Ülkemizin hâlihazırdaki en önemli ve büyük meselesi, ne ekonomi ne siyaset ne eğitim ne de adalettir. Türkiye’de yaşayan istisnasız herkes için en yakıcı ve birinci sıradaki konu, düşüncesi, tavrı, davranışı, inanışı, cinsiyeti, yaşı-başı ne olursa olsun, akıl sağlığıdır.
Bu bakımdan ve daha fazla hastalanmadan yapılması gereken ilk iş bir Akıl Sağlığı Bakanlığı kurulması işidir. Tabii hemen “bunun başında kim olacak, kime bağlı olacak?” gibi sorular “akla” geliyor ama, bunlar bizim şu andaki halimizle bilebileceğimiz, hüküm verebileceğimiz şeyler değil. Herhalde ehliyetli doktorların gözetim ve idaresinde olacaktır.
Amerikalı meşhur ve mevta bilimkurgu yazarı Philip K. Dick, 70’lerin başında kaleme aldığı We Can Build You adlı uzun hikayesinde, böylesi bir Akıl Sağlığı Bakanlığı’ndan sözeder. Fransızcaya Şizoidlerin Balosu ismiyle çevrilmiş olan eser, bugün milletçe içinde bulunduğumuz vaziyetleri öngörmüş, müstesna bir edebiyat ürünüdür.
Miting alanlarında silahlanma çağrılarının yapıldığı; Palu ailesi gibi değme uluslararası dizilere taş çıkartacak senaryoların gerçekten yaşandığı (bu arada Müge Anlı ve ekibini hassaten tebrik ederim; ülkede gazetecilik yapan birkaç kişiden biridir); sokak ortasında kadın dövenlerin serbest, gazete köşesinde “zırt” diyenin en az 1 yıl hapse tıkıldığı; birbirinden berbat sesli müezzinlerin selatin camilerde aynı anda ezan okuduğu ve yine aynı anda Boğaz’dan geçen turist teknelerinden yayılan Arapça-disco parçaların bunlarla pek çok sesli bir koro oluşturduğu; bir film galasında Yahudi toplama kampı dekorunun kurulduğu ve geceye katılan şık hanım-beylerin bunun önünde poz verdiği; Bakanlık da yapmış bir milletvekilinin önümüzdeki seçimlerden bahisle “bizim adayımıza verdiğiniz oy, kıyamet günü berat belgelerinizden biri olacaktır” dediği; bir devlet sınavında en yüksek yazılı notu alan insanın elendiği, en düşük yazılı notunu alanın kazandığı; bir federasyon başkanının aynı zamanda oynanan maçlarla ilgili bahis ihalesine girdiği bir ülke, bildiğim kadarıyla tarih literatüründe mevcut değildir.
Ancak ülkemizdeki rejimi faşist, despotik, tiranik veya başka bir baskıcı siyasi sıfatla tanımlamak de yanlıştır. Zira bu tür rejimlerin bir ideolojisi, bir formatı, bir rasyoneli, tepeden aşağı yayılan bir organizasyon şeması ve uygulaması olmak gerekir. Hatta 'baskı zulüm' bir yana, içinde bulunduğumuz durum tam tersine “tefessüh etmiş bir demokrasi” halidir. Bizdeki bu “gücü gücü yetene” modeli, sadece para ve mevki sahibi olmayanları ezmez; milyon dolarla oynayan pek çok iş insanımız, büyük mafyamız, devletin tepe noktalarını tutmuş yöneticilerimiz ciddi bir “eziklik”, manevi bir depresyon hatta şizoid bir akıl tutulması içindedir. Biz de sıradan halk olarak kendimizden ziyade onların bu durumuna üzülmekteyizdir.
Hâl böyleyken ve biz sıradan insanlar devlet büyüklerimizin, kimi ünlü-zengin şahsiyetlerin bu hallerine üzülürken, Çanakkale taraflarında başka bir gelişme oldu: Anafartalar’da, muharebe arazisi üzerinde, genişliği yer yer 15-20 metreye varan yeni bir asfalt yol yapımına başlandı!
Bunun üzerine ciddileştim ve ne kadar aklımızı kaçırmış olursak olalım, en azından Çanakkale 1915 konusunda birlik ve beraberlik içerisinde durabileceğimizi ve bu yol yapımını durdurabileceğimizi düşündüm. Tam bu sırada 10 Şubat günü GS-Trabzon futbol maçı oynandı ve Trabzon takımının başkanı kaybettikleri maçtan sonra “Trabzon Lisesi, Çanakkale cephesine öğrencilerini gönderdi. O yıl mezun verilmedi. Emperyalist güçlere kurşun sıktık. Aradan 105 sene geçti ama Trabzon'un 18, 19 yaşındaki çocukları yine dış güçler tarafından katledildi” demez mi?
