İstanbul Şehir Üniversitesi'nin yahut kısaca ŞEHİR'in durumu herkesin malûmu.
11 Ekim 2019 tarihinden (Halkbank'ın üniversitenin bütün hesaplarına ihtiyati haciz koydurmasından) bu yana ŞEHİR ve yaşadıkları hakkında sayısız haber ve yorum çıktı, televizyon tartışmaları yapıldı. Bütün bu süreçte neredeyse söylenmedik söz kalmadı. Son haftalarda bizzat siyasi aktörlerin müdahil olmasıyla birlikte tartışma yeni bir boyut kazandı ve başka bir mecraya kaydı. 10 yıllık birikimi, 7 bin öğrencisi, 700 çalışanı ile üniversitenin kendisi ise bir süre sonra unutulmaya; yaşanılan süreç kanıksanmaya ve neredeyse kabullenilmeye başlandı. Ve nihayet beklenen oldu: geçen Perşembe günü (19 Aralık) Yükseköğretim Kurulu tarafından ilgili mevzuat hükümlerince 'kayyım' atandı; üniversiteyi belli bir süre garantör üniversitenin (Marmara Üniversitesi'nin) yönetmesine karar verildi.
Bundan sonrası meçhul; ne olacağını zaman gösterecek.
Bu süreçte en baştan itibaren yapılan tartışmaların gidişatına ve bugün geldiği noktaya karşı bir itiraz olarak kaleme aldığım bu yazıyı, ŞEHİR'in hasbelkader kurucu rektörlük (2008-2011) vazifesini yapmış, harcanan emeği ve on yılın sonunda meydana gelen akademik birikimi görmüş bir öğretim üyesi olarak kaleme almak gereğini duydum. Bu vesileyle ŞEHİR'in on yıllık hikayesini de özetlemiş olacağım.
Vakıf üniversiteleri: Genel bir bakış
Türkiye'de vakıf üniversiteciliği (Bilkent'in istisnai durumunu saymazsak) yaklaşık olarak bir çeyrek asırlık bir tecrübeye sahip. Bir yandan yükseköğretimde çeşitliliğin sağlanması (ve bunun rekabet ve kalite getirmesi) amacıyla; diğer yandan devletin yükseköğretim alanındaki mali yükünün bir kısmını üstlenmek ve yükseköğretim finansmanı için farklı bir model denemesi olarak kuruldular. Bu amaçla devlet o günden bugüne (arazi tahsisi ve mali yardım gibi) bir takım teşviklerde bulunmaya devam etti.
Kamuoyunda bazen "çok sayıda açıldığı" iddiası dile getirilse de vakıf üniversiteleri halen bütün öğrencilerin yaklaşık yüzde 15'ini okutmakta. 2030 yılına kadar her yıl 1,200,000 (ve sonrasında 1,000,000) gencin 18 yaşına basacağı (2 yıllık veya 4 yıllık, mesleki-teknik veya genel yükseköğretim talep edeceği küresel dünyada) vakıf üniversitelerininTürkiye'de uzun vadede önemi azalmayacak bir kurum olacağı anlaşılmaktadır.
Türkiye'de her uygulamada olduğu gibi vakıf üniversiteleri arasında da başarılı örnekler var, başarısız örnekler var. Başarılı örnekler açısından bakıldığında ilk kuruluş amaçlarının büyük ölçüde gerçekleştirildiğini gözlemleyebiliyoruz. Herhalde bundan sonra yapılması gereken, Türkiye'nin yarınlarını düşünerek, iyi örnekleri daha da teşvik etmek, başarısız örnekleri ise düzeltmeye çalışmak olmalıdır.
