1990’lı yılların başında Ankara’da öğrenciydim. Bilkent Üniversitesi’nin Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi’nin Müzik Hazırlık Okulu diye bilinen ortaokul/lise kısmına gidiyordum. O yıllarda Türk müzik camiasında Batıcı-Doğucu çekişmeleri halen sıcaktı. Benden önceki kuşak, Batı tipi eğitim veren devlet konservatuvarında çalışma odasında kendi başına bile olsa caz veya alaturka çalarken yakalanırsa okuldan uzaklaştırmaya varan disiplin cezası alıyordu. Yani Türkiye’de Türk müziği -bazı kurumlarda- bazı Türkler tarafından suç sayılıyordu! Bunu bir yabancıya nasıl açıklarsınız? Benim zamanımda Bilkent gibi yeni kurulmuş bir müzik okulunda bu tutum nispeten yumuşamış olsa da etkinliğini sürdürüyordu.
Ben Türk sanat müziği seven bir ailede büyüdüm. Babam rakı sofrasında güzel sesiyle Münir Nurettin şarkıları söylerdi, ben de ona piyanoda eşlik ederdim. Misafirlerimiz mest olurlardı. Bu, klasik müzik dahil diğer türleri de sevmeme engel değildi. Müzikle tanıştığım günden beri müzik türleri arasında yargılayıcı bir ayrım yapmamıştım. Ancak okulda bu konuda bir ayrımcılık olduğunu ve Türk sanat müziği sevgimi okulun dışında tutmam gerektiğini çok yakında anlayacaktım.
4-5 kişiden oluşan sınıfımızda Can Delikçi adında yetenekli bir çocuk vardı. Çello bölümündeydi. En yakın arkadaşımdı. Bir gün oda müziği dersinde hocanın gelmesini beklerken öğrencilerin böyle anlarda hep yaptığı şeyi yapıyorduk: kaynatıyorduk:) Can çellosuyla alaturka bir şeyler çalmaya başladı. Herkes gülme krizine tutuldu! Can bile çalarken gülmekten kıpkırmızı kesilmişti! Komik olan neydi? O müziğin o ortamda çalınması. Evde veya radyoda çalarken gayet doğal karşılanan bir müzik, bir klasik müzik okulunda çalınınca herkese komik geliyordu. Hoca geldi ve Can’ın çaldıklarını duydu. Allahtan Macardı! Türkiye’deki durumun farkındaydı ama farklı bir kültürden geldiği için Türk müziğine karşı bazı Türklerden daha hoşgörülüydü. “Devam et” dedi, Can biraz daha çaldı. Hoca da başladı bizimle birlikte gülmeye -ben de gülüyordum-! Can o makamsal nağmeleri çaldıkça gözlerimizden yaşlar gelesiye güldük, kurtlarımızı döktük, sonra derse başladık.
Emin Sefa Sağbaş, yanında öğrencisi çellist ve besteci Can Delikçiyle
Bir başka gün boş bir sınıfta Can, ben ve viyolacı arkadaşımız Kürşat, bir oyun havası çalarak eğleniyorduk. Dekanın bize doğru gelmekte olduğu haberini aldık. Can’la Kürşat can havliyle kaçtılar, bir başka sınıfa saklandılar. Ben kaldım, bekledim. Zira yanlış bir şey yaptığımı düşünmüyordum. Dekan bey geldi, “sen miydin o dansöz havalarını çalan?” dedi. “Evet hocam, bendim” dedim. Bana ayar verecek oldu. Ben bunda bir yanlış olmadığını savunmayı denedim. “Tamam, ama yeri burası değil” dedi. Aramıza bir soğukluk girmiş olsa da başıma bir iş gelmeden konu kapandı. Günler sonra beni tekrar gördüğünde “halen çalıyor musun o dansöz havalarını?” diye sorduğunde “evet ama sadece evde” dedim.
Can’la ben okuldan gizli, okul dışı ortamlarda Türk müziği çalmaya devam ettik. Meğer Can bizim okula gelmeden önce bir aile dostundan lavta ile özel Türk müziği dersleri almış, benim gibi klasik Batı müziği okumayı seçmiş olsa da Türk müziği aşkını içinde yaşatmaya devam ediyordu. Benim Türk müziği bilgim kulaktan dolmaydı, o ise bu alana çok daha hakimdi, daha otantik çalıyordu. Etkilenmiştim. Ben de daha fazlasını öğrenmek istedim.
