Öncelikle, Türkiye’de kamuoyu araştırmalarının yoğun bir şekilde yapılmaya başlandığı 90’lı yılların başından beri, değişmeyen sorunlar arasında “hayat pahalılığı”, “geçim sıkıntısı” ve “işsizlik” gibi tanımlarla ifade edilen “ekonomik sorun” en önde yer alır. “Ekonomik sorun”un arkasından ifade edilen sorunlar (“Kürt sorunu”, “terör sorunu”, “eğitim”, “sağlık” vb.) ise konjonktüre göre değişir. Yakın zamanlara kadar en önemli sorun olan “ekonomik sorun” ile bu “ikincil” sorunlar arasındaki oransal fark radikal olmazdı. Ancak son yıllarda, “ekonomik sorunlar” ile peşinden gelen sorunlar arasındaki fark adeta uçuruma dönüştü.
ADAMOR Toplum Araştırmaları Merkezi’nin “Türkiye Endeksi Gündem Araştırması” 2024 Aralık verilerinde de görüldüğü gibi, artık kronik bir şekilde, yüzde 60’tan daha yüksek bir oranda bireyler “ekonomik” sorunlarla adeta bütünleşmiş durumdalar. Bu arada karşılaştırma yapmak için bir örnek verelim: Bütün dünyada yükselen aşırı sağ, popülist ve ırkçı söylemelere benzer şekilde, Türkiye’de de “mültecilerden” kamusal alanda radikal ifadelerle şikâyet edilse de, bu sorun yüzde 10’un altında dile getiriliyor.
“En önemli sorun” ifadesi bir karşılaştırma ya da görelilik içerir. Ancak vatandaşların ekonomiyi değerlendirmek için dile getirdikleri görüşler daha sabit hatta “keskin” bir tespit içeriyor. Toplamda yüzde 70’lere yakın bir kesim, istikrarlı bir şekilde, Türkiye’nin ekonomik durumunu çok kötü ya da kötü olarak değerlendiriyorlar.
Aynı zamanda, kapalı kapılar arkasında “uzun sürdüğü” söylenen tespit çalışmaları sonunda ortaya çıkan asgari ücretin açlık sınırının bile altında kaldığı (toplumun yarısından çoğunun en az 30 bin lira olması talebinin duyulmadığı), kirada oturanların yarısının toplam hane gelirlerinin en az yarısını kiraya verdikleri bir ortamdayız.
Ancak gene uzun zamandır, “sosyal sınıflar” ya da “sınıf mücadelesi” gibi kavramlar meşruiyetini kaybetmiş bir söylem niteliği taşıyor. Türkiye’de modernleşme politikalarında özellikle arka plana itilen “sınıf” kavramı, dünya çapında neoliberal ekonomi politikalarının kazandığı güçle birlikte kamusal alanda sadece çok sınırlı sol grupların söylemine sıkıştı. Türkiye’de özellikle 70’li yıllarda toplumsal hareketlerin ve muhalefet dilinin merkezinde yer alan sendikal/sınıf mücadelesi bugün artık yok. Bunun yerine, içinde çeşitli popülizmleri de barındıran etno-milliyetçilik, din, etnik haklar, beden, çevre gibi “post-materyal” ya da “kültürel” yeni sosyal hareketler toplumsal aktörlerin ifade ve mücadele araçları oldu.
Ancak, bir “sınıf adına”, “sınıf için” mücadeleler geri çekilmiş olsa da bu durum “sınıf”ın ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. ADAMOR Toplum Araştırmaları Merkezi’nin aboneleri için yaptığı araştırmada, kamuya açık olan “Toplumsal barış” bölümünün verileri, Kürt sorununa dair yeni bir “çözüm süreci”nin konuşulduğu bir dönemde, “sınıf”ın varlığına, taşıdığı yoğun “duygu”ya ve bu duygunun “potansiyeli”ne dair çok önemli ipuçları taşıyor.
Sosyal adalet ve “sınıf” duygusu
Araştırmada yer alan vatandaşların hissettikleri sınıfsal farklılaşma ve buna bağlı olarak “sosyal adalet” konusundaki gözlemlerini yansıtan “Mahkemeler, polisler zengin veya fakir olmanıza göre farklı muamele yapıyorlar” önermesine yüzde 69 gibi yüksek bir oranda katılım söz konusudur.
Bir ülkede “adaletin” geçerli olması için en önemli unsurlardan biri olan hukuk ve güvenliğin vatandaşlar nezdinde eşit olarak uygulandığına dair bir kabulün, en azından bir “imajın” olması gerekir. Ancak Türkiye’de bunun gerçekleşmediğine dair çok güçlü bir kanı olduğu anlaşılıyor.
Araştırmanın “toplumsal barış” bölümünün birçok temasında görüldüğü gibi, siyasal parti aidiyetlerine göre bakıldığında DEM Parti ve CHP seçmenlerinin diğer partilere göre önemli bir ayrışma içinde olduğu anlaşılıyor. Bu iki seçmen grubunda söz konusu önermeye katıldıklarını belirtenlerin oranları oldukça yüksektir (yüzde 80 ve yüzde 79,5).
AK Partililer arasında bu önermeye katılmayanlar en yüksek oranda (yüzde 48) ama katılanların oranı (yüzde 46), iktidar parti tabanının da eşite yakın bir oranda bölünmüş olduğunu gösteriyor.