Şimdi bu toplu akıl ve insanlık tutulması karşısında, yine de ülkede kendini, aklını- izanını muhafaza etmeyi bilen insanlar kalmıştır umuduyla yazıyorum. Zira Çanakkale bizim yegâne umudumuzdur.
Neler neler…
Dışardan bakılınca, “Çanakkale konusuna ‘takmış’, kafayı bu meseleyle ‘bozmuş’ bir takım insan”dan sayıldığımı biliyorum. Olabilir. Ancak bu defa durum farklı. Zira bu defa Türkiye’de yaşayan hemen her yetişkini ve onların çocuklarını, torunlarını ilgilendiren bir gelişmeyle karşı karşıyayız.
Son 20 yıl içerisinde, altında şehitlerin yattığı Bombasırtı (Quinn’s Post) 1. hat Türk siperleri üzerine otopark inşa edildi. Milletimiz halen buradaki otoparka, yani şehitlerin üzerine arabasını park ediyor ve biraz ötede, altında naaş bulunmayan sembolik 57. Alay Mezarlığı’ndaki taşların yanında Fatiha okuyor.
Arıburnu ve civarı “şehitler ve milletimiz ağaç sever” diyerek “çamlandırıldı”. Sonra burada kaçınılmaz olarak yangın çıktı, insanlar öldü. Bölgenin doğal florasına aykırı bu ağaçlandırma, yangından sonra da tekrarlandı.
Şehitler Abidesi’nin bulunduğu Eski Hisarlık Tepesi'ne bir ara üzerinde “Mehmet” yazan sembolik taşlar dizildi. Abide’nin tavanına döşenen mozaikler milletin kafasına döküldü. Arıburnu sahil yolu genişletilerek muharebe anı ve izleri yok edildi. Alçıtepe-Nuri Yamut Anıtı civarındaki muharebe arazisi düzlenerek hizmete açıldı. Kaderin tayin edildiği, yüzlerce insanın öldüğü-şehit düştüğü Ertuğrul Koyu’nu zaten evlerle doldurmuş, sahilini plaj yapmıştık. Çeşitli “Şehitlik Tesisleri”, “Şehitlik Çayhaneleri” de yaptık. Anma günlerinde şarkılı-türkülü eğlenceler tertip ettik. Avustralyalı yaralı askeri siperine taşıyan Türk askeri heykeli mi istersiniz? Bu yalan halen Albayrak Sırtı’nda duruyor. Elinde neredeyse G-3 tüfeği taşıyan Çanakkale askeri heykelimiz de var. Seddülbahir’de Yahya Çavuş’a bir mezar da yapmışız sonradan. Mustafa Kemal, düşman donanmasının ateşine tamamen açık bir noktada gözlem yaparken, saatine şarapnel isabet etmiş! Conkbayırı’nın tepesindeki tabela yıllardır orada. Daha neler, neler… Efsanelerle blurladığımız gerçekler… Hiçbir standardı olmayan, birbirinden farklı anlayışla yapılan ve müteahhit zevkini yansıtan şehitlikler… İçine yalan-yanlış malzemeler ve yalan-yanlış bilgiler doldurduğumuz müzeler, merkezler (son kepazelik Anadolu Hamidiye Tabyası)…
Çanakkale’deki “toprak” neden önemli?
Çanakkale’nin, bu ülkede yaşayan her bir insan için en önemli ve vazgeçilmez tarafı, savaşın yaşandığı coğrafyadaki topraktır. “Bu topraklar için toprağa düşmüş asker…” dediğimizde soyut bir genelleme yapmayız; bizzat bu toprağın kendisidir mevzubahis olan. Bugün bu ülke, yaşadığımız tüm rezilliklere rağmen hâlâ bir ülkeyse, bunu işte o toprağa düşen askerlere borçludur. İster Mustafa Kemal’i göklere çıkart ister yerin dibine batır; ister kızıl komünist, ister ırkçı, ister milliyetçi, ister şeriatçı, ister muhalif, ister yandaş, ne istersen o ol. İster Türk, ister Kürt, ister Laz, ister Arap hangi kökenden olursan ol. Olabiliyor musun? Evet olabiliyorsun. İşte bu “olmayı”, o toprakta “ölmeyi” bilen askere borçlusun.
Çanakkale muharebe arazisi bugün herşeye rağmen, yukarda saydığımız olumsuzluklara rağmen, dünya tarihinde, bütün savaşların cereyan ettiği yerler içerisinde, orijinal halini en iyi şekilde koruyabilmiş arazidir. Tarım arazilerine, yanlış ağaçlandırmalara, doğal aşınmalara rağmen, özellikle muharebelerin yaşandığı toprak parçaları bakir kalmıştır. Peki bu neden özellikle önemlidir ve neyi sağlamaktadır? Bölgeye giden insanların büyük çoğunluğu neden “tüylerim diken diken oldu” demektedir? İyi-kötü anlatılan hikayelerden dolayı mı? İyi-kötü mezarlıklardan dolayı mı? Şehitler Abidesi’nden dolayı mı? Mustafa Kemal (Bir dönem sanki Mustafa Kemal’den başka kimse Çanakkale’de savaşmamış gibi anlatılan olaylar, artık neredeyse Mustafa Kemal Çanakkale’ye hiç uğramamış gibi anlatılıyor) veya Allah-kitap-peygamber vurgularından dolayı mı? Hiçbiri.