İnsanı, toplumu, doğayı anlamak için kuruldu
Kuruluş ruhsatını 2008'de, ilk öğrencilerini ise 2010'da alan ŞEHİR, gerçek bir vakıf üniversitesi olarak doğdu. Sosyal bilimler alanında zaten alternatif bir üniversite gibi faaliyet gösteren Bilim ve Sanat Vakfı'nın 25 yıllık birikimi üzerine, Türkiye yükseköğretim hayatına yeni bir soluk yahut farklı bir ses getirmek amacıyla kuruldu. "İyi, Doğru ve Güzeli aramak; İnsan, Toplum ve Doğayı anlamak", misyonuyla kurulan ŞEHİR'in iki yıllık hazırlık süreci yoğun bir atölye faaliyetiyle geçti: Bir yandan dünya ve Türkiye'deki farklı örnekler incelendi, raporlar yazıldı. Diğer yandan, Türkiye'de yükseköğretim alanında çeşitli kademelerden ve alanlardan, 250'ye yakın uzmanla yuvarlak masa toplantıları yahut beyin fırtınaları yapıldı. Ve bütün bu birikim üzerine; çağdaş üniversitenin, eğitim, araştırma ve topluma hizmet olarak tanımlanan üç temel fonksiyonu da gözetilerek yapılan bir dizaynla ŞEHİR 'inşa' edildi.
ŞEHİR'in en baştan itibaren belli başlı hususiyetleri yahut 'alametifarika'ları oluştu. Birkaç örnek vermek gerekirse:
- Yabancı dil eğitimine özel bir önem verildi. (Örneğin, e-YDS Raporuna göre ŞEHİR mezunlarının YDS puan ortalaması vakıf üniversiteleri arasında dördüncüdür.)
- Mühendislik'ten İşletme'ye, Hukuk'tan İlahiyat'a bütün öğrenciler ilk yıllarında uygarlık tarihinden sanata, felsefeden matematiksel düşünmeye kadar bir dizi ders görürler. Sonra kendi branş eğitimlerine devam ederler.
- Farklı fakülte yapıları oluşturuldu. Örneğin, klasik Fen-Edebiyat ve İİBF ayrımı yerine; tarih ve felsefeyle siyaset bilimi ve uluslararası ilişkileri aynı bünyede buluşturan İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi kuruldu.
- Kalite süreçlerine en başından itibaren özel bir önem verildi. Nitekim, Yükseköğretim Kalite Kurulu'nun 4 yıllık dış değerlendirmesi 2019 yılında en iyi neticeyle tamamlanmıştır.
- ŞEHİR kurulduğu günden itibaren bilimsel proje performansı açısından da başarılı bir üniversite oldu. TÜBİTAK'ın her yıl yayınladığı Girişimci ve Yenilikçi Üniversite İndekslerinde en iyiler arasında yer aldı.
- ŞEHİR Kütüphanesi ise üniversitenin kendisinden de daha ileri bir noktaya geldi. Vakıf üniversiteleri arasında öğrenci başına düşen basılı yayın sayısı bakımından dördüncü olan ŞEHİR kütüphanesinin asıl zenginliği ise, başta Taha Toros koleksiyonu olmak üzere, Fuat Köprülü, Şerif Mardin, Kemal Karpat, Talat Sait Halman gibi üstatların çok zengin arşivini içeriyor olmasıdır.
- Bütün bunları birleştiren özellik ise baştan itibaren 'uluslararasılaşma' hedefi oldu. Her bakımdan uluslararası bir üniversite oluşturulmaya çalışıldı. Bir örnek vermek gerekirse, şu anda 87 farklı ülkeden gelen uluslararası öğrencilerin oranı yüzde 15 civarındadır. Ayrıca, Türkiye'de en fazla Erasmus hibe desteği alan birkaç üniversiteden biridir.
Öğrenciler ilk 5'te, ilk 3'te ve 1'inci…
Harcı iyi karılan ŞEHİR'in on yıllık bir sürecin sonunda geldiği noktada önemli başarılara imza attığını, kuruluş amaçlarına uygun olarak yükseköğretim hayatımıza yeni bir soluk getirdiğini görebiliyoruz. Hepsi birbirinden değerli akademisyenlerin başarılarını ölçmek de burada sıralamak da epey zor. Bunlar üniversitenin web sitesinden yahut google akademik benzeri platformlardan izlenebilir. Burada sadece öğrenciler bakımından birkaç niceliksel örnek vermek gerekirse, ŞEHİR öğrenci ve mezunları, farklı alanlarda yapılan KPSS, ALES, ÜDS, YÖKDİL sınavlarında Türkiye'deki tüm üniversiteler arasında ilk ona, belli branşlarda ise ilk beş ve ilk üç arasına girmektedir. Örneğin, 180'nin üzerinde üniversitenin mezunlarının girdiği KPSS'de, ŞEHİR mezunları (2018 verilerine göre):
ALES'te ise ŞEHİR mezunları 2018'de vakıf üniversiteleri arasında birinci, tüm üniversiteler arasında ise dördüncü sıraya yerleşmiştir. Bu bakımdan ŞEHİR'in öğrenci memnuniyet anketlerinde en iyi üniversiteler (A+) arasında olması, veri toplanan 172 üniversite arasında 14., vakıf üniversiteleri arasında ise 8. sırada olması şaşırtıcı olmasa gerektir.
