24 Nisan bu yıl da Türkiye için bir ayrıma tanıklık ediyor. Ermeni entelektüel ve kamusal figürlerin İstanbul’da toplu halde tutuklanmaya ve sürgün edilmeye başladığı bugünü, ‘soykırımı anma günü’ kabul edenler ile resmî tezlerden de yola çıkarak 1915’te yaşananların soykırım boyutunda olmadığını savunanlar arasındaki bu ayrım, üçüncü yılına giren anma yasağı ve geçmişi umursamayanlarla görünmezleşiyor.
Bu ayrımı nihai olarak sonlandırmak için soykırım olmadığını savunanların işaret ettiği kurum ve kişiler, tarih yazımı ve tarihçiler. Tarihçiler arasındaki farklılıkları gidermek için gösterilen kurumsa hukuk. Zira, 1915’te iktidarda olan İttihat ve Terakki Cemiyeti yönetiminde Ermeni toplumuna zulmedildiğinde ortaklaşılsa da ölçeğe, niyete ve tanıma dair tarihçiler arasındaki fikir ayrılıklarını sonlandıracak, Holokost’u yargılayan Nürnberg benzeri bir dava 1915 için görülmedi. Fakat resmi arşivlerin büyük ölçüde ortadan kaldırıldığı bir dönemin hangi mahkemede, tarafları ikna edici bir şekilde nasıl yargılanabileceği meçhul. Yine de hukuk, bugün İsrail’in Filistin’de uyguladığı şiddette olduğu gibi katliamların soykırım niteliği taşıyıp taşımadığının tartışıldığı ana mecra olmaya devam ediyor.
Peki, hukuka bu yetkiyi veren ne? Mahkemeler, geçmiş şiddete dair tarihçilerin anlaşmazlıklarını nihayete erdirme becerisine sahip mi? Mahkeme salonlarında hakikatin ne olduğuna hükmetme iktidarı nasıl işliyor? Bu yargılamalar neleri içeriyor, neleri dışarıda bırakıyor? Suçlu devlet olduğunda yargı, adalete alan açabiliyor mu? Emsal davalar, sonrasına neleri miras bırakıyor? Hukukun bilinçaltı nasıl çalışıyor?
1915’in mimarı olarak görülen Talat Paşa’yı 1921’de Berlin’de öldüren Soğomon Tehliryan’ın, aynı yıl Berlin’de jüri davasıyla yargılandığı ve iki günde ‘beraat’ kararı verilen mahkeme, solda Başak Ertür'ün kitabının kapağı
Bu sorular ve daha fazlasıyla meşgul bir kitap, Başak Ertür imzasıyla Fordham Yayınları’ndan Spectacles and Specters: A Performative Theory of Political Trials (Gösteriler ve Hayaletler: Siyasi Davaları Performatif Kuramla Okumak) başlığıyla 2022’de çıktı. Metis Yayınları tarafından önümüzdeki dönemde Türkçe çevirisinin yayımlanması planlanan kitabında Ertür, bu soruların izini 1915’in mahkeme salonlarına girdiği davalar üzerinden sürüyor. Bu yıl Socio-Legal Theory and History Prize’a layık görülen kitapta incelenen davalar zinciri Almanya’da başlıyor, işgal altındaki Osmanlı’ya uğruyor, Hrant Dink cinayeti ve davasıyla birlikte 1915’in Türkiye yargısında kendini nasıl gösterdiğine baktıktan sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) ‘Perinçek v. İsviçre’ kararlarıyla sonlanıyor.
Kitabı doktora çalışmasından yola çıkarak kaleme alan Ertür, Goldsmiths, Londra Üniversitesi’nin Araştırma Mimarisi bölümünde eleştirel hukuk üzerine çalışıyor. Ayrıca, bölüm içinde yer alan ve devletlerin sebep olduğu insan ve çevre hakları ihlalleri üzerine kanıt üreten araştırmalar yaparak dava gidişatlarını etkileyen Forensic Architecture (Adli Mimari) ajansına katkı sunuyor. Ekibine katıldığı soruşturmalar arasında Türkiye’de Tahir Elçi cinayetine sebep olan kurşunun polisin tarafından sıkıldığını gösteren ve Almanya’da Halit Yozgat’ın Nasyonal Sosyalist Yeraltı terör örgütü tarafından öldürüldüğü kanıtlayan araştırmalar yer alıyor.
Judith Butler’ın Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi kitabı başta olmak üzere pek çok çevirisi bulunan Ertür, Irak Savaşı’na karşı kurulan Irak Dünya Mahkemesi’nin İstanbul ve New York’ta düzenlenmesini sağlayan savaş karşıtları arasında yer aldı ve sürecin belgeselinin yönetmen ve yapımcılarından biri oldu.
Başak Ertür’ün, T24’ün soruları eşliğinde 109 yıl içinde 1915’in davalar üzerinden bugüne nasıl taşındığını aktardığı yanıtları şöyle:
"1915’e Gazze’ye benzer bir adalet duygusuyla bakabilmeliyiz"
- ‘Ermeni soykırımı’ ifadesini duyunca tüyleri diken diken olan ciddi bir kesim var. Okuyucular arasında bu ifadeyi gördükçe irkileceklere önden notun ne olur?
