Thoreau'nun kuramsallaştırdığı sivil itaatsizlik eylemleri, yasaların değil vicdanının emrettiği şekilde yaşamını biçimlendiren kişilerin tercih ettiği şiddet içermeyen protest bir kendini ifade etme biçimi olarak tanımlanabilir. Yasalara değil vicdana uymanın bedeli ise, yürürlükteki hukuku (de lege lata) uygulamakla görevli mahkemeler tarafından bu tür eylem biçimini tercih etmiş kişilere tarih boyunca ödetilmeye çalışılmıştır. Sokrates, Gandhi ve Martin Luther King gibi tarihi kişilikler bu anlamda ilk anda akla gelen örnekler olarak sayılabilir.
Bu noktada ifade edilmesi gerekir ki, sivil itaatsizlik eylemi içinde bulunan kişi veya grup anarşik bir idealizmden farklı olarak hukuk devleti ilkesini kabul etmekte buna karşın öz saygısı ve/veya kamuoyuna vermek istediği mesaj gereği pozitif hukuk kuralları doğrultusunda cezalandırılmayı daha ahlaki bulmaktadır.
Sivil itaatsizlik eylemlerinin barındırdığı etik içeriğin ve kuvvetle muhtemel üst hukuk normuna uygunluğun (konumuzla bağlantılı olarak T.C. Anayasası md. 56 hükmünde düzenlenen sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı örneğin), sivil itaatsizlik eylemi içinde bulunan kişi açısından gerek özel hukuk gerekse kamu hukuku kapsamında sorumluluğu ortadan kaldıran bir hali işaret edip etmediği ise yıllardır akademik düzeyde tartışılan bir konudur. Bu doğrultuda, sivil itaatsizlik eylemlerinin bir "zaruret hali" savunması kapsamında sorumluluktan kurtulma sonucuna yol açıp açmayacağı da öncelikli olarak analiz ve değerlendirmelere konu olmuş bir meseledir.
Türk Özel Hukukuna yansımasını Borçlar Kanunu md. 63 hükmünde "Zarar görenin rızası, daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar, zarar verenin davranışının haklı savunma niteliği taşıması, yetkili kamu makamlarının müdahalesinin zamanında sağlanamayacak olması durumunda kişinin hakkını kendi gücüyle koruması veya zorunluluk hâllerinde de fiil, hukuka aykırı sayılmaz." düzenlemesiyle bulan ve "hukuka aykırılığı ortadan kaldıran hal" üst başlığıyla düzenlenen zaruret hali bu yazı özelinde ise Anglo-Amerikan kaynaklı bir uluslararası hukuk normu ve ceza hukuku kurumu olarak ele alınmaktadır.
Bu kurum Anglo-Amerikan esasını benimseyen hukuk düzenlerinde;
- - yakın bir tehlikenin varlığı,
- - daha az zararla söz konusu yakın tehlikeyi atlatmak için harekete geçilmesi gereği,
- - gerçekleştirilen eylemin yakın tehlikeyi bertaraf edeceğine dair makul anlayış,
- - başkaca bir yasal eylem şansının olmaması,
şartlarının birlikte gerçekleştiği durumda ceza sorumluluğunu ortadan kaldıran bir savunma olarak karşımıza çıkmaktadır.
Tarihi perspektiften bakılacak olursa, 1980'li yılların sonunda ABD'nde kürtaj işlemi yapan sağlık kliniklerine baskınlar düzenleyen kürtaj karşıtlarının cezadan kurtulmak amacıyla ileri sürdüğü savunma bu olmuştur. Doğmamış çocukların hayatlarını kurtarmak için bu müdahaleye ve baskına zorunlu olduklarını iddia eden kürtaj karşıtlarına ise mahkemeler olumlu yaklaşmamış ve bu savunma onları ceza almaktan kurtaramamıştır. Kaldı ki, ABD mahkemelerinin zaruret hali savunmasına yukarıda belirttiğim "başkaca bir yasal eylem şansın bulunmaması" şartının karşılanmaması sebebiyle genel olarak sıcak yaklaşmadığı kaynaklarda da ifade edilmektedir.
Velhasıl son 10 - 15 senelik süreçte iklim aktivistlerini konu alan ceza yargılamalarında zaruret hali savunmasına özellikle ABD ve İngiltere mahkemeleri önünde sıklıkla başvurulduğu ve gelinen nokta itibariyle mahkemelerce kabul de görmeye başladığı dikkat çekmektedir.
İklim aktivistlerini cesaretlendiren kararlar zincirinin ilk halkası bir İngiliz Mahkemesi (Maidstone Crown Court) tarafından 2008 senesinde verilmiştir. Greenpeace ile ilişkili aktivistler İngiltere'nin Kent bölgesinde Kingsnorth Termik Santralini işgal etmiş ve üretimin dört gün boyunca durmasına neden olmuşlar ve bu eylemlerinin sonucunda da altı aktivist hakkında cezai kovuşturma başlatılmıştır. Aktivistler ise savunmalarında, "bu eylemi, kuzey kutbu buzullarında ve Eskimo bölgelerinde zararlı etkisi görülen karbondioksit emisyonunu azaltmak" amacıyla gerçekleştirdiklerini ifade etmiş ve bu savunmalarının altını doldurmak amacıyla da konularında uzman kişileri jüri önünde dinletmişlerdir. Bunların sonucunda ise jüri tüm aktivistleri "hukuka uygun sebep" teorisi kapsamında kendilerine isnat edilen tüm suçlamalardan beraat ettirmiştir.
