Kendine Ait Bir Köşe

29 Mart 2020

Sınır, hiçbir yer ve hak ihlallerinde ortaklaşan insanlar

Hayatları hiçe sayılan insanların uğradıkları şiddetin ortaya çıkarılması ve benzer durumların önüne geçebilmek için mücadele etmemiz gerek!

Esin Bozovalı*
Avukat/İnsan Hakları Savunucusu
İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Mülteci Hakları Çalışma Grubu Üyesi 

"When There is Nowhere to Go, Nowhere is Home" (Gidilecek hiçbir yer olmadığında, hiçbir yer eviniz olur) diye yazıyor Ai Weiwei'nin Human Flow filminin afişinde. Hükümetin verdiği umut ile bir hiçbir yerden diğerine gitmek için sınırda bekleyen ve direnen insanlara bakarken aklıma gelen düşünceler bu cümleye benziyor.

28 Şubat 2020 tarihinde hükümet yetkilileri tarafından Türkiye'nin batı sınırlarından geçişin artık durdurulamayacağı yönünde açıklama yapılması, sosyal medya aracılığıyla mülteciler arasında sınırın açık olduğu bilgisinin hızla yayılması ve İçişleri Bakanı'nın sınırı geçebilenlere dair her gün büyük sayılar paylaşması gibi etkenlerle yaratılan umut sonucu 28 gün boyunca binlerce insan özellikle Edirne'de bulunan Pazarkule Sınır Kapısı ve Meriç Nehri çevresinde toplanarak sınırı geçmek için direniş gösterdi. Bunun karşılığında Yunanistan kolluk güçleri ve onların kontrolündeki silahlı gruplar  ise sığınma talebi ile sınırlarına dayanan insanların geçişini engellemek için yoğun bir şekilde biber gazı, plastik mermi, tazyikli su, kimi zaman ateşli silahlar ile saldırdı, bir şekilde sınırı geçebilenleri ise kötü muamele oluşturacak eylemler ile Türkiye tarafına geri itti.

Yunanistan kolluk güçlerinin gerçekleştirdiği eylemler yaşam hakkı, kötü muamele yasağı, etkili başvuru hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, toplu sınır dışı yasağı, ayrımcılık yasağı ve sığınma hakkını ihlal etti. Tüm bunlar yaşanırken, Avrupa Birliği ülkeleri mülteci meselesinde askıya alınamaz ve sınırlandırılamaz kötü muamele yasağı ile doğrudan ilintili sığınma hakkını uluslararası hukuka aykırı bir şekilde askıya alan ve insanlara yönelik ağır şiddet uygulan Yunanistan devletine ve yaşanan insan hakları ihlallerine destek çıktı. 28 Şubat'ta verdiği siyasi kararının karşılığında Avrupa Birliği ülkelerinden beklediğini alamayan Türkiye ise salgın gerekçesi ile batı sınırının kapatıldığını 18 Mart tarihinde duyurdu. Bunun üzerine sınırdan İstanbul'a doğru gerçekleşen otobüs seferleri artırıldı. 26 Şubat gecesi itibariyle ise alandaki binlerce kişi arasında Koronavirüs'ün yayılmaya başladığı şüphesi üzerine hızlı bir şekilde alan boşaltıldı ve insanlar karantinaya alındıkları gerekçesi ile çeşitli illerdeki geri gönderme merkezlerine kapatıldı.