Bugünü düşünürsek, sürmekte olan ve Uluslararası Adalet Divanı (UAD) tarafından “olası soykırım” olarak tanımlanan dehşet verici bir sistematik kıyıma tanıklık ediyoruz. Gazze’de olanların bize gösterdiği önemli şeylerden biri, UAD’nin bu tanımına rağmen ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi devletlerin İsrail’e silah satışı yapmaya devam etmesi. Yani tam da “bir daha asla” demek için kurulan o mahkemenin ve soykırımın uluslararası hukuktaki tanımının mimarı olan devletler, mahkemeyi kaale almıyor. Bu müthiş çelişkinin realpolitik sebepleri bir yana, kavramsal temeli soykırım tabirinin istisnalaştırılmış olması. Soykırım eşittir Holokost gibi bir kanı var; 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi rejiminin Avrupa Yahudilerini sistematik olarak yok etmesini kastediyorum. Holokost’un istisnalaştırılması bir bakıma anlaşılır bir şey. Avrupa’nın göbeğinde beyaz insanlar beyaz insanları sistematik olarak yok ediyor. Oysa biliyoruz ki Avrupa’nın köle ticareti ve sömürge tarihinde bir o kadar dehşet verici olan sistemli yaşam imhası mekanizmaları var. Örneğin, Almanya’nın 1904’te başlayan Nama ve Herero soykırımı. Holokost’un istisnalaştırılmasının ikinci bir nedeni, herhangi bir savaş rasyonalitesinin içine oturtulamayacak olması. Hannah Arendt’in bir mektubunda yazdığı gibi, Naziler “ceset üreten fabrikalar kurdular” ve bu savaş mantığıyla açıklanamayacak bir şeydi. Bugün ise İsrail Hamas’ı gerekçe gösteriyor ve “yaptığım özsavunma” diyor ya da 1915'in soykırım olduğunu inkâr edenler Ermeni çetelerinden dem vuruyor. Oysa soykırım dediğimiz şeyin tanımı belli. İndirimi olmayan, herhangi bir gerekçeyle tanımı değişemeyecek, herhangi bir bahaneyle savulamayacak bir suç.
Soykırım yasal bir kategori ve genel kamusal söylemde ciddi bir kafa karışıklığı olduğunu görüyoruz. Örneğin, sıklıkla insanlığa karşı suçlarla eşanlamlı kullanılıyor. Değil, soykırım ve insanlığa karşı suçlar birbirinden farklı şeyler. Veya şu fikir yaygın:
“Soykırım suçu, ilk defa Nürnberg davasında ortaya atıldı ve orada yargılanan şey soykırımdı.”
Bu da doğru değil. Soykırım kelimesi, Nürnberg iddianamesinde, yanlış bilmiyorsam, bir kere, o da teknik bir terim olarak değil betimleyici bir söz olarak geçiyor, gerekçeli kararda değinilmiyor bile. Soykırım, 1948’te Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi ile yasal olarak tanımlanıyor ve suç oluyor. 1915’te olanların soykırım olarak adlandırılamayacağını savunanların söylediği şeylerden biri bu terimin geriye dönük olarak kullanılamayacağı. Eğer bu baz alınırsa, Holokost’a da soykırım diyemeyiz. Ve de bahsettiğim sözleşmenin girizgâhında “Tarihin her döneminde soykırımın insanlık için büyük kayıplar getirdiğini kabul ederek söze başlıyoruz” gibi bir cümle var. Ki Ermeni soykırımına edilen uluslararası tanıklık, bu sözleşmeyi şekillendiren ve belirleyen bir şey. Yani sözleşmenin yakın tarihinde Holokost olduğu gibi, az daha uzak tarihinde Ermeni soykırımı var. Kitapta da biraz bu tarihi, davalar ve önemli figürler üzerinden anlatmaya çalışıyorum.
Türkiye’de soykırım inkârcılığı tarihine baktığımızda bütün argümanların aslında tam da Holokost’u istisnalaştıran bu damardan beslendiğini ve bunları beslediğini görüyoruz. Bence bu çok vahim. Bugün Gazze’de tanık olduğumuz İsrail kaynaklı ve uluslararası destekli şiddetin soykırım olduğunu ve meşrulaştırılamayacağını düşünüyorsak 1915’e de benzer bir adalet duygusuyla bakabilmemiz ve onun da bir soykırım olduğunu anlatmaya çalışanları dinleyebilmemiz gerekiyor.
1915’in mimarı Talat Paşa cinayeti Berlin’de nasıl yargılandı?
- Buradan yola çıkarak 1915’in hukuktaki yansımalarını incelediğin kitabında ilk sırada Soğomon Tehliryan davası yer alıyor. Annesi dahil yakınlarının bir kısmını soykırımda kaybeden Erzincanlı Tehliryan, 1921 yılında 1915’in mimarı olarak görülen Talat Paşa’yı kaçtığı Berlin’de öldürdükten sonra Berlin mahkemesinde yargılanıyor ve yaptıklarını şöyle savunuyor: “Bir adam öldürdüm. Ama katil değilim.” Bu yan yana gelişi çelişkili duran iki cümlenin arasını ne dolduruyor?
Bu iki cümlenin arasını Ermeni soykırımının hayaletleri dolduruyor. Tehliryan davası çok ilginç bir dava. Talat Paşa’nın 1. Dünya Savaşı ardından Berlin’e kaçması, takma bir isimle yaşaması ve de zaman içinde bir Ermeni intikam timi tarafından yeri ve kimliğinin tespit edilmesi ardından infaz edilmesinin hikâyesi. Tehliryan gündüz vakti sokak ortasında Talat’ı vuruyor, sokaktakilerin müdahalesiyle tekme tokat yakalanıyor ve bundan üç ay sonra mahkeme karşısına çıkıyor. İki günlük bir jüri davası görülüyor ve davanın başında bu sözü söylüyor.
