İsmail Küçükakyüz

13 Mayıs 2018

Şehirleşme/imar ve mülkiyet hukuku üzerine gözlemler

Dönüşüm ve riskli alan adı altında da vatandaşın mülkiyet ve yaşam hakkı elinden alınıyor

Bir kıymetli üstadımız daha önce yeni havalimanı yakınlarındaki arazilerinin Kanunla, ama hukuka aykırı bir şekilde bir gecede devletin mülkiyetine geçirildiğini ifade etmişti.  Bu vesileyle, şehirleşme, mülkiyet ve imar hakkı/hukuku konusundaki düşüncelerimi izninizle sizlerle paylaşmak istiyorum.

Osmanlı'da özel mülkiyet hakları korunmamış, zenginleşen vezir ve sadrazamlar ve diğerleri idam edilerek mal ve mülklerine el konulmuştur. Başka bir güç ve zenginlik merkezi oluşmasına asla izin verilmediği için bunun hukuku da oluş(a)mamıştır. Demokrasinin bu topraklarda gelişememesinin nedenlerini buralarda da aramamız lâzım geldiğini düşünenlerdenim.

Modern anlamda ilk özel mülkiyete konu tapu kayıtları yanılmıyorsam Sultan Abdülmecid döneminde Islahat Fermanından sonra 1856 yılında tutulmaya başlanmıştır. Kayıtlar tutulmaya başlansa da vatandaşın özel mülkiyet hakkı önceden olduğu gibi yok sayılmış ve dikkate alınmamıştır. Bu durum Osmanlıdan Cumhuriyete halen devam etmektedir. " Devlette devamlılık esası" böyle mi anlaşılıyor?

1945 yılında çıkan 4785 sayılı bir yasa ile mülkiyet haklarının ihlal edildiği ve halen ihlal edilmekte olduğu bir gerçektir.

Bu kanunla şahıslara ve köylere ait ormanlar bir gecede devletin mülkiyetine geçmiştir. Vatandaşın hakkı ve hukuku Osmanlıda olduğu gibi yok sayılmıştır. Bütün ormanlar devletin hüküm ve tasarrufu altın alınınca mı daha iyi korunmuştur? Özel orman olarak tescil edilmiş ve tasarruf koşulları ayrıntılı belirlenmiş olsaydı ormanlar acaba daha iyi korunmuş olmaz mıydı?

Bizim yörede (Trabzon'da) arazi çok dardır ve kamu mülkiyetinde arazi neredeyse hiç yoktur. Buna rağmen 2005 yıllarında kadastro geçerken insanların özel arazisi orman olarak belirlenmiştir.  Bunlara karşı davalar açılmak zorunda kalınmış ve vatandaş mahkemelere taşınmıştır.

Açılan davalarda, anılan Kanun ve 1945-1965 yıllarında çekildiği söylenen hava fotoğrafları Orman tarafından dayanak gösterilmektedir. 2005 yılından hemen önce devletin tuttuğu ve aleniyet ilkesinin gereğini kendi sağladığı tapu kayıtları esas alınarak satın alınan orman vasfını taşımayan tarım arazileri bile 1945 yılındaki hava fotoğrafları gerekçe gösterilmek suretiyle görevini doğru yapmayan Orman/Tapu idaresince savunulabilmektedir. Peki elinde olan bu fotoğrafın gereğinin neden yapılmadığı, 1945 yılından 2005 yılına kadar tapu kayıtlarını düzeltmediğinin de etkin bir idare ve hukuk içinde bir cevabı yoktur.

Hukuka göre, tapunun güvenliğini ve aleniyetini sağlayan Devlettir ve İnsanlar kayıtlara güvenerek taşınmaz satın alırlar. Devletin var olma nedenlerinden biri budur ve devlet kendi kayıtlarını hukuk dışına çıkarak yok saymaktadır. Tapu kaydının ve mülkiyet hakkının hiç mi kıymeti yoktur? Yoksa, toplumsal asgari müşterekler nasıl sağlanacaktır?

Ormanda böyle de şehirde farklı mı? Bu zihniyet ormandan şehre indiğinde de sonuçlar değişmiyor. Bu sefer belediyeler veya ilgili Bakanlık tarafından antidemokratik bir yöntemle orada yaşayanlar yok sayılarak imar planları değiştiriliyor, askıya çıkarılarak kesinleştiği söyleniyor. Vatandaşa hiçbir tebligat yapılmadan mülkiyet, imar ve iyi yaşam hakkı yok sayılıyor. İmar planı dipnotlarında gizlenmiş muğlak ifadelerle bu uygulamalar sürdürülüyor. Bir sokağın bir mahallenin imarı değiştirilirken orada yaşayan insanların fikrini sormak ve onayını almak hiç bir demokratik belediyemizin/idaremizin aklına gelmiyor. Hiç bir demokratik ülkede vatandaşın rızası ve onayı alınmadan mülkiyet, imar ve daha iyi yaşam hakkı elinden alınabilir mi? Bu yanlış ve hukuksuz uygulamalarla çıkar çatışmaları yaratılmakta ve komşuluk ilişkileri de tahrip edilmektedir.

Dönüşüm ve riskli alan adı altında da vatandaşın mülkiyet ve yaşam hakkı elinden alınıyor, sadece yüksek yapı ve imar yoğunluğu ön plana alınıp iyi şehirler kurma hayalimiz buharlaştırılıyor.

Bizde uygulamalar böyle iken Avustralya'da yaşayan bir yakınım oradaki imar uygulamalarını şöyle anlatmıştı: Bir mahallede imar değişikliği yapılacağı zaman bundan etkilenebilecek bütün mahalle sakinlerine mektup gönderiliyor, 15 gün içinde değişiklik konusundaki görüş ve itirazları soruluyor, gelen görüş ve itirazlar Belediye tarafından değerlendiriyor, eğer Belediye insanları ikna edemez veya onlarla uzlaşamazsa, konu (land court) arazi mahkemesine götürüyor ve onun verdiği karardan sonra imar uygulaması başlatılıyor ya da başlatılmıyor.

Bir de bizdeki uygulamalara bakar mısınız? Devleti mi kutsuyorsunuz, yoksa insanı mı? Neyi kutsadığınıza bağlı olarak demokratik standartlar değişiyor, hayat zorlaşıyor ya da kolaylaşıyor. "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın"  özdeyişi yalnız ve yalnızca söylemde kalmamalı, çağımızda artık kuvveden fiile geçmelidir.

Zaten mahkemeleri iyi işlemeyen ve devletin tarafını tutan,  hukuku üstün kabul etmeyen ve kendini onunla sınırlamayan idarelere/belediyelere sahip ülkemizde, vatandaşlarını devletiyle davalı hâle getirmekten ve mahkeme kapılarında süründürmekten ve hukuksuz olarak kazanımlarına el koymaktan nasıl bir demokratik(!) fayda umulduğunu anlayabilmiş değilim.