Cebeci’de bir komün
Can’a makam müziğimizi öğreten, Kültür Bakanlığı Devlet Klasik Türk Müziği korosunda çello sanatçısı Emin Sefa Sağbaş’tı. Cinuçen Tanrıkorur’dan el almış bir ustaydı. Can halen fırsat buldukça onu Cebeci’deki apartman dairesinde ziyaret ediyordu. Ben de tanışmak istedim, bir gün birlikte gittik.
Emin Abinin evi dersaneyle komün arası bir yerdi.
Dersane gibiydi çünkü salonu sürekli her yaştan öğrencilerle doluydu. Ancak dersane gibi belli saatlerde belli bir süre boyunca ders yapılan ve bunun karşılığında belli bir ücret ödenen bir yer değildi. Emin abi, Türk müziğini öğrenmek isteyen herkese kapısını açıyor, uzayıp giden bir sohbetler zinciri içerisinde onlara bildiklerini aktarıyordu. Bazen birisiyle odaya geçip bir süre bireysel bir çalışma yapıyor, sonra ona kendi başına çalışacağı bir ödev verip yine salona ve sohbete dönüyordu.
Komün gibiydi, çünkü girip çıkan herkes evin ve büyük bir ailenin parçası gibi olurdu; yiyecek, içecek, bulaşık, çay demleme vs imece usulü hallediliyordu. İsteyen istediği kadar kalıyor, bilgi pınarından doldurabildiği kadar kabını dolduruyor ve istediği saatte gidiyordu. Kimseden de para almıyordu Emin Abi!
Emin abi beni sevdi, ben de onu. Bazen Can’la, bazen babamla veya tek başıma fırsat buldukça onu ziyaret etmeye devam ettim. Her gittiğimde bana yeni notalar veriyordu. Piyanoda çalınabilecek saz semaileri, peşrevler, longalar, sirtolar… O zamanlar internet olmadığı için bu gibi notalar kolay kolay bulunmuyordu. Kah kulaktan, kah notadan bu estetiği kaptıkça, okuldaki çalışmalarımdan bağımsız olarak alaturka besteler yapmaya başladım. Bunları çalabileceğim bir piyanosu da vardı Emin Abinin. Salonunun duvarları her çeşit çalgıyla doluydu zaten. Kendisi de birkaç farklı çalgıyı rahatlıkla çalardı. Her gidişimde ona yeni bir beste götürürdüm. Beni piyanoya oturtur; kendisi de birkaç öğrencisiyle birlikte bana eşlik eder, hep beraber benim yeni bestemi çalardık. Alaturka müziği yeni yeni tanımama, henüz inceliklerini anlamaktan çok uzak olmama rağmen bu yazdıklarıma değer verir, onları duymam için bana bir fırsat verirdi. Yazdıklarımı gerçek bir fasıl heyetinden duymak da bana sonsuz gurur ve zevk verirdi, utanırdım bana sunulan bu jestlerden.
Ne Doğucu, Ne Batıcı
Türkiye’deki Doğucu-Batıcı çekişmesinin yarattığı iki temel tipleme vardır: “Batıcı” tip, klasik Batı müziğinin gelişkin çoksesli yapısına bakarak onu diğer tüm müzik türlerinden üstün tutar, diğer müzik türlerine tepeden bakar; Türk halk müziğini Türk sanat müziğinden ayrı tutar, onu saf ama ilkel, “çağdaş/ulusal müziğimiz”i yaratma sürecinde ele alınacak temel malzeme olarak kabul eder; öte yandan Türk sanat müziğini emperyal Osmanlı’dan kalma köhne ve dejenere bir hastalık olarak görür -oysa bu iki müzik türü aynı köklere sahip bir ağacın iki dalıdır-. “Doğucu” ise Türk sanat müziğinin veya halk müziğinin savunucusudur, ancak Batı müziği kurumlarının güçlü olduğu bir ülkede yaşadığı için Batıcıların aşağılamaları karşısında mağdurdur, doğal olarak geleneksel müziğimizi savunmaya, üstün yönlerini vurgulamaya çalışır; onun çok seslendirilmesine bir tecavüz gibi bakar. Tarafsız ve yetkin bir bakış, her müzik türünün kendine göre az veya çok gelişmiş yanları olduğunu görür ve türler arası ayrımcılık yapmadan zevkini seçer, dahası, tarihsel sürecin kaçınılmaz ve doğal bir getirisi olan türler arası alışverişleri de ilgiyle izler.