Tehliryan, 1915’te tehcirler başladığında aslında Osmanlı topraklarında değil ama aile üyelerini, evini, vatanını yitirmiş, travmatize olmuş bir insan. Mahkemede anlattığı hikâye ise gerçek hikâyesi değil, şu:
“Tehcirler başladığında köyümdeydim, ailemle birlikte sürüldüm, uzun yürüyüş esnasında saldırıya uğradık, etrafımda herkes öldü, beni de ölü sandılar bıraktılar, üzerime yığılmış cesetlerin altından çıktım, kaçtım, hayatta kaldım, bütün ailemi kaybettim, ondan beridir oradan oraya savruluyorum, en son buraya Berlin’e geldim ve mühendislik okuyorum. Bir gün sokakta tesadüfen Talat’a rastladım, insanlar ona ‘Paşam’ diye sesleniyordu ve yüzünü fotoğraflarından tanıdım. Annemin ve bütün ailemin katili olan bu adamı görmek beni çok kötü etkiledi. Bir gece annemin hayaleti bana göründü ve dedi ki, Talat’ı gördün ama bununla ilgili hiçbir şey yapmıyorsun. Gereğini yapmazsan oğlum değilsin.”
Tehliryan, annesinin hayaletinin verdiği emirle Talat Paşa’yı öldürdüğünü söylüyor. Ve iki günlük duruşma o hayaletin nereden çıktığını, neyin hortlaması olduğunu, neyin vücut bulması olduğunu değerlendirmekle geçiyor. Yani Tehliryan ‘bu edimi yaptım ama bu bir cürüm değil’ deyince ‘Talat ne yaptı ki bu adam bunu diyor? Bu hayalet de neyin nesi?’ noktasına geliniyor.
Salona ‘hayaletlerin’ doluştuğu davada beraat kararı
- Anlatılan, anlatanın kim olduğundan daha önemli hâle mi geliyor?
Evet, tam olarak öyle çünkü o hayalet figürü sahneyi ele geçiriyor. Pek çok sayıda soykırım tanığı kişi mahkemede tanıklık yapıyor ve böylece salona 1915’in diğer hayaletleri de doluşuyor. Davanın çok büyük kayıpların yaşandığı bir savaşın sonrasında gerçekleşmesinin, yani jürideki sıradan orta halli Almanların muhtemelen kendi kayıplarıyla ve hayaletleriyle yaşıyor olmalarının da etkisiyle olsa gerek, soykırımın hayaletleri ve dehşeti mahkeme salonunda kendine yer buluyor. İki günün sonunda Tehliryan jüri kararıyla beraat ediyor.
Başak Ertür (Fotoğraf: Merve Kayan)
“Alman hükümeti davayı yakından izliyor ve yön vermeye çalışıyor”
- Dava başlamadan kısa bir süre önce savcı, Dışişleri ve Adalet bakanlıkları arasında bir yazışma olduğunu belirtiyorsun. Bu irtibat nasıl bağlanıyor?
Bu aslında bir yandan hükümetin yakından izlediği ve yön vermeye çalıştığı bir dava. Tarihçi Tessa Hofmann’ın ortaya çıkardığı bu yazışmalara göre, Almanya bu davanın kendi başını derde sokabileceğini fark ediyor. Çünkü Almanya o vakte kadar Talat’ın kendi topraklarındaki varlığını inkâr etmiş. İkincisi, Almanya’nın Osmanlı topraklarında gerçekleşen cürümde kendi oynadığı rol ve sorumluluğu söz konusu. Bu konu hiç açılmasın istiyorlar. Bunun için de mümkün olduğunca davaya yön vermeye çalışıyorlar.
- Bu yönü nasıl veriyorlar, nereden nereye çekmeye çalışıyorlar?
Kısa tutulmasını salık veriyorlar, davanın iki günde sonuçlanmasının sebebi bu. Ayrıca hâkim ve savcıyla görüşülmüş ve tarihsel olgulara dair fazla detaya girmeyin, denmiş. Benim için en enteresan olansa davanın gidişatı sırasında bu siyasi riskin kontrol ediliş tarzı. Talat’ın suçu neydi tartışması iyice kabardıktan sonra bunu kesiyorlar ve "bizim tüm bunların hakikatine, gerçekten olup olmadığına karar vermemiz gerekmiyor, bizim için önemli olan nokta şu: Sanık Talat’ı öldürürken Talat’ın bütün bunları yaptığına inanıyor muydu?"
Soykırımın olgusallığından ve ceza mahkemesinin o olgusallığı tescil edecek bir işlev görmesi riskinden psikolojik değerlendirmeye sıçranıyor. Bu sıçrama hukukçuların anlayabileceği bir şey, çünkü hukuk mahkemesi doğrudan önündekine bakmak ister, bağlam değerlendirmek istemez. Kendini aşacak bir delil değerlendirmesine de girişmek istemez. Ama bir taraftan bu hamle, yani soykırımın olgusallığı sorusundan ona dair inanca ve etrafındaki psikolojik formasyona sıçrayış bizim Ermeni soykırımına dair davalarda sonradan da rastladığımız bir şey. AİHM’de görülen Perinçek v. İsviçre davasında da, Bernard Lewis’in Fransa’da görülen soykırım inkârı davasında da benzer hamleler görüyoruz. Bunun da en önemli sebebi, aslında bu mahkemelerin 1915 soykırım mıydı, değil miydi sorusunu değerlendirebilecek mecralar olmamaları.
“Almanya 1915’i soykırım olarak tanırken olanlara göz yumduğunu söyledi”
- Bir parantez: Almanya 2016’da 1915’i soykırım olarak tanıdığında kendi rolüne dair bir kamusal açıklama yaptı mı?
Evet, federal parlamentonun o kararında Almanya’nın rolü ve sorumluluğu vardı, deniyor. Ama şöyle bir şey: Alman İmparatorluğu o dönem Osmanlı’nın başlıca müttefikiydi, devlet görevlileri olan bitenden haberdardı ama müdahale etmemeyi seçtiler. Yani Almanya soykırımda aktif bir rol oynadı demiyor, göz yumdu diyor. Almanya’nın soykırımdaki rolünün ihmalden öte olduğunu düşünen pek çok tarihçi o dönem bu açıklamayı eksik bulmuş ve eleştirmişti.
