Gülay Kazancıoğlu

01 Mart 2025

The Brutalist: Geçmişin çığlıklarıyla bugün sesi duyulmayanları bastırıyor

The Brutalist gerçek dünyanın kurgusal karakteriyle 1980’e yılına kadar gelebildi. Bugünün dünyasında Zsofia ancak kendi topraklarında sesi çıkamayan Filistinli genç bir kadın olabilir

Sinema tarihinde Yahudi soykırımını konu alan sayısız film izledik. Eğer bir liste yapsaydım, The Reader(okuyucu), Schindler’in Listesi ve Piyanist gibi yapımları en üst sıralara koyardım. Gerçek ya da kurgusal bu hikâyeler, tarihin en karanlık sayfalarını gün yüzüne çıkararak izleyicide derin izler bırakmıştır. Ancak, bu yılın Oscar favorilerinden The Brutalist’i aynı motivasyonla izlemek zor.

Yönetmenliği ve yapımcılığını Brady Corbet’in yaptığı The Brutalist, üç buçuk saatlik epik bir dram filmi. Uvertür ve Epilog’la açılış ve kapanışını yapan film “The Enigma of Arrival (1947-1952)” (Varmanın Gizemi) ve “The Hard Core of Beauty (1953-1960)” (Güzelliğin Sert Çekirdeği) başlıklarını taşıyan iki bölümden oluşuyor. 2. Dünya Savaşı sırasında Holokost’tan kaçan Yahudi bir mimarın Amerika’ya göç ettikten sonraki sürecine odaklanıyor.

The Brutalist

Zsofa’nın sessiz çığlığı

Filmin Uvertür bölümü, Zsofia’nın sorgusuyla başlıyor ve sürreal eseri andıran bir sahne sunuyor. Arka plandaki pencereden görünen aydınlık dış dünya, gölgede kalan Zsofia’nın yüzüyle tezat oluştururken, sahnenin geniş açı transparan katmanında pencere genç kadının yüzünde beliriyor. Bu, hem umut ve yeni bir başlangıcın sembolü hem de karakterin içindeki boşluğun bir yansımasıdır. Ayrıca bu merkezi sahnede pencere çerçevesinin oluşturduğu haç sembolü yüzü bölmektedir. Katmanların çekilmesiyle sorgu odasının darlığı belirginleşir ve sıkışmışlık hissi derinleşir. Rus askerler tarafından sorgulanan genç kadının konuşma yetisi yoktur. Ezilenlerin sesinin duyulmadığı bir dünya, hikâyenin temel çatışmasını oluşturur.

Zsofia

Yeni Bir Hayat

Faşizm’den kaçan Macar Yahudi mimarın Amerikan rüyasıyla başlayan “The Enigma of Arrival” (1947-1952) adlı ilk bölüm adını Giorgio De Chirico’nun aynı adlı sürrealist eserinden ve V. S. Naipaul’un romanından alıyor. De Chirico bu resmi ile tekinsiz bir atmosfer ve izolasyon hissi uyandırır. Sadece bir bölümünü gördüğümüz yelken imgesi, duvarın arkasında fakat göremediğimiz bir deniz olduğunu anlamamıza yarar. Roman ise filmdeki gibi bir göç hikayesi ve algılar üzerinedir.

“The Enigma of Arrival”

Geminin ambar bölümünde geçirdiği yolculuk sonrasında karanlıktan aydınlığa çıkan László ilk olarak Özgürlük Heykeli’ni görür. Sembolik bir imaj olarak ters dönmüştür. Aynı sıralarda karısı Erzsébet’in sesinden László’ya yazdığı mektubu dinleriz. Mektupta Erzsébet, Goethe’den bir alıntı yapar:

“Kimse özgür olduğunu sananlar kadar ümitsizce köleleştirilmemiştir”

Özgürlük yanılsaması üzerine bu söz, filmin genel örüntüsünü oluşturur. Faşizmin ağır ruhsal ve fiziksel darbelerinden kaçıp kendi kültürel kimlikleriyle yeni bir hayat kurmak için geldikleri Amerika onları düş kırıklığına uğratacaktır.  

Modern Minimalist Mimari

Brutalizmin kökeni İsviçre asıllı Fransız mimar Le Corbusier’nin, “béton brut” kavramından geliyor. Ham, işlenmemiş beton anlamına gelen bu mimari yapı malzemesi savaş sonrası yıkılan binaların düşük bütçelerle yeniden inşa edilmesi sürecinde kullanılmış. Daha sonra, 1950-80 arası dönemde, evrilerek önemi artan bilinçli modern minimalist bir üsluba dönüşmüş. Yapı malzemelerini öne çıkaran, işlenmemiş, üzeri herhangi bir sıva ya da renk aracılığıyla örtülmeden inşa edilen bu yapılar vahşi, ilkel ve doğal bir görünüm amaçlar.

Brutalist binalar gibi dayanıklı

Macar mimar Marcel Breuer’den esinlen kurgusal karakter László Tóth travmalarının üstesinden gelebilmek için hayatını yeniden inşa etmeye çalışırken tıpkı brutalist üslupla yaptığı binaları gibi dayanıklı, sert, doğrucu bir karakter çiziyor. Yaşadığı sert koşullara karşı direnç gösterirken aldığı yaralar, Erzsébet’e karşı kırıcı ve zorlayıcı olmasına da neden oluyor.

