Görsel: Freepik
Tozla duman, sapla saman birbirine karışmış durumda. Doğruyla yalanı ayırt etmekte zorluk çekiyoruz. Bu belirsizlik, zamanımızın en büyük sorunlarından birisi ve hepimizi ilgilendiriyor. Çünkü hepimiz biraz iletişimciyiz!
Ama bu yazıda ben daha çok profesyonel ya da yarı-profesyonel iletişimcilerden söz ediyorum. Yani hayatını kısmen de olsa “içerik” üretip bunu iletişim araçlarıyla başkalarıyla paylaşarak kazananları… Gazeteci, yazar, reklamcı, halkla ilişkilerci, siyasal iletişim danışmanı, araştırmacı, sosyal medya editörü, vb…
Toplumu doğru olarak bilgilendirmek görevini üstlenmiş olanlar…
“Doğru” sözcüğünün altını çiziyorum.
Bir de bunun tam tersini yapmayı meslek edinmiş olanlar var. İletişim işindeler, ama amaçları suyu bulandırmak, kafaları karıştırmak, olguları eğip bükmek, doğruların değerini düşürmek. Yani iletişimi, asıl amacının tam tersi amaçlarla kullanmak.
Ben bunlara anti-iletişimci diyorum. Ülke medyası her gün iki cephe arasındaki muharebelerle sarsılıyor! Ne yazık ki, anti-iletişimcilerin sayısı son çeyrek yüzyılda çok arttı. Bunların arkaları daha kuvvetli, patronları daha zengin, vitrinleri daha ışıklı.
Etik değerler umurlarında değil. Gece gündüz ekranlarda, sayfalarda, salonlarda ekmeğini, –daha doğrusu ıstakozunu-yedikleri mesleği harcıyor, değersizleştiriyorlar.
Değerli okurlarım, bundan tam 50 yıl önce Amerika’nın Indiana Üniversitesi’nde Kitle İletişimi doktorasını tamamladım. O gün bugün, hem akademik, hem de pratik olarak iletişim dünyasının içindeyim. Mesleği hep, her düzeyde, “doğru”ların söylenmesinin bir aracı olarak gördüm. Hep anti-iletişim güçlerine karşı koymaya çalıştım.
50 yıl sonra değerlendirme yapınca karşıma çıkan büyük resim maalesef kaybedenler safında yer aldığımı ortaya koyuyor. Bizler, yani iletişimi doğruları yaymanın bir yolu olduğuna inananlar iyice gerilemiş, artçı savaşları vermekteyiz.
Bu konudaki görüşlerimi merak edenlere haluksahin.net adresindeki Açık Mektup’u okumalarını öneririm. Orada “Peki ne yapacağız?” diye soruyorum.
O uzun denemenin sonunda yer alan şu öneriyi paylaşmak istiyorum:
Radikal filozof olmak
“Bilim, felsefeden çıkmıştı… Şimdi asıl büyük soruları sormak ve asıl büyük amaçları hatırlamak anlamında, yeniden felsefeye dönmek gerekiyor. Bu, zaten kendiliğinden oluyor. Günümüzde her iletişimcinin biraz filozof olmak zorunda olduğunu apaçık görüyoruz.
Tıpkı her filozofun biraz gazeteci olmak zorunda olması gibi.
Michel Foucault bunu ta 1973 yılında anlamıştı. Bakın o zaman bir mülakatta ne demiş:
“Kendimi gazeteci sayıyorum, çünkü beni ilgilendiren şeyler, yani güncel olaylar, çevremde olan şeyler, dünyada olup bitenler beni ilgilendiriyor. Nietzsche’ye kadar felsefenin varoluş nedeni ebediyetti. İlk gazeteci-filozof Nietzsche’ydi. “Bugün”ü felsefe alanına sokan oydu. Günlük olaylara kafayı takmıştı. Bence, gelecek, bizim yaptığımız bir şey. “Gelecek” bizim olanlara tepkimiz, şu anı ya da konuyu yürürlüğe sokma biçimimiz. Geleceğimize hâkim olmak istiyorsak, bugünle ilgili en temel soruları sormalıyız. İşte bu yüzden bence felsefe bir çeşit radikal gazeteciliktir.“
1973’ten bu yana köprülerin altından çok sular aktı. Ama bu saptama günümüzde daha da geçerli. Gittikçe hızlı gelen bir geleceğin içindeyiz. Bu “gelecek” iletişim bilimini ilgilendirmekle kalmıyor, onu kapsıyor. Onu kullanıyor.