- Tehliryan’ın akıl sağlığının ön plana çıkarılmasıyla davanın politik zeminden psikolojiye kaydığını söylemen, bugün bir davada bir sanık hayaletlerden bahsetse ne olur diye düşündürüyor. Bu ilk elden karısına uyguladığı şiddeti cinnetle açıklayan erkekleri ve bu savunmaya verilen ceza indirimini hatırlatıyor. Ki bunun hukuki zemini, bireyin ayırt edicilik yetisindeki zayıflığın cezai ehliyeti şüpheli kılması ve Tehliryan da Alman yargısında o dönem suç işlenirken kişi kendinde olmayınca ceza verilmediği için hayaletleri gündeme getiriyor. Ama bu davaları, faili meçhul cinayetlerin yargılandığı davada Ayhan Çarkın’ın itiraflarının incelenmesi yerine aklî dengesinin sorgulanması ile birlikte düşününce şu soru çıkıyor: Akıl sağlığı yargının flu alanlarından biri mi? Devlet, kendini ve kanat gerdiklerini hukuk önünde korumak için bu esnek alanı can simidi olarak mı kullanıyor?
Bu örneklerle açıklaman benim için de kafa açıcı oldu. Hukuk ile yapısal ya da sistemik şiddet arasındaki ilişki üzerinden düşünürsek şöyle biraz daha netleştirilebilir söylediğin: Devlet hukukunun, patriyarka ya da devletin yasadışı faaliyetleri gibi, beslendiği ve beslediği sistemik şiddeti adil bir şekilde değerlendirmesi mümkün değil. Sistemik şiddetle karşı karşıya kaldığında bir can simidi olarak psikolojik değerlendirmeye sarılıyor.
Türk ve Ermeni milliyetçiler Tehliryan davasını nasıl çarpıtıyor?
- Peki bugün bu hayaletleri neden bilmiyoruz? Tehliryan davasını nasıl anlatmışlar diye baktığımda ne Ermeni ne Türk kaynaklarda bahislerine rastladım. Sence hayaletler neden yok sayılıyor?
Bu hakikaten çok ilginç. Kitapta yaptığım şeylerden biri, davanın transkripti, yani duruşmalarda birebir söylenenler üzerinden yakın okuma yapmak. Yaptığım bir başka şey de davanın farklı bağlamlarda nasıl hikâyeleştirildiğine bakmak. Çok tuhaf ama davaya dair rastladığım çoğu hikâye tamamen uydurma, yani Talat’ın bir Ermeni tarafından öldürüldüğü olgusu dışındaki unsurları tamamen kurmaca olan çeşitli anlatılar var. Ermeni milliyetçiliği bağlamında Tehliryan’ın bir tür süper kahramanmış gibi sunulduğunu görüyoruz. Oysa ortada müthiş travmatize, epilepsi krizleriyle cebelleşen, cılız bir figür var. Bunu sonra Tehliryan’ın oğlunun verdiği röportajlarda da görüyoruz, Tehliryan’ın o kahramanlaştırmadan hiç hazzetmediğini, kendi halinde yaşamak istediğini söylüyor. Annesinin hayaletiyle yaşayan adam milliyetçi kahraman anlatısına uymuyor olsa ki hayalet meselesine pek girilmiyor. Türk milliyetçisi anlatılarda da bir sürü kurmaca unsur var. Hakikate daha yakın olanlarda ise Tehliryan’ın mahkemede söylediği yalana, yani tehcir sırasında aslında Osmanlı topraklarında olmamasına odaklanılıyor ve hayalete değinilmiyor. Sebebi şu olsa gerek: O hayaleti dahil edersen, o hayaletin kime ait olduğunu sorman gerek. Soykırımı inkâr edeceksen tehcirde öldürülen annenin hayaletini nasıl açıklayacağını bilemezsin herhalde.
Bir yandan da Tehliryan davasının kendisi bir tür hayalet gibi işliyor ve sonradan çeşitli hukuki ve politik süreçlerde hortluyor. Örneğin, Tehliryan davasını o dönem takip eden insanlardan biri o sırada üniversite öğrencisi olan Raphael Lemkin. Lemkin, genocide (soykırım) terimini ortaya atan, BM Soykırım Sözleşmesi’nin kabul edilmesi için çok çalışan, dolayısıyla soykırım suçunun mevcut yasal şeklini almasını sağlayan kişi. “Ben bu suçla ilk Tehliryan davasında karşılaşmıştım” diyor. Benzer şekilde Nürnberg davasında Amerika’nın savcılar ekibinde olan Alman Yahudisi avukat Robert Kempner, Tehliryan davasını takip etmiş birisi. Onun bir yazısında da “Biz bu suçu ilk bu davada gördük” gibi bir ifade var. Davanın bir başka hortladığı nokta da ASALA cinayetleri dönemi, devlet insanlarının infazının bir taktik olarak kullanılmasında Tehliryan mitolojisinin önemli bir yeri var.
Talat Paşa (sağda), Soğomon Tehliryan
“Siyasi davalara egemenin aracı olarak bakmak yetersiz”
- Almanya Tehliryan davasına verdiği yönle aslında daha sonra kendi yaptıklarının da içinde tanımlanacağı bir yasal dönüşüme vesile oluyor. Bu, siyasi davaların iktidarın niyetini aşabildiği savını gösterdiğin, dolayısıyla onlara sadece egemenin uzantısı olarak bakmama önerini örnekliyor. Bu bakışını ve onun kavramsal zemini olan performatif teoriyi bilmeyen birine nasıl açıklarsın?