Sınırda yaşananların sorumlusu siyasi kararlar

Öncelikle vurgulamak isterim ki, yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığım bu yaklaşık bir aylık sürede yaşananların sebebi doğal bir sınır hareketliliği değil, özellikle Türkiye, Yunanistan ve Avrupa Birliği tarafından verilen siyasi kararlar ve bu siyasi kararlar ile insanların tedbirsiz bir şekilde her türlü şiddete açık hale getirilmesidir. Sınırların kapandığı açıklaması sonrası artan geri dönüşler ya da alanın boşaltılması ile hiçbir şey sonlanmamakta ya da eski haline dönmemektedir. Çünkü bu sürede geri döndürülmesi ve telafisi mümkün olmayan şekilde bu kararların arasında sıkışan, kaybolan, öldürülen, psikolojik, cinsel, fiziksel şiddete maruz kalan, hastalanan, göçmen kaçakçılarının sömürüsüne uğrayan, umutları yıkılan ve travmatize edilen binlerce kişi var. Ayrıca şehit haberleri üzerine sınırların açılması ile ülkedeki mültecilere yönelik nefret söylemi ve saldırılar da arttı. Bu da sınıra giden ya da gitmeden endişe ile diğerlerinin yolculuğunu ve yaşadıklarını takip eden mülteciler için Türkiye'de yaşamanın aynı olamayacağını gösteriyor.

Yaşamla ölüm arasında tercihin sınırı

Sınır kapısının açık olduğuna dair yapılan yönlendirmeler sonucu sınırda toplanmanın başladığı ilk günlerde sahaya ilişkin raporlamalar ve hak ihlallerine yönelik davalamalar yapmak amacıyla sınıra giden bir grup avukat olarak insanlarla yaptığımız görüşmelerde konuştuğumuz büyük bir çoğunluk, devlet yetkililerinin sınır kapılarının açıldığını söylemesi sebebiyle sınırı geçeceklerine dair umutlu ve motivasyonları yüksek bir haldeydi. Halbuki sınır kapıları açık değildi. Yalnızca geçişler Türkiye tarafından durdurulmamaya başlanmıştı. Haberi aldığı gibi hızlıca eşyalarını toplayıp alana doğru yola çıkanlardan yüzlercesi bir daha geri dönmeyeceklerini düşünerek evlerini de kapatmıştı. Her gün geçişlere dair yüksek sayıların paylaşılması, ilk gün sadece yakın illerden gelenlere günler geçtikçe Türkiye'nin diğer illerinde bulunan kişilerin de eklenmesini sağladı. Her türlü riski alarak Türkiye'den gitmek isteyen insanların büyük bir çoğunluğunun Türkiye'de çok büyük ekonomik zorluklar yaşadıkları, sömürüldükleri, kayıt, çalışma izni, sağlık gibi temel hak ve servislere erişemedikleri gerçeği bir yandan durumun ne kadar sınıfsal olduğunu diğer yandan ülkedeki uluslararası koruma sisteminin problemlerini gösteriyordu. 2015'te sınırı geçerek Almanya'ya ulaşan ve refah seviyesi daha yüksek bir hayat yaşayan akrabalar ve tanıdıklar da bazılarının bekleyişinin motivasyonlarındandı. Türkiye'deki sistematik sorunlar ve sınırın açılacağına dair umut ve beklenti hali sebebiyle her an kapı açılır da arkada kalırız korkusu ile alanda hastalanan ve ciddi olmayan şekilde yaralananların alandan bir an olsun ayrılmamak için, ve belki de hem kendi hem çocuklarının sağlığını tehlikeye atacak şekilde, sağlık desteğini yalnızca alanda alabilmek için ısrarcı olduklarına da yakını öldürülen birinin gece vakti hastaneden direkt olarak yeniden sınıra giderek şansını denemek istemesine de tanık olduk.

