Caz Festivalleri Birliği’nde (IJFO) temsilci olarak yer alıyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi, Sanat ve Kültür Yönetimi Bölümü’nde “Kültür Sanat Kurumları Yönetimi” dersi veriyor.