Söz konusu karar, niteliği itibari ile bir dönüm noktasını işaret etmekle birlikte mahkeme süreçlerini takip edenler açısından esas heyecan verici gelişmeler ABD'nde gerçekleştirilen yargılamalarda cereyan etmiş ve kamuoyu üzerinde daha büyük etki yaratmıştır zira yukarıda ifade ettiğim gibi ABD mahkemelerinin "zaruret hali" savunmasına genel yaklaşımı, şartları karşılanmadığından mahkeme huzurunda yapılamayacağı yönünde idi. Bu yaklaşımın sonucunda sanık pozisyonundaki aktivistler, alanlarında uzman kişileri jüri önünde dinletmekten ve zaruret halinin bulunup bulunmadığına ilişkin değerlendirmenin mahkemece yapılması şansından muaf kalmakta idiler.
Aşağıda yer verdiğim son döneme ilişkin kararlar ise bu tutumun değişmeye başladığının bir kanıtı olarak karşımızda durmaktadır.
İlk olarak "Kapat Onu - Shut It Down" eylemleri kapsamında Kanada'dan ABD'ne akmakta olan katran kumu (yüksek miktarda karbon içeren ve petrol ürünlerinin yapımında kullanılan madde) vanasını kapatarak akışa engel olan ve hakkında Washington'da cezai kovuşturma başlatılan Ken Ward davasında yaşanan sürece değinmek faydalı olacaktır. Mahkeme başkanı, o güne kadarki genel yaklaşımı teyit edecek şekilde sanığın "başka yasal alternatifleri" bulunduğu tespitiyle zarureti hali savunmasının yapılamayacağına karar vermiş ise de temyiz mahkemesi ilk derece mahkemesinin bu kararını 2019 Nisan ayında bozmuş ve zaruret hali savunmasına ilişkin delillerin mahkemeye sunulabileceğine hükmetmiştir. Yargılama süreci halen devam etmesine karşın temyiz mahkemesinin üst mahkeme olarak gösterdiği bu yaklaşım, ABD içtihat hukukunda önemli bir gelişmeyi işaret etmektedir.
Yine "Kapat Onu - Shut It Down" eylemleri kapsamında bu sefer dört iklim aktivisti hakkında Minnesota mahkemesinde görülen ceza yargılamasında sanıkların zaruret hali savunması yapmalarına ilk derece mahkemesi izin verirken bu karar hem İstinaf Mahkemesi hem de Minnesota Temyiz Mahkemesi tarafından desteklenmiştir. Birbiri ardına verilen bu kararlar emsal karar olma niteliği açısından son derece önemli gelişmeleri işaret etmektedir. Gerçekleştirilen yargılama sonunda ise sanıklar, iddia makamının iddiasını kanıtlayamaması tespitiyle tüm suçlamalardan beraat etmişlerdir. Haklarında ciddi cezalar istenen aktivistlerin beraat etmiş olmaları yeterli bir başarı gibi görülebilecek de olsa, beraat kararının zaruret hali savunmasına değil delil yetersizliğine dayandırılmış olması, iklim değişikliği krizinin sivil itaatsizlik eylemlerine meşruiyet kazandırabileceği tespitinin emsal olarak bir ABD mahkemesinden çıkması beklentisi içinde olan aktivist çevre tarafından kararın buruk bir sevinçle karşılanmasına neden olmuştur.
Portland, Oregon mahkemesi jürisinin 2020 tarihli kararı ise buruk sevinci zafer sevincine dönüştürmüş gözükmektedir!
Ham petrol sevkini engellemek amacıyla Zenith Enerji'ye ait tren yolu raylarını geçişe kapatan beş iklim aktivistinin zaruret hali savunması yapmasına yukarıda yer verilen içtihatların da etkisiyle mahkeme tarafından izin verilmiştir. Devam eden yargılama ve gerçekleştirilen savunma kapsamında ise, iklim / iklim politikası gibi konular hakkında dinlediği uzman görüşlerinden sonra altı kişilik jürinin beş üyesi, yapılan savunmalara ve uzman tanık ifadelerine itibar ederek ortada iklim değişikliği krizi kapsamında bir zaruret hali olduğunu ve aktivistlerin bu eylemi gerçekleştirmek dışında alternatifleri olmadığını kabul ederek sanıkların tüm suçlamalardan beraat etmesine karar vermiştir. Bu kararla birlikte ABD'nde bir mahkeme "tren yolunu kapatmakla verilen özel zararın" "fosil yakıt tüketimiyle çevreye verilen zarardan" daha az önemli olduğunu ve gerçekleştirilen eylemin kamu yararına olduğuna hükmetmiştir.
İngiltere ve ABD mahkemelerinde gerçekleştirilen söz konusu yargılamalar ve mahkemelerin verdiği bu kararlar tarihi önemi olan kararlardır.
Kıta Avrupası mahkemelerinin bu kararları ne derecede emsal alabileceği tartışılabilecek de olsa, iklim değişikliği krizine önemli iki ülke mahkemelerinin yaklaşımını göstermesi ve aktivistlerin iklim değişikliği krizini kamuoyu önüne, bu kez kendilerini destekleyen mahkeme kararları aracılığıyla taşıyabilmiş olması son derece etkileyici kazanımlar olarak ayrıca değerlendirilmelidir.
İklim aktivistlerinin sivil itaatsizlik oluşturan eylemlerinin cezai sorumluluğu açısından yepyeni bir dönem başlamış gözüküyor.
Gözümüzün önündeki bazı yerel örnekleri unutmak bir an için becerilebilse, böyle mahkeme kararlarının olduğu bir dünyada jüristokrasi (yargıçların yönetimi) fena bir seçenek olmasa gerek diye düşünmeden edemiyor insan.