Ortaya çıkan zarar ve kayıplar tam olarak bilinmiyor

Sınırda direnen insanların tüm farklılıkları arasında asıl ortaklaşan şey, maruz kaldıkları şiddet, sömürü, ihlal edilen hakları, uğradıkları geri döndürülemez zararlar, kayıpları ve ölümleri. Aslında kaç kişinin yaralandığının, öldürüldüğünün, kaybolduğunun bilinememesi dahi durumun tedbirsizliğini ve vahametini gösteriyor. Pazarkule Sınır Kapısı etrafına zamanla eklenen ateşli silahlar ve diğer saldırılar ile yaralanan ve öldürülenlerin yanında binlerce kişi de Meriç üzerinden sınırı geçmeyi başarmasına rağmen dövüldükten, eşyaları, paraları, telefonları çalındıktan, çıplak bırakıldıktan ve haksız tutulduktan sonra Türkiye'ye geri itildi. Bu çok çeşitli şiddet içeren eylemler özellikle kadınlar üzerinde cinsel ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddet olarak ortaya çıktı. Tüm bu süreçte cinsel saldırıya uğrayan birçok kadın var, ve erkek de. Daha yeni 29 Şubat'tan beri vurulduktan sonra ailesi zorla alıkonan ve Meriç Nehri'nin Yunanistan kıyısında bırakıldığından beri halen kayıp olan bir kadın olduğundan haberdar olduk. Aramalar sürse de hayatta olup olmadığı dahi bilinmeyen bu kadın gömülmüş, suya atılmış ya da çok farklı şiddet biçimlerine maruz kalmış, halen de kalıyor, olabilir. Bu durum da Meriç Nehri'nin debisi değiştikçe yeni ölümlerden haberdar olacağımızı ya da tedbirsiz bir şekilde her türlü şiddete açık hale getirilen insanlar arasında, hiçbir zaman duyulmayacak, ölümlerin gerçekleşmiş olabileceğini gösteriyor.

Zulüm tehdidi çok çeşitli sebeplere dayanabilir

Geçen gün bir gazeteci Edirne'den dönenlerin Esenler Otogar'da yaşadıklarına ilişkin attığı tweet'inde bu kişilerden "düzensiz göçmenler" olarak bahsetti. Sadece göçmen diyebilecekken bu kişilerin düzensiz olduğuna kanaat getirerek bunu vurgulamak çok sorunlu ve kayıtsız/düzensiz göçmen gibi gelişigüzel kullanılan bu kalıplar hak ihlallerini  meşrulaştırmamakta. Ayrıca bazı "uzmanların" ve gazetecilerin genel olarak mülteci kelimesini kullanılmayı reddetmesindeki ısrarın, 1951 Cenevre Sözleşmesi ve benzeri hukuki belgelerdeki -ancak detaylı subjektif ve objektif değerlendirme ile ortaya çıkarılabilecek nitelikteki- tanıma ve ülkedeki yasal düzenlemeye uymamayı görünür kılmanın dışında, bu "düzensiz" insan gruplarının genellikle ekonomik sebeplerle yer değiştirdiğini ve "mülteciler kadar" da haklı olmadığını vurgulama isteğinden kaynaklandığını düşünüyorum.

Alanda toplananların çoğunlukla Türkiye'de ekonomik anlamda büyük zorluklar yaşadıkları, hak ve servislere erişemedikleri, işverenler tarafından sömürüldükleri aşikar ki, birçok kişi Türkiye'de bu koşullar altında kalmaktansa tüm saldırılara rağmen direnmeye devam edeceklerini ifade ediyordu. Fakat bu noktada Türkiye'de ya da Türkiye'ye geldikleri yerlerde ekonomik zorluklar yaşayan kişilerin başkaca birçok sömürüye ve şiddete açık hale geldiklerinin, insan onuruna yaraşır bir yaşam süremediklerinin, çeşitli zulüm tehditleri altında bulunduklarının ve hali hazırda sahip oldukları Sözleşmesel anlamda beş mültecilik sebebine (din, ırk, tabiiyet, belli bir toplumsal gruba aidiyet, siyasi görüş) dayalı ayrımcılıktan dolayı ekonomik zorluklar yaşadıklarının göz ardı edilmemesi gerek. Sığınma sebeplerinin öne sürülebilmesi, kişilerin uluslararası korumaya erişebilmesi ve Türkiye'deki risk durumlarının ortaya çıkarabilmesi içinse İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 14. maddesindeki sığınma hakkı ve sığınma hukuku temel ilkeleri uyarınca sınırlara dayanan insanların usulüne uygun bir şekilde bireysel sığınma talepleri alınmak üzere güvenli bir şekilde Yunanistan'a kabullerinin sağlanması gerekmekteydi.