Bizi oraya gittiğimizde etkileyen, o sihri hissettiren, arazinin bozulmamış halidir. Bir anlamda bir “zaman tüneli”ne girdiğimizi, askerlerin gösterdiği dirence tanık olduğumuzu duyumsarız. Atalarımıza gerçek anlamda yaklaştığımız, her türlü ucuz hamaset ve ideolojinin, hatta kimse alınmasın ama dinin-imanın-Mustafa Kemal’in ötesinde bir yüksek ruh halinin somutlaştığı benzersiz bir hâldir bu. Ve bu hâli sağlayan, buranın taşı-toprağı, dokusu-kokusu, görüntüsü-gerçeğidir. Sırf “Oğlum-kızım bu coğrafyada başına buyruk yaşasın” diyerek, göğsünü inandığı gelecek için siper ederek bu toprağa karışan insanları, yine bu toprak yaşatır.
Heykel, abide, bayrak, sembolik mezarlık, müze, nutuk değil; önemli ve kalıcı olan toprağın kendisidir. Dokunursun, düşünürsün, yüzünü sürersin, gözlerin dolar ve o vakit artık sadece şimdiki zamanın değil, geçmişin ve geleceğin de insanı olursun. Evet, şüphesiz bir Mehmet Âkif olamayız ama, onun dizeleriyle bağlanırız bu toprağa.
Bu topraklar müteahhite veremeyeceğimiz topraklardır. Çok dikkatli, çok itinalı, kılı kırk yararak iş yapabileceğimiz, üzerine titrediğimiz topraklardır. Burası bizim yeniden doğduğumuz, yeniden millet olduğumuz, ortak ve biricik mekândır.
Şimdi, işte bu mekânın belki de en önemli bölgesinde, Anafartalar’da asfalt ve geniş bir yol inşa ediyoruz. 10 milyon USD ve hatta üzerine malolacak! Parasını da devlet ve millet veriyor. Peki neden yapıyoruz bu yolu? İlkbahar-yaz aylarında Şehitler Abidesi’ne giden yolda otobüs trafiğinden dolayı beklemeyelim diye! Bir “alternatif yol”, bir tür “Kanal Anafarta” projesi yani. Tarihî alana daha çok otobüs gelsin, daha çok motorlu taşıt havayı-araziyi kirletsin, daha çok para kazanalım, daha çok, daha çok… Yani ekonomik-sosyal gelişmeler bize bunu dayatıyor!
Güle oynaya…
Peki bu tarihî araziden sorumlu Tarihî Alan Başkanlığı, “Sevgili ziyaretçiler, arabalarınızdan, otobüslerinizden Alçıtepe veya Büyük Anafarta köylerinde ineceksiniz. Sonrasında muharebe arazilerine yürüyeceksiniz. Yaşlılar, çocuklar ve engelliler için özel ve küçük araçlarla ulaşım sağlayacağız. Sizin için özel rotalar, bilgi veren noktalar oluşturduk” demiyor, diyemiyor. Şehitliklerin, abidelerin dibine kadar gidip hemen yanına araçları park etmek ve hatta bunlar için özel alanlar açmak; araçların rahatça gidip gelmesini sağlamak için yolları genişletmek gibi “temel faaliyetler”de bulunmayı tercih ediyor. Zira onlara göre önemli olan “ziyaretçi sayısını katlamak”.
Yılın neredeyse 7-8 ayı olağanüstü hava koşulları ve rüzgar yüzünden kuş uçmaz-kervan geçmez bir konumda olan Anafarta ovasına, neredeyse otoyola yaklaşan genişlikte bir ulaşım hattı açılıyor. Bu yapılırken de, muharebe arazisi altüst ediliyor; orijinal doku bir daha geri gelmemecesine bozuluyor.
Yani Conkbayırı-Anafartalar hattından otoyol manzaralı şehitlik turları devri başlıyor. Amaç: Trafiği rahatlatmak!
Bu gidişle yakın gelecekte şehitlik ve tarih manzaralı daireler, siteler de sürpriz olmayacak. Rahat rahat denize bakıp suyumuzu içeriz artık.
Çanakkale’de düşenler, bu toprağı vatan yaptı. Biz de bu vatanı bildiğimiz gibi yaptık. Onların anıları lafta, bedenleri asfaltın altında… Güle-oynaya aydınlık yarınlara…