Bütün bunların tesadüf olması mümkün olabilir mi?
Bir 'dedektiflik' hikayesi!
Şimdi madalyonun diğer yüzüne bakalım: Akademik alandaki bu başarıların yanı sıra, ŞEHİR bu on yıl boyunca önce 'mekan' ve sonra 'mali' sorunlarıyla uğraşa durdu. Ben burada, bütün ayrıntıları ve belgeleri üniversite yönetiminin açıklamalarında mevcut olan bu çok kompleks -ve bazen tabir caizse bir dedektiflik hikayesi gibi gelişen- süreci ancak çok genel hatlarıyla özetlemeye çalışacağım.
Çoğu vakıf üniversitesine yapıldığı gibi ŞEHİR'e de 2009 yılında bir kampüs arazisi tahsis edildi: Kartal-Dragos'taki eski Tekel Fabrikası. Ancak 2009'dan 2016'ya kadar olan sürede; Kartal Belediyesi ile Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) dahil bazı meslek kuruluşlarının açtığı bir dizi dava nedeniyle, Dragos kampüs alanında herhangi bir inşaat veya eğitim faaliyetinde bulunulamadı. Eğitim-öğretim Altunizade bölgesinde kiralanan mekanlarda sürdürüldü.
Tahsis işlemi baştan itibaren Maliye Bakanlığı (ve ona bağlı Özelleştirme İdaresi) uhdesinde yürümüştü. Mayıs 2014'ten itibaren ise Şehircilik Bakanlığı üzerinden başka bir süreç işlemeye başladı. Söz konusu arazinin konut ve ticaret işleviyle imara açılması çalışmaları başlatıldı; hatta Emlak Konut tarafından Eylül 2014'te kısmi ilana çıkıldı.
Aralık 2014'te ise söz konusu davalardan birinin sonucu olarak tahsis işlemi Danıştay'ca iptal edildi. Bu hukuki durum üzerine, Özelleştirme Yüksek Kurulu, yeni bir tahsis işleminin de iptalle sonuçlanacağı gerekçesiyle ve 2010 yılında çıkmış bir yasa maddesine istinaden, "eğitimde kullanılmak şerhini tapuya işleyerek" arazinin üniversiteye devrini gerçekleştirdi (Mayıs 2015).
Bu sırada, arazinin imara açılması çalışmalarını farkeden Kartal Belediyesi de üniversiteye karşı eski katı tutumunu değiştirerek, ülkemizin önemli bir endüstri mirasını koruma ve sürdürülebilir kılmayı hedefleyen kampüs inşaatıyla ilgili izinleri vermeye başladı.
Ancak, tam da bu aşamada, üniversite önemli bir yönetim sorunu ile karşılaştı ve bu defa da mali sorunlar başladı. 2015 Sonbaharında yaşanan "bir rektör atama krizi" sonrası, en başından itibaren ŞEHİR'in mali sponsorluğunu üstlenen (kurucu vakfın kurucularından ve üniversitenin bir dönem mütevelli heyet başkanlığını yürüten) Murat Ülker -tedrici bir şekilde- çekildi (Haziran 2016).
Ağır kiralarla yükümlü üniversite yönetimi ise bir an önce kampüs altyapısı ve inşaatını tamamlayıp eğitime başlayabilmek için Halkbank'tan (300 milyon TL) yatırım kredisi kullandı.
Böylece 2016 yılında başlanan kampüs inşaatı hızlı bir şekilde tamamlanarak, 2017-2018 akademik yılında eğitim-öğretime Dragos'ta başlandı. (Kampüsteki altyapı ve inşaatın karşılığı -bugünkü dolar kuru üzerinden hesaplanarak- 500 milyon TL tahmin edilmektedir.)