Emin Abi üçüncü kategoriye giriyordu. Geleneksel Türk müziği camiasında çok sık gördüğüm mağdur zihniyet onda yoktu. Kendisi “Doğu” tarafın üstadıydı ama bu “Batı”ya karşı tavır almasına yol açmamıştı. Evinde piyano bulundurmasından belliydi. Bana Türk müziğini öğretirken beni bir kamptan diğerine çekmeye çalışmıyordu. Enstrümanımın komalı sesleri* veremiyor oluşu karşısında “bak, gördün mü! Bizim müziğimiz üstün!” dercesinde bir Doğucu tavrı takınmıyor, bana verdiği notalarda karşıma çıkan koma işaretlerini piyanodaki en yakın notaya yuvarlayıp geçmemi salık veriyordu.
O her şeye gülümseyerek bakardı. Nüktedan adamdı. Onu tanımlayacak tek bir kelime seçecek olsam “tebessüm” derdim. Ne garip ki bulabildiğim fotoğraflarının hiç birinde gülümsememiş! Can’la bana “haydut” derdi:) Bir araya geldiğimizde sadece müzik konuşmazdık; mangal yakıp kafaları çekip erkek muhabbeti de yaptığımız olurdu, biz bizeysek. Babamla gittiğim zamansa bir İstanbul beyefendisi gibi konuşurdu; doğuştan sahip olduğu peltek dilinin elverdiği ölçüde.
Emin Abi sonradan Batıkent’e taşındı. Annesiyle birlikte yaşadığı, şehrin uç bir noktasındaki sitelerin birinde müstakil bir evdi. Can’la oraya mangal yapmaya gittiğimizde ilginç bir manzarayla karşılaşmıştık: kurban bayramı nedeniyle eve bir çift koyun alınmıştı. Fakat Emin Abi onları kestirmeye kıyamamış, beslemeye devam etmişti. Başkasının kestiği eti yiyordu ama kendi koyunlarını çocuk gibi seviyor, köpek gezdirir gibi dağda, kırda gezdiriyordu.
Tek derste kanun öğretilir
O ara ben yurt dışına taşınmıştım. Okulu Amerika’da bitirdim. Mezun olduğum yıl bir kemancıya aşık oldum. Salaam adında bir grupta çalıyordu. Üyeleri Amerika’da doğup büyümüş, önce Batı müziği öğrenmiş, sonradan Orta Doğu müziğine merak salmış, ud, ney, darbuka gibi bizim coğrafyamızın sazlarını da öğrenmiş, bunlarla Türk, Arap, Yunan müzikleri yapan insanlardan oluşuyordu. Aralarında etnik bakımdan kısmen Arap kökenli olanlar da vardı. Kız arkadaşım bir akşam beni Salaam’ın her salı düzenli prova yaptıkları eve götürdü. Hep beraber müzik yaptık. Onlar beni sevdi, ben de onlar. “Katıl aramıza” dediler. “Zevkle!” dedim. “Ama piyanoyla olmaz” dediler, “bizim gibi geleneksel bir çalgı çalman lazım. Grubumuzda kanun yok. Kanun mu öğrensen acaba?”. Ne kadar ironikti, doğma büyüme Mersinli olan bana bir Chicagolunun bunu söylemesi! Hemen koştum Türkiye’ye kanun öğrenmeye. Babam zamanında Türk müziğini daha yakından tanımam için eve bir ud ve bir kanun almıştı, ancak benim onlara ayıracak zamanım olmamıştı. Ders alacak bir kanun sanatçısı ararken Emin Abi “gel, ben sana öğretirim” dedi. Aldım sazı, gittim evine. Tek derste bana nasıl akort yapacağımı, mızrapları nasıl tutacağımı, mandalları nasıl kullanacağımı öğretti; çalgıyı alıp de kendisi bir şey çalmaksızın! Her tür çalgıyı çalıyordu, kanun hariç. Ancak çalgıyı yakından tanıyordu; abisi B. Reha Sağbaş çok iyi bir kanun sanatçısıydı. Söylediğine göre benden önce başkalarına da aynı şekilde, kanunu kendisi eline almadan kanun çalmayı öğretmişti. Emin Abi benim müzisyenliğime güvenerek sadece en temel teknik bilgileri gösterip gerisini bana bırakmıştı. Zaten hiç bir zaman sistematik bir “ders” yapmamıştık. O kanun dersi için de para kabul etmemişti, hiç bir zaman kabul etmediği gibi. Birkaç ay çok sıkı çalıştım, sonra Salaam’la birlikte Amerika’da konserlerde, festivallerde, düğünlerde, albümlerde kanun çalmaya koyuldum. Amerika’ya “tereciye tere satmaya” gitmiş olan piyanist Hakan A. Toker’e bir ekmek kapısı daha açılmış oldu.