Bundan sonra ne olacak?

Tüm bu yaşananların sorumlusu olan siyasi kararların sonuçlarının ne denli ağır olduğu ancak ki tüm bu insanların tek tek sesleri dinlendiğinde, hikayeleri yazıldığında, hak ihlallerine ilişkin yasal mekanizmalar işletilebildiğinde biraz da olsa anlaşılabilecek. Yani şimdilik bu mümkün görünmüyor. Öte yandan ulaşılamayan, erişilemeyen, destek olunamayan, erişilse bile zarar görmesine rağmen bir gün bir yolunu bulup da yine Yunanistan'a gidersem başıma dert açılmasın diyerek (ya da yalnızca inanmadığından) hiçbir şikayet mekanizmasına başvurmak istemeyen de birçok kişi var. Salgın sebebiyle alan boşaltılmasaydı özellikle Yunanistan'ın sığınma hakkını askıya aldığı bir aylık sürenin geçmesini beklemeyi ve direnmeyi sürdürmek isteyen birçok kişi vardı. Yine geri döndürülenlerden Esenler otogarına bırakılan, sınırı geçip de geri itilmeden önce kimlikleri, telefonları, paraları çalınan, sınıra gitmeden evini kapattığı son parasını harcadığı için geride bıraktığı bir evi olmayan, hastalanan ve sağlık hizmetlerine erişemeyen yüzlerce kişi var. Bu kişilere bazı sivil toplum kuruluşları ve olayın başından beri büyük emek veren gönüllüler destek sağlamaya çalışsa da salgının etkisi ile yaşananların görünürlüğü de, bu insanlara destek olanların sayısı da bir hayli azalmış durumda.

İnsan hakları savunucuları olarak, insanların insan onuruna yaraşır bir yaşam sürmek amacıyla sınırları aşma mücadelesiyle dayanışma gösterenler olarak, zulümden kaçanların sığınma hakkına erişimlerini destekleyenler olarak nasıl adlandırırsak adlandıralım kendimizi siyasi kararlar ile hayatları hiçe sayılan insanların uğradıkları şiddetin ortaya çıkarılması ve benzer durumların önüne geçebilmek için, geride kalanların kayıt ve temel hak ve servislere erişebilmesi için, bir şekilde edindiğimiz sıfatlarımızı ve onların sağladığı yetkileri insanlar için kullanabilmemiz için, inançsızlığa düşmenin çok zor olmadığı bu günlerde bir yolunu bularak, kalabalık bir şekilde çalışmamız ve mücadele etmemiz gerek. Bu gereklilik en çok da her şey bitti gibi görünen, medyanın ilgisinin tamamen salgın haberlerine kaydığı, yine salgın sebebiyle hepimizin evlerimize çekildiği bu günlerde geride kalan zararları ve çekilecek evi dahi olmayan, sığınma ve koruma prosedürlerine erişemeyen, kayıt olamayan, çalışma izni alamayan, işvereni tarafından türlü sömürüye uğrayan, ırkçılığa ve nefret söylemine maruz kalan insanları, tüm saldırılara rağmen -hiçbir yerden bilinmezlik dolu diğerine ulaşmak için- sınırda günlerce direnmeye iten Türkiye'deki koşulları daha da görünür kılmak ve bu sorunlara karşı çözüm üretebilmek için var.


*Kendine Ait Bir Köşe, Uluslararası Af Örgütü ve T24 işbirliğiyle hayata geçirilen, kadın ve LBT+ hakları mücadelesinde yer alan hak savunucusu ve aktivistlerin kendi deneyim ve gözlemlerini aktarmasını önceleyen bir yazı dizisidir. Bu yazıdaki tespit, görüş, tavsiye ve yorumlar tamamen yazarın kendi görüşlerini yansıtmaktadır. Uluslararası Af Örgütü'nün yazılarla ilgili hiçbir yasal ve idari sorumluluğu bulunmamaktadır.