Ancak, tabir caizse, ağız tadıyla oturabilmek yine nasip olmadı. TMMOB tarafından açılan yeni bir dava süreci sonunda devir işlemi Danıştay tarafından iptal edildi. Halkbank ise bu durumu gerekçe göstererek, bütün krediyi geri çağırdı (Nisan 2019). Üniversite yönetimi yüzde 94 doluluk oranına sahip bir kurum olarak borcunu ödeyebilecek kapasitesi olduğunu belirtti ve ısrarla yeniden yapılandırma talep etti. Lakin, ödeme planında bir uzlaşma sağlandıktan bir-iki gün sonra, Halkbank ani bir kararla üniversitenin tüm banka hesaplarına tedbir koydurdu (Ekim 2019). Hem de -üniversiteye ait olmayan- Erasmus, TÜBİTAK ve AB fonları dahil olmak üzere. O günden bugüne çalışanlar maaşlarını, öğrenciler burslarını alamıyor, araştırmacılar fonlarını kullanamıyor.
Halkbank'ın 'felç' harekâtı
Halkbank'ın (uzmanların belirttiğine göre bankacılık piyasasının işleyiş mantığını hiçe sayarak yahut izah edilemeyen sebeplerle) önce borç yapılandırma tekliflerini görmezden gelmesi ve sonra ani haciz kararıyla üniversiteyi 'mefluç' hale getirmesi zihinlerde soru işaretleri yarattı. Gelinen bu noktayı bankacılık sektörünün mantığıyla izah edemeyenler, tabii olarak arka planda başka bir mantık aramaya başladılar.
Kamuoyunda ve medyada bu durumun, ilgili mevzuata göre üniversiteye kayyım atanabilmesi için gerekli yasal şartların oluşturulmaya çalışıldığı bir operasyon olduğu intibaı yaygınlaştı. Farklı kaynaklar tarafından, ŞEHİR'e karşı bu eylemin üç farklı sebebinin yahut 'lobi' faaliyetinin sonucu veya hepsinin birleşimi olduğu iddaları öne sürülüyor.
- (Kurucu vakfın kurucularından) Ahmet Davutoğlu'na karşı rövanşist bir hamle olduğu iddiası.
- Araziyi imara açmak yahut iktidara yakın bir gruba vermek için yapıldığı iddiası.
- Mevcut kimliği, öğrencileri, akademisyenleri, müfredatı, araştırma ve yayınlarıyla ŞEHİR'in belli çevrelerce fazla 'özerk' addedildiği; ve bu nedenle, bu farklı örneğin bir an önce 'vasatlaştırılmaya' yahut 'buharlaştırılmaya' çalışıldığı iddiası.
Bir yandan bu iddialar dile getirilirken, özellikle medyadaki tartışmalarda üniversiteye karşı çeşitli suçlamalar yapıldı. Üniversite yönetimi de bu suçlamalara karşı cevaplar verdi. Bu süreçte kamuoyunda da farklı kesimlerden lehte veya aleyhte bir dizi değişik tepki geldi. Aleyhte olanlar tarafından 'gıyaben' yargılamalar yapıldı ve peşin hükümler verildi; ve çoğunlukla 'ama'lı cümleler kurularak olay meşrulaştırılmaya çalışıldı. Birkaç örnek vermek gerekirse,
Ahmet Davutoğlu veya Mütevelli Heyeti başkanları; bunların eylem ve söylemleri nedeniyle,
- Muhalefet partilerinin veya bazı sivil toplum kuruluşlarının destek mesajları nedeniyle,
- Kurucularının "muhafazakar/İslami camia"dan olması gerekçesiyle,
- Bir kaç öğretim üyesinin eylem veya söylemleri (veya twitter mesajları) nedeniyle,
- "Siz de zamanında bizim için ses çıkarmadınız ama" diyerek,
- Diğer bazı vakıf üniversitelerinin kötü uygulamalarına kızıp toptan mahkum ederek,
- Ve belki son olarak, Dragos kampüs arazisi ile ilgili tartışmalar üzerinden…
ŞEHİR hakkında bu şekilde bir dizi 'idam hükmü' verildi.