Hepimiz o geminin yolcularıyız.
Hepimiz, yani gazeteciler başta biz iletişimciler bir çeşit radikal filozof olmak zorundayız. Değilsek, güç sahiplerinin işlerine geldiği gibi çevirdiği bir cıvatadan başka neyiz?
Görünmeyen fil
Tarihin çılgın bir döneminde hepimiz bir araya gelmiş, görünmeyen fili tarif etmeye çalışıyoruz. Onu hepimiz farklı bir yerinden tutmuş olabiliriz. Ama zaman zaman ellerimiz birbirine değiyor. Bazen suratımıza tokadı patlatıyor. O görünmeyen, göremediğimiz, bize gösterilmeyen fil, dijital gerçekliğin arkasındaki zihniyettir, hatta “cihanşümul” sistemdir.
Radikal filozoflar, eleştirel kuramcılar, bu arada bu konuya yoğunlaşan Byung-Chul Han onun “neoliberal kapitalizm” olduğunu söylemekte. Ekonomik büyüme adına her alanda sömürüyü maksimize etmeye kararlı, doğanın sınırlılığını görmezden gelen, bencilliği kutsayan, tamahkar, açgözlü, doymak bilemeyen bir sistem. Günümüzün ekonomik koşullarında bireyleri kandırıp tek tek sömürmenin, sanayi toplumunda olduğu gibi sosyal sınıfları sömürmekten çok daha verimli olduğunu keşfetmiş. Çeşitli psikolojik yollarla tüketim sapkını insanları gönüllü köleler haline getirmiş. Hepimiz elimizde akıllı telefonlar “like… like” diyoruz. Han’a göre bunun tespih çekerken amin…amin… Yarabbi şükür demekten farkı yok. Kendi kendimizi sömürmeyi en üst düzeye çıkartmak için çırpınıyor, garip şeyler yiyor, egzersiz salonlarını dolduruyor, özel kurslara katılıyor, yürürken adım sayıyoruz.
Ama sormuyoruz. Niçin?
Ve tabii: Kimin için?
Hakikat koruganları kurmak zorundayız
Bunları sorsak başka sorular da soracağız: Telgrafın icadından bu yana etrafa pıtrak gibi yayılan fennin gerçek harikaları bu aletler başka türlü kullanılamaz mı? Örneğin gaddarca büyümek yerine sevecence paylaşmaya yardımcı olabilemezler mi? Hakkımızda toplanan ve bizden gizlenen bilgiler, birilerine tonlarca para kazandırmak yerine toplumsal sorunları anlamak ve çözmek için kullanılamaz mı? Bu amaçlar için ne gibi yeni mülkiyet biçimleri ve yönetim yolları bulunabilir. Aslında bu aletler o zihniyetin başımıza yıktığı büyük ve yaşamsal sorunların çözme potansiyelini de taşımıyor mu?
Foucault’nun dediği gibi geleceğin bizim tarafımızdan inşa edildiğini hatırlamamız, hatırlatmamız ve ona göre örgütlenmemiz gerekiyor.
Örgütlenme konusunda karamsar olanların da (Evet, neo-liberal sistem insanların bir araya gelmelerinden hoşlanmıyor!) bireysel olarak yapacakları şeyler var. Bu işe kalkışanlara bir çeşit doğruluk gerillası gözüyle bakabiliriz. Yalan balonlarını teker teker vuran keskin nişancılar! Şahin gözlü, dürüst, düzgün, cesur aydınlar. Yalan bükücüler.
İdeolojik savaş alanı olan sosyal medyadan tamamen çekilmek ham bir hayaldir. Tam tersine orada hakikat koruganları kurmak gerekir. Hem özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet, insana saygı, çevreye özen gibi asal değerleri savunmak hem de uçurulan yalan balonlarını fazla yol almadan indirmek için…
Bu satırlar yazılırken, yani Türkiye’nin ilk iletişim doktoru oluşundan 50 yıl sonra, iletişim aleminin durumunu ben böyle görüyorum.