Siyasi davaların en genel tanımı, egemenin, hukuku siyasi bir araç olarak kullandığı yasal süreçler. Doğru ama bence eksik bir tanım. Bu araçsal perspektife saplanmayıp performatif bir perspektifle bakınca, siyasi davaların egemenin niyetini ve iradesini aşan yönlerini kavramsallaştırabileceğimizi öneriyorum. Performatif kuram sayesinde aracın onu araçsallaştıran kişinin elinden boşaldığı ve kendi mantığına göre işlediği anları ve böylece yarattığı anlamları, açtığı alanları kavramak mümkün oluyor.
Performatif teori nedir? İlk ortaya çıktığı bağlam, dil felsefesi. Kavramı ortaya atan kişi J. L. Austin ve ilgili kitabı Söylemek ve Yapmak başlığıyla Metis tarafından yayınlandı. Austin dilin sadece saptayıcı değil edimsel bir boyutu olduğunu söylüyor. Kurduğumuz bazı cümleler saptayıcıdır, dünyadaki bir olguya dair doğru ya da yanlış bir saptama yapar, örneğin “Hazal söyleşi alanında uzmanlaşmış bir gazetecidir” gibi. Ama kurduğumuz bazı diğer cümleler edimsel, yani performatiftir, dünyada yeni bir olgu yaratır ya da mevcut durumu dönüştürür, örneğin “Seninle söyleşi yapmaya söz veriyorum.” Bu cümleyle mevcut bir olguyu saptamıyorum, bir söz vermiş ve dolayısıyla yeni bir durum yaratmış oluyorum. Bu basit ayrımdan çıkarabileceğimiz önemli bir sonuç şu: Dil, dış dünyadaki hakikati saptamakla kalmaz, bazen o hakikati dönüştürür ya da yaratır. Dolayısıyla, hakikat kısmen dille kurulan bir şeydir.
Performatif teriminin ortaya çıktığı bu bağlam, kitapta önemli bir referans noktası. Hukukun nasıl aslında başlı başına performatif bir yapı olduğunu anlatmaya çalışırken Austin'in çalışmalarından yararlanıyorum. Aynı zamanda Jacques Derrida ve Judith Butler gibi post-yapısalcı düşünürlerden destek alıyorum, çünkü bu düşünürlerin geliştirdiği şekliyle performatif kuramın hukuk felsefesi açısından çok değerli olduğunu düşünüyorum. Dil felsefesinden post-yapısalcı felsefeye giden bu hatta şunu önermeye çalışıyorum: Hukuk hem kuruluşu hem işleyişi itibariyle performatif bir yapıdır. Bunu en net gördüğümüz anlar da siyasi davalardır.
- “Seninle söyleşi yapmaya söz veriyorum” örneğinde bu cümleyi kurmak için gereken bir statü var; örneğin, söyleşi yapmayı isteyen konumda olan ben bu sözü söyleyemiyorum. Hukuk da performatif teoriye göre, kendi hakikatini yaratıyorsa ona bu statüyü veren siyasi iradeye ne oluyor? İkisinin iç içe geçmesi gerekmiyor mu?
Cümleyi kurabilirsin ve yine performatif bir cümle olur, ama yersiz olur. Saptayıcı cümleler nasıl doğru veya yanlış olabiliyorsa performatif cümleler de yerinde veya yersiz olabiliyor. Daha net bir örnek üzerinden anlatayım: “Sana üç yıl hapis cezası veriyorum.” Bu saptayıcı değil performatif bir cümle ama bu cümleyi ben kurduğumda yersiz bir performatif, çünkü ben kimim ki sana hapis cezası vereceğim. Ama bunu söyleyen bir yargıç olduğunda, bir ceza davasının sonucu olarak bunu doğru kişiye ve doğru anda söylediğinde bu yerinde bir söz edimi oluyor ve dünyada yeni bir durum vuku bulmuş oluyor.
Austin performatif bir söz ediminin yerinde olabilmesi için hangi koşulların mevcut olması gerektiğini detayıyla değerlendiriyor. Kuramın bu kısmı baya mizah dolu, çünkü aslında bir yersizlikler, isabetsizlikler ve ıskalamalar kataloğu gibi. Başlıca koşullar şöyle:
1) Ortada yerleşik bir dilsel usul olmalı; yani basitçe, “söz veriyorum” dediğimde bunun ne anlama geldiği herkesin malumu olmalı.
2) Söz edimini yapan kişinin o söz edimini yapmaya uygun bir kişi olması; hapis lafını benim ve bir yargıcın söylemesi arasındaki farktaki gibi.
3) Söz ediminin koşullarının o söz edimini isabetli kılmaya elverişli olması; örneğin o lafın söyleşi sırasında değil bir ceza davasının sonunda söylenmesi gibi.
Yani dilsel usul, uygun kişi, uygun koşullar.
Bu üç koşulu doğrudan hukuk bağlamına taşımak mümkün: Usul, yetki, yetki alanı. Hukuk performatif bir yapıdır derken bunu kastediyorum. Elbette hukukun işleyebilmesi ve kendi hakikatini oluşturması için gereken bu koşulları, özellikle de otorite anlamında yetkiyi ve jurisdiction anlamında yetki alanını kuran da sürdüren de siyasi irade dediğimiz şey.