Emin Sefa Sağbaş - Öğrencisi Udi Ersel Ayvazla birlikte
Aradan birkaç yıl geçti, koptuk, Emin Abiyle haberleşmedik. Derken 2006’da onun bir öğrencisinden acı haberi aldım. Emin Abi bir yıl kadar önce bir gece yatmış ve sabah uyanmamıştı. O melek gibi adam genç yaşında melek olup gitmişti, sessiz sedasız. Haberi bana veren, aynı soyadı taşısak da akrabam olmayan, çok sevdiğim bir ablam, ekonomi yazarı Çiğdem Toker’di. Çiğdem Abla müzikle de uğraşır, gitar çalar, şarkı söyler. Eminim kendisi de aşağıdaki tespitimin altına imzasını atacaktır:
Bir çırak ustasından çok şey öğrenebilir. Sanatının her tür inceliklerini, tekniğini öğrenebilir. Bu öğrenme sürecinde pek çok usta çırağın karşısında bir dev gibi durup hali ve tavrıyla “ben çok şey biliyorum, sen daha bilmiyorsun. Sus ve dinle” mesajı verir. Çırak “saygısından” sorgulamak şöyle dursun, soru sormaya bile çekinir. Bu tip ustalar genelde “boynuzun kulağa geçmesinden” korkan tipler olurlar. Kendileri de aynı şekilde yetişmiştir. “Saygı” adı altında saldıkları korku çırağın zihnini kilitler, bağımsız düşünmesini ve kendini aşmasını zorlaştırır. Yüzyıllar boyu pek çok kültürde müzik dahil pek çok sanat bu yolla öğretilmiştir. Türk müziğinde buna “meşk” denir. Emin Abi bu klasik “usta” tiplemesinden uzaktı. Çok şey biliyordu, ancak bildiği hiç bir şeyi tepeden bakarak vermedi bana. Bana karşı hem sevgisi, hem saygısı olduğunu hissettirirdi. Bir meslektaş ve bir arkadaş gibi yaklaşırdı bana. Kendisine duyulan saygıyı korkutarak değil, şefkatiyle, dostluğuyla kazanırdı.
Çok doğal, içten bir tevazuyla donanmış, ama bu tevazuyu “estağfurullah”larla “aman efendim, teveccühünüz”lerle, kendine “fakir” demelerle paketleyip satmazdı. Onunkisi gerçek tevazuydu; sahip olduğu her şeyi rahatlıkla paylaşmaktan gelen, bilginin paylaştıkça eksilmeyeceğini bilmekten gelen, hiç bir mevki hırsı olmaksızın, hayatı ona sunulmuş olan sınırlar dahilinde olabildiğince sade ve keyif alarak yaşamaktan, azla yetinmekten gelen bir tevazu. Bir çalgıyı her eline aldığında ya bestelerimi çaldığımız zamanki gibi veya Kültür Bakanlığındaki görevi sırasında olduğu gibi toplu yapılan icraya güç katmak için olurdu, ya da bir öğrencisine bir şey göstermek için. Kendi müzikal ruhunu, duygularını duyumsayabileceğimiz, “ben buradayım, ben buyum” diyen bir taksimi, bir kaydı dahi yok elimizde. Kardeşi A. Vefa Sağbaş’tan öğrendiğime göre sevmezmiş kaydedilmeyi. Kim bilir o doğal şekli çatık kaşlarına rağmen karşımızda hep gülen yüzünün ardında ne acılar, ne travmalar vardı? O şimdi her şeyden çok ailesini kalbinde ve öğrencilerinin başarılarında yaşıyor.
Mesai arkadaşı Şentürk Deveci’nin onun anısına bestelediği “Ağıt” başlıklı Segah Peşrev’in notasına buradan ulaşabilirsiniz.
*Geleneksel Türk müziğinde “komalı sesler” diye bilinen perdeler (sesler), bu perdelerle diğerleri arasında “mikrotonal aralıklar” denen ilişkiler vardır. Bunlar Batı müzik sisteminde bulunmayan, dolayısıya çoksesli müzik eserlerinde kolay kolay rastlanmayan, bizim müziğimizin karakteristik yapı taşlarıdır. Ben bunlara “Türk müzik alfabesinin sesleri” diyorum. Bu konuyu açıkladığım bir videomu ve bu seslerle çoksesli senfonik müzik yaptığım “Türk Rapsodisi” adlı eserimi buradan izleyebilirsiniz.