Bir büyük haksızlık
Bütün bunların, baştan beri hikayesini anlatmaya çalıştığım bir üniversite olarak ŞEHİR için, haksızlık olduğunu düşünüyorum; on yıllık akademik birikime, 7 bin öğrenciye, 700 çalışana, 3 bin mezuna büyük bir haksızlık.
Mesela, arazi ile ilgili tartışmaları ele alalım. Bir an için arazi lobisi iddialarının doğru olduğu yahut kamu vicdanının tahsis/devir işlemini uygun bulmadığı varsayımından kalkarak soralım: Velev ki kamu otoritesi kararını değiştirecek, araziyi geri isteyecektir; peki ama üniversiteyi itibarsızlaştırmak, çalışamaz hale getirmek, hatta -şayialar doğruysa- yok etmeye çalışmak niye? Bir üniversitenin kaderi arsasının kaderi mi olmalıdır?
ŞEHİR yukarda belirttiğim başarıları, özellikleri, akademik kimliğini (son 1,5 yıldır yaşadığı) Dragos kampüsü nedeniyle mi kazanmıştır?
ŞEHİR, bu on yıllık sürecin sonunda (kurucularından da yöneticilerinden de bağımsızlaşarak) tabir caizse kendine özgü bir 'marka' haline gelmiştir. Ne şudur ne budur, ne şu kişi ne bu kurumdur. Hocaları, öğrencileri, eğitim sistemi, araştırmaları, tezleri, yayınları, kütüphanesi ile uluslararası bir üniversitedir. Türkiye'nin bir değeridir.
Bu akademik 'model'in yahut 'iklim'in yok olmasına nasıl bu kadar kolay izin verilebilir?..
Kırşehir örneği
Şu anda kamuoyunda oluşan şayialara uygun olarak, ŞEHİR bu yeni başlayan sürecin soucunda 'vasatlaştırılır' yahut 'buharlaştırılır' ise, bunun iki alanda sonuçları olabileceğini tahmin etmek güç değildir.
Bir kere, bu olay Türkiye üniversite tarihinde bir ilk olacaktır. Malum, Türkiye üniversite hayatı 20. yüzyıl boyunca çok badire atlatmış, özellikle akademisyen takımı farklı dönemlerde devletten -en hafif tabiriyle- bol şamar yemiştir. Bu manada 1930'lardan bugünlere neredeyse istisnai bir dönem yoktur. Yaşananların hikayesi, ayrı bir yazıda anlatılabilecek kadar uzun ve hayli hazindir. Ancak ŞEHİR örneği her bakımdan bir ilk olacaktır. Bu 'topyekun' hamlenin Türkiye'de genellikle siyasi kamplar üstü işleyen 'devlet aklı'na yeni bir repertuar açmak bir yana; özellikle vakıf üniversiteleri için her bakımdan bir dönüm noktası olacağı muhakkaktır.
İkinci olarak bu olay Türkiye siyasal hayatında bir ilk olacaktır. Ve büyük ihtimalle Kırşehir örneğiyle kıyas edilecek, Kırşehir örneği gibi dünya durdukça tarih kitaplarında anlatılacaktır.
"Kırşehir Olayı"nı kısaca hatırlatmak gerekirse, 1954 genel seçimleri sonrasında, muhalif Osman Bölükbaşı'ya oy verdiği gerekçesiyle şehir, Demokrat Parti iktidarı tarafından ilçeye çevrilmiştir.
Tabii haklı olarak şu soru sorulabilir: En cevval Menderes-perestlerin bile izah edemediği yahut savunamadıkları Kırşehir örneği, ŞEHİR örneğiyle kıyas edilebilir mi? Kırşehir'e yapılan muhtemelen 'manevi' bir cezaydı; örneğin vali, kaymakam oldu veya mali imkanlar azaltıldı, vb.
ŞEHİR ise… Baştan beri yazılanlar ışığında lafı daha fazla uzatmaya gerek var mı?!..
Sözün özü, ŞEHİR'e ve bütün bu akademik birikime yazık olmasın; bir formül bulunmasına imkan verilsin.
ŞEHİR'in kayyım ya da garantör altında değil, kendi kimliğiyle yaşamasına izin verilsin!
ŞEHİR, Kırşehir olmasın!..