“Alternatif yargıya tabiiyet için o usulün adaletine ikna olmak gerekir”
- Bu koşullara dair bir soru: Hukukun adaletle arasının biraz daha açıldığı Güneydoğu’da Kürt siyasi hareketinin yarattığı alternatif adalet mekanizmasını çalışan akademisyen Yeter Tan, Dipnot’dan çıkan Kürtler ve Cumhuriyet derlemesindeki makalesinde, ev içi şiddet, kan davaları veya kız kaçırma gibi konularda hareketin komisyonlarına başvurulduğunu söylüyor. Tan’ın aktardığına göre, hareket bu sorunları çözmeyi toplumsal dönüşümün aracı olarak görüyor ve örneğin, ataerkil sisteme karşı kadın haklarını savunmak gibi önceliklerle ilerlenirken ceza da sosyal dışlama oluyor. Topluma göre olmakla değil toplumu dönüştürme amacıyla ilerleyen bu girişimle birlikte saydığın koşulları düşününce, hem yerleşik usule, hukuka karşı kurulan hem toplum geleneklerine itirazla işleyen böyle bir hukuk mekanizması performatif teoriye, onun ilk koşuluna tezat mı? Bir ihtimal, Güneydoğu’da bu yapı bugün çok etkin olmayabilir, güncel bilgiye sahip olmadan soruyu yöneltiyorum.
Tam tezat değil bence çünkü mevcut hukuk sistemleri ve anayasal düzenler de bir noktada yoktan var oldular. Yetki de, yetki alanı da zaten özünde politik olan koşullar. Usul ise zaman içinde geliştirilebilecek ve yerleşik kılınabilecek bir şey. Verdiğin örneği hiç çalışmadığım için teorik konuşacağım: Alternatif bir yargı sistemi için usul geliştirirken adalet kavramını referans göstermek şart olsa gerek. Yani insanların o alternatif yargı sisteminin usulüne kendilerini tabi kılmalarını sağlamak için o usulün tam da adalet gereği mevcut olduğuna ikna olmaları gerekir. Ayrıca yetki ve yetki alanı üzerinde de uzlaşı sağlanması gerekir. Aksi takdirde bu tabi kılış ancak şiddetle gerçekleşebilir. Nitekim mevcut pek çok resmi hukuk sisteminin temelinde şiddet var.
Ergenekon davasında iktidarın iradesini aşan noktalar neler oldu?
- Türkiye’de siyasi davalar denilince ilk akla gelen Ergenekon, Balyoz, MİT Tırları gibi davaları performatif teoriyle düşündüğümüzde buralarda siyasi irade aleyhine tekleyen, işlemeyen anları veya bu bakışın vaat ettiği siyasetten özerkleşebilen o alanı görmek mümkün mü? Veya başka bir açıdan: İktidar, bu performatifliği kendi lehine nasıl çeviriyor ve dışarıya mutlak hakimiyet görüntüsü veriyor?
Ergenekon davasının hem gidişatında hem içeriğinde gördüğümüz önemli şeylerden biri, siyaset alanının nasıl komplo teorileriyle inşa edildiğiydi. Ancak komplo teorilerine malzeme olabilecek bağlantılar ve veriler üzerine kurulu bir iddianame var. Öte yandan sanıklar arasında gerçekten de mafyöz ve tehlikeli, muhtelif komplolara karışmış kişiler var ama ‘bu davayla bize komplo kuruldu’ diyenler de onlar. Ortada uçuşan bu komplo suçlamaları içerisinde çatışan bütün tarafların ortak olduğu bir nokta var: Devletin kendisi pirüpak bir şeydir ve bekası için ne yapılsa yeridir. Yani derin devlet suçları yargılanacak denen sürecin tam da devleti herhangi bir suçlamadan uzak bir noktada konumlandırdığını gördük.
Ergenekon davası ilk başladığında ben şahsen derin devlet dediğimiz şeye, eylemlerine, tarihine dair bazı olguları aydınlatabileceğini düşünmüştüm. İddianamelere baktığımızda, ki ben o dönem ekleriyle birlikte incelemiştim, dosyanın hakikati ortaya çıkarmaktansa mevcut hakikat kırıntılarını da algılanamayacak şekilde gizlediğini gördük. Yine de orada ortaya çıkan muazzam bir arşiv var ve mesela bu arşivin avukat Fethiye Çetin’in Hrant Dink cinayeti davasındaki bazı bağlantıları saptamasında faydalı olduğunu görüyoruz. Bunu böylece adalet yerini buldu anlamında söylemiyorum ama hakikatin kamusal alanda tesisi için bir unsur sundu, diyebiliriz. Ergenekon davası denli siyasi iradenin kaprislerine birebir tabi bir davada bile, usul gereği ürettiği arşivin nasıl kullanabileceği, gelecekte ne gibi siyasi hamleleri mümkün kılabileceği, egemenin niyetiyle sınırlanabilecek bir şey değil. Her siyasi davada niyetlenenin dışında kalan, dışına taşan böyle unsurlar var.
“1915 yasanın kurucu şiddeti ve bu bilinçaltı Dink davasında çok net karşımızda”
- Bu dışarıda kalanlar arasında bahsettiğin “yasanın bilinçaltı” nedir, nasıl işler?
Walter Benjamin’in “Şiddetin Eleştirisi” metninde söylediği önemli bir şey, yasal düzenin kuruluşunda hep bir şiddet edimi olduğu; bu bir savaş da olabilir, kanlı bir devrim de, soykırım da. Bu kurucu şiddetin mevcut hukuk sistemi içinde yaşayışı ise genellikle izi sürülmeyen bir konu. Kurucu şiddetin nasıl yaşamaya devam ettiğini, hukuk sisteminin süregiden işleyişindeki yerini anlamaya çalışmak hukuka eleştirel olarak yaklaşmayı gerektiriyor. Derrida’nın kavramı olan “yasanın bilinçaltı”ndan ben bunu, kurucu şiddetin süregiden etkisini anlıyorum.
- Türkiye yasal düzeninin kurucu şiddeti 1915 ise sence bunun bilinçaltı bugün nerelerde karşımıza çıkıyor? Ve 1915 sonrasındaki savaşın şiddeti kuruculukta nasıl bir rol oynuyor?