Filmde uzun yıllardır Amerika’da yaşayan kuzeni rolündeki Attila asimilasyonun göstergesidir. Birbirini çok özleyen iki kuzenin ilişkilerindeki kırılma noktası László’nun asimilasyona karşı direncinin temsilidir.

Otobüs sahnesinde sıkı sıkıya tutulmuş çantalar, mülkiyete verilen değerin güvensizlik hissini arttırdığını simgeler.

Modernizmin şok etkisi

Amerika’nın modern brutalist mimariyle ilk karşılaşmasında yarattığı şok etkisi iş insanı Harrison Lee Van Buren karakterinde vücut buluyor.  Anne figürünün ölümü iş insanının yüzünü geleceğe çevirmesini ve modernizmi kabullenişini sembolize ediyor. Amerika’nın zengin ama entelektüel anlamda sığ iş insanı Van Buren Avrupa’da önemli bir mimar olduğunu öğrenince Bauhaus eğitimli László Tóth’a hayranlığı artıyor. Annesine ithaf ettiği ve içinde şapel de bulunan Van Buren Enstitüsü projesi için teklifte bulunuyor. Fakat tüm gelirine mal olsa da sanatından ödün vermeyen tavrı ve kararlılığı patronun sanatçıya karşı öfkesini arttırıyor, Tecavüz, boyun eğmeyen sanatçıya bedelin en ağır şekilde ödetildiğinin bir göstergesi.

Mermer Ocağı

Bu sahnede Mermer dağı ve ocağı gerilimi arttıran güçlü bir metafor.  Mermer, sertliği ve kırılganlığının yanı sıra tarihsel bir hafızaya da işaret eder. László, bedeninde ve ruhunda uğradığı erozyona rağmen tutkuyla bağlı olduğu binasını bitirebilmek için dayanıyor.

Farklı engellerle bir türlü bitmek bilmeyen inşaat sürecindeki kırılma noktaları aynı zamanda Holokost kurbanı brutalist sanatçının kırılganlıklarıyla da örtüşüyor.

László Tóth’un toplama kampındaki hücresinden esinlenerek yaptığı Van Buren Enstitüsü’nün inşa süreci sanatçının yaşamıyla üretimi arasındaki ilişkiye bu bağlamdan yaklaşmamıza da yardımcı olur.

Harrison Lee Van Buren’le ilk zamanlarda geçen diyaloğunda “Benim binalarım Tuna nehrinin kıyısından akan erozyonlara dayanacak şekilde tasarlandı” diyerek açıklamaya çalıştığı mimar olma nedeni, ailesiyle maruz kaldıkları asimilasyona karşı direnç oluşturan sağlam karakteristik yapısıyla bütünleşiyor.

Koltuk değneği

Savaşta kıtlıktan dolayı kemik erimesi hastalığına yakalanan ve bacakları tutmayan Erzsébet fiziksel durumunun aksine ailenin dramında koltuk değneği görevini üstleniyor.

Amerika’dan umudu kestiklerinde tek çözümmüş gibi sunulan İsrail’e yerleşme düşüncesi ve hayata geçirilmesi filme gölge düşürüyor. Film Filistin’de yaşanan trajediye saygısızca, hatta provokatif bir perspektiften yaklaşırken sorunlu bir alana savruluyor. Önce ezilenler üzerinden meşru zemin yaratırken başka bir halkın yaşadığı acıların üzerinde tepiniyor.

Epilog (son söz) bölümü 1980 yılında ilk Venedik Mimarlık Bienali ile başlıyor. Tıpkı açılıştaki gibi Zsofia sahnede; fakat bu sefer sesini kazanmış. Kudüs’e yerleştikten sonra tüm acıların sona erdiği ve sesine kavuştuğu vurgusu, László Tóth’un retrospektif sergisindeki konuşmasıyla gözümüze sokuluyor.

The Brutalist gerçek dünyanın kurgusal karakteriyle 1980’e yılına kadar gelebildi. 2025’i içine alan bir devam filmi düşünmezler mi acaba. Bugünün dünyasında Zsofia ancak kendi topraklarında sesi çıkamayan Filistinli genç bir kadın olabilir.

Güçlü oyunculukları ve kurgusuyla başarılı bir yapım olsa da ideolojik olarak sıkıntılı, hatta provokatif bir film. László Tóth rolündeki başrol oyuncusu Adrien Brody daha önce Piyanist’le Oscar’ı evine götürmüştü. Bu yıl da en yakın aday gibi görünüyor. Ancak Ken Loach’un Ekmek ve Güller filminde de hayranlıkla izlediğimiz oyuncunun bu propaganda filminde yer alması üzücü.

The Brutalist, diyaloglarda ve görsellerde yapay zekâ kullandığı ve mimarlar tarafından brutalizmin yanlış algılanmasına neden olduğu için bolca eleştiri aldı. Bu eleştiriler önemsiz fakat yaşanan insanlık suçunu hiçe sayan tavrı hayal kırıklığı yaratıyor.

Kırmızı Çizgi

Sinema böylesi bir propagandanın aracı olarak kullanıldığında damağımızda daha acı bir tat bırakıyor. Üstelik insanlığın utanç kaynağı olan bir döneme yani kırmızı çizginin olduğu yere çekilerek yapılıyor.

Dün mağdur olanlar, bugün gücü ellerinde tutarken geçmişin çığlıklarıyla sesi duyulmayanları bastırıyor.