Milli Mücadele dönemini kastediyorsun sanırım, yani resmi tarih anlatılarında “kurucu şiddet” değilse de kurucu mücadele olarak görülen dönemi. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli temeli ve hedefi homojenleştirilmiş bir nüfus. Üstelik çok uluslu, çok dilli, çok dinli bir imparatorluktan ulus-devlete geçiliyor. Bunun gerektirdiği devasa şiddeti düşünürsek 1915’in kurucu önemini yadsıyamayız diye düşünüyorum. Elbette nüfusu homojenleştirmenin gerektirdiği şiddetin diğer azınlık nüfusları da hedef alan, Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze kadar uzanan pek çok başka uğrağı da var. Ama en başta 1915 var, sırf kronolojik olarak değil, boyutları itibariyle de öyle.
Bu yasanın bilinçaltı da Dink cinayeti davasında çok net karşımıza çıkıyor ama Dink’in hayattayken maruz kaldığı ‘Türklüğe hakaret’ davasında da bu bilinçaltını görüyoruz.
“Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni'nin Ermenistan'la kuracağı asil damarda mevcuttur” cümlesinin geçtiği yazının ısrarla yanlış okunması, sadece bir intikam çağrısı olarak okunabilmesinde çok semptomatik bir durum var. Cinayet davası sürecinde de bunun izini sürmek mümkün. Benim için çok etkileyici anlardan biri, daha ilk yıllarda ailenin avukatlarının tam bu noktaya dokunacak şekilde müdahaleler yapmalarıydı. Ermeni düşmanlığının Türkiye devlet ve hukuk geleneğinde nasıl derin bir tarihi olduğunu anlatmaları, bunu o salonda yapmaları çok çarpıcıydı. Doğrudan o bilinçaltını mahkemeye konuşmak gibiydi.
“Hukuka aşırı yatırım yapılıyor, devasa anlam ve umutlar yükleniyor”
- Söyleşinin sonlarına doğru şöyle bir resim çıkarıyorsun: Hukukun kuruluşunda da, gidişatında da yaptırımı olan bir şiddet var. Fakat buna ek olarak hukuk, görmedikleriyle de şiddet yaratabiliyor. Örneğin, Diyarbakır Cezaevi’ne dair bir dosyanın olmaması sistemin işleyişini, oradaki gardiyanları ve olası savunmalarını bilmemeyi beraberinde getiriyor. Veya hukukun bakmadığı Ağustos 1992’deki Şırnak katliamında kaç kişinin öldüğü belirsiz, adliyelerde dosyası açılmayan gözaltında kaybedilenlerin bugün sadece akıbetleri değil adları da bilinmiyor. Dolayısıyla, hukuk varken de yokken de şiddet yaratan bir kurumsa hukuk, yargının adalet için alan açabileceğini düşünmek sence gerçek dışı mı?
Değil. Kitabın asıl derdi de bu zaten, hukukun adalet için ne şekillerde siyasi alan açabileceğini hukuka dair hülyalara kapılmadan, hukukun şiddetini inkâr etmeden düşünmeye çalışmak. Türkiye'nin yakın tarihteki bilgisi ve deneyimi bizi bu konuda çok karamsar bir yere sürüklüyor. Öte yandan mevcut uluslararası literatür da fazlasıyla iyimser. Onarıcı adalet, geçiş dönemi adaleti, geçmişteki suçlarla yüzleşme, demokratikleşme gibi konularda hukuka aşırı yoğun bir yatırım yapılıyor, devasa anlamlar ve umutlar yükleniyor. Bu iki uçta benim düşünmeye çalıştığım şey, adaleti ve hakikati hukuk vasıtasıyla değil, hukuk vesilesiyle kurmaya çalışmak mümkün mü?
Başak Ertür’ün Fordham Yayınları’ndan çıkan kitabı: Spectacles and Specters: A Performative Theory of Political Trials / Gösteriler ve Hayaletler: Siyasi Davaları Performatif Kuramla Okumak
- Kayıp yakınlarının, zamanaşımı sınırında olan zorla kaybetme davaları için yıllardır mahkemelere gitmeye devam etmeleri, bahsettiğin ikiliği taşıyan bir örnek mi?
Evet ve sıklıkla da adaletin o mahkemede tecelli edeceğine dair büyük umutlar beslemeden yapılan başvurular bunlar. Dolayısıyla orada, o mekanizmayı sürekli zorlama inadında olağan üstü bir metanet, bilgelik ve bilinç var. O mekanizmanın kayıt altına alma, duyurma, teyit etme kapasitesi mümkün olduğunca kullanılmaya çalışılıyor, ille de mahkemenin varacağı karara umut yatırımı yapmaksızın. Orada bir de hukuku kullanmakta ısrar eden, hukuka tekrar tekrar ‘adaleti hatırla’ diyen performatif bir çağrı var. Bu çok değerli bence. Bir yandan da dediğin gibi bir vaka, hakkında bir dava olduğunda daha fazla duyulabiliyor. Bunun bir örneği Dargeçit davası. Medyada yakından izleyemediğimiz bir dava oldu ama iki belgesel sinemacı arkadaşımız, Berke Baş ve Enis Köstepen duruşmalara giderek süreci takip ettiler ve kayıt altına aldılar. Tam da dava süreci üzerinden billurlaşan çok çarpıcı bir hikâyeyi şimdi bize aktarıyorlar. İstanbul'da olanlar bu hafta sonu davayla aynı ismi taşıyan Dargeçit belgeselini İstanbul Film Festivali'nde izleyebilir. Adalet sistemi kendi içinde adalet üretmese bile, bu tür yan etkileri olabiliyor, kamusal adalet ile kamusal hakikat taleplerini kurmak için bir araç sunabiliyor.
- Dargeçit belgeseli, davada kabul görmeyen kanıtları mahkeme salonunun dışına taşırken filmin gösterimleri de muhtemelen resmî yargının vermeyi reddettiği mahkûmiyeti izleyicilerin vermesine neden olacak. En azından izleme şansım olduğunda bendeki etkisi bu oldu ve şunu sorguladım: Belgesel bunu sağlarken onu izleyerek derinleşen kolektif bilinç ile geçmişteki bu şiddeti umursamadığı için izlemeyeceklerin bilinci arasındaki uçurum da açılmayacak mı? Hukuk bir gerçeğin ne olduğuna karar verirken alternatif hukuk mekanizmalarının dezavantajı da bu mu?
İlki zor soru. Sanırım ben hukuka dair ne kadar dehşet dolu bir karamsarlık besliyorsam, kültürel alandaki bu gibi işlere de bir o kadar umut bağlıyorum. En azından bahsettiğin uçurumları açan şeyin bu gibi titiz, yoğun emek ürünü, akıl ve vicdanla örülmüş işler olmadığından eminim. Alternatif hukuk mekanizmalarının dezavantajı meselesine dair de tersinden bir örnek vereyim: Bugün neredeyse her kesimde Ergenekon davasının büyük bir safsata olarak değerlendirilmesi. Yani bir davanın resmî bir foruma sahip olması ille de hakikat üretmesini sağlamıyor.
- Kapatırken bu pek de homojen olmayan kolektif bilince dair son soruyu bir girizgâhla soracağım: AİHM’de 2007-2015 arasında görülen Perinçek v. İsviçre davasına ilişkin analizini okuyunca ulusal mahkemelerin yanı sıra uluslararası mahkemelerin de soykırım tartışmasına girmeye talip olmadığını görüyoruz. 2. Daire’deki ilk davada AİHM, Holokost için ifade özgürlüğünü sınırlamayı soykırım faili devletlerin sorumluluğu olarak görürken 1915’in bugünle ilişkisini hayatî görmeyerek buna gerek duymuyor. Büyük Daire ise tarihsel belirsizliği vurgulayarak onu çözmektense davayı sonlandırmayı tercih ediyor. Böylece iki davada da konunun esası görüşülmemiş oluyor. Büyük devletlerin iradesini yansıttığı için post-kolonyal olmakla eleştirilen uluslararası mahkemelerin bu tavrı, başka soykırım kıyılarındaki devlet suçları için de geçerli. Söyleşinin başında andığın Almanya’nın Nama ve Herero halklarına yaptıkları gibi. 1904-08 yılları arasında Almanya’nın sömürgeci olarak bu halklara uyguladığı katliamlar 1985 tarihli BM Whitaker Raporu’nda, 1915’te Ermenilere yapılanlarla birlikte, soykırım olarak anılsa da uluslararası arenada ilerleyemeyen mağdur torunları çareyi konuyu ABD mahkemelerinde gündeme getirmekte buluyor. ABD mahkemeleri ise davaları “ABD’ye temas etmediği ve onunla alakalı olmadığı” gerekçesiyle kapatıyor. Almanya, 2004’te Namibya’ya yaptıklarını soykırım olarak tanımlıyor ama iki süreç şu soruya neden oluyor: Bir devletin siyasi gelenekleri, yenilgi gibi bir çapta değişmedikçe soykırımlar için adalet ihtimali de onun yaşandığı taraflar ve topraklarla mı sınırlı? Türkiye’de 1915 için bu ancak failin torunlarının sorumluluğunu görmesi ile mi mümkün?
Bence sen soruyu sorarken cevabını da vermiş oldun. Katılıyorum, bu dışarıdan dayatılabilecek bir şey değil, zaten gördüğümüz gibi dışarıda kurumsal bir mecra bulabilecek bir mesele de değil. Öncelikle Türkiye içinde çözülmesi gereken bir mesele, ama o da tepeden dayatmayla değil. Bir de “failin torunları” spesifik olarak kullanılırsa belki anlamlı, ama mesela “kolektif suç” ve “fail toplumu” gibi tabirlerin bu konuda ne kadar verimli olabileceğinden emin değilim. Çünkü bunlar da homojenleştirici ve dolayısıyla ters tepme potansiyeli olan kavramlar. Sanki bize daha hassas kavramlar lazım. Özgür Sevgi Göral'ın Yaramız Derindir kitabında dediği gibi, ihtiyacımız olan şey bir tür hafıza militanlığı. Tarihsel bilinç ve yüzleşmeyi sokaklarda, yerellerde, yerelin bilgisiyle örerek zaman içinde kurumsal yansımalarının oluşmasını sağlamak, tersi değil.
Hazal Özvarış kimdir? Hazal Özvarış 1986 İstanbul doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden mezun oldu. T24 internet gazetesinde editör olarak başladığı gazeteciliğe, haftalık söyleşilerle devam etti, yazı işleri müdürlüğü yaptı. Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün kurucu üyeleri arasında yer aldı. İsveç Enstitüsü bursiyeri olarak yüksek lisansını Göteborg Üniversitesi'nde siyaset bilimi alanında tamamladıktan sonra Anadolu Kültür'de çalışmaya başladı ve Adalet Atlası podcast projesinin yürütücülüğünü yaptı. Projeyle aynı ismi taşıyan ve İletişim Yayınları'dan 2023'te çıkan Adalet Atlası'nın yanı sıra T24'te yaptığı medya söyleşilerini kapsayan Kayıp Medyanın İzinde: 2012-2018 adlı bir kitabı (P24 Medya Kitaplığı, 2018) yayımlandı. |