Siyasi kimliğini “sosyalist” olarak tanımlayanlarda bu ifadeye katıldıklarını belirtenlerin oranı yüzde 93,5 gibi çok yüksek bir orana sahiptir. Araştırmanın birçok temasında “sosyalistlerin” simetrik karşılığı olarak belirginleşen “İslamcılar” arasında önermeye katılmayanlar yüksek oranda (yüzde 35) olsa da, bu kesim arasında da yüzde 61’lik bir kesimin “zengin-fakir ayrımını” hissettiğini görebiliyoruz.
Araştırmada sunulan “İnsanlar arasındaki yüksek gelir farkı beni öfkelendiriyor” ifadesinin “duygu halinin” bir boyutunu bariz bir şekilde yansıtan önermelerden biri olduğunu anlıyoruz. Katılımcıların yüzde 67’si bu ifadeye katılıyorlar. Eğitim ve gelir düzeyi yükseldikçe, “öfkenin” de artması (sırasıyla yüzde 76 ve yüzde 72), buna karşılık düşük gelir gruplarında göreli olarak düşük (yüzde 61) öfke düzeyi (muhtemelen bir tür kabullenmişlikle birlikte) farklı toplumsal kademeler için önemli bir bilgi veriyor.
Öfke, siyasal parti aidiyetleri bakımından radikal kopuş eğiliminde gene karşımıza çıkıyor. DEM Parti ve CHP seçmenleri arasında yüksek (yüzde 79,1 ve yüzde 75,5) olan “öfke” bize bir bakıma “gelir dağılımı”na dair algının nasıl siyasal algılardan bağımsız olmadığını gösteriyor.
Bu radikal farklı duygular aslında AK Parti “devrimiyle” gerçekleşen sermaye aktarımının yarattığı duygulara da tanıklık ediyor. Yeni durumda, yükselen ve zenginleşen yeni toplumsal kesimlerin kültürel kimliğinin duygularına dair de bilgi edinebiliyoruz. Örneğin “yüksek gelir farkı” konusunda, “İslamcılar” tepkileri en düşük (yüzde 40) kesim olarak dikkat çekiyor. Ancak “öfke” konusunda AK Parti seçmenleri arasında da yaklaşık yarı yarıya bir bölünme olduğunu gösteriyor. Bu seçmenlerin yaklaşık yarısı daha “toz pembe” bir tablo görme eğilimindeyken, diğer yarısı (yüzde 51) diğer seçmenlerle birlikte benzer karamsarlık eğilimleri gösteriyor.
Öfke kendini oldukça net bir şekilde gösterse de toplumun genelinde bu sert duygunun “oyunda kalma” isteğini ortadan kaldırmadığını görüyoruz. “Ekonomik durumum iyi olmadığı için kendimi öteki (dışlanmış) olarak hissediyorum” önermesine katılanların oranı “öfke” hissedenlere kıyasla daha düşüktür. Yüzde 40’lık bir kesim kendisini dışlanmış hissederken, yüksek 58’lik bir kesim de dışlanmış hissetmediğini belirtmiştir.
Bu duygunun Kürtler/Zazalar ve özellikle DEM Partililer arasındaki yüksek oranları (yüzde 54; yüzde 68) göz önünde tutulduğunda, güçlü duyguların nasıl siyasal olarak radikal denilebilecek bir muhalefete evrildiğini ve toplumdaki fay hatlarının nasıl oluştuğunu not etmek gerekiyor.
Ancak burada sendikasızlığın, sosyal politika dilinin kaybolduğu, onun yerine insanların kendi kültürel sermayelerine yöneldiği bir ortamda, düşük gelir ve etnik kimlik mücadelesi benzer düzlemlerde dile gelebiliyor.
Türkiye’de farklı düzlemlerde ve kimlik ilişkilerinde kutuplaşmaların derin olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Ve bu kutuplaşmaların esas olarak kültürel, etnik ya da dinsel (ve seküler) kimlikler arasında tezahür ettiği kabul görür. Ancak araştırmaya yansıyan en güçlü değerlendirmelerden biri, bu kutuplaşmaların arka planında “gelir eşitsizliği”nin olduğuna dair yapılan tespittir. “Gelir eşitsizliği toplumsal kutuplaşmayı artırıyor” ifadesine olan yüzde 84 oranındaki yüksek katılım dikkat çekicidir.
Kıyaslamalı olarak, yüksek eğitim seviyesindekilerde daha yüksek olan bu önermeye katılım oranı, özellikle DEM Parti seçmenlerinde yüzde 97’ye çıkarken, AK Parti seçmenleri arasında en düşük ama gene de dikkat çekici bir düzeydedir (yüzde 69,5).
İdealler, talepler ve umut
Sınıfsal mücadelenin sınırlı sayıda işçi ve sendika hareketiyle görünür olabildiği bir ortam, dar gelirli kesimlerin, çalışanların devletten beklentileri olmadığı anlamına gelmiyor. Araştırmada sunulan “Devlet sürekli geliri olmayan kişilere asgari gelir desteği sunmalıdır” önermesini katılımcıların yüzde 77’si onaylıyorlar.
Erkeklerle karşılaştırıldığında daha kırılgan olan, “erkeklere bağımlı” olan ya da “kadın işsizliği” gibi doğrudan bir soruna maruz kalan kadınlar arasında bu önermeye katılanların oranı (yüzde 81), erkeklerle kıyaslandığında (yüzde 74) daha fazladır. Toplumun genelinde karşımıza çıkan bu talep özellikle yaşlı kuşaklarda, tahmin edileceği gibi düşük gelir (yüzde 79) ve eğitim (yüzde 81) gruplarında ortalamanın üzerinde dile getiriliyor.
Daha düşük gelir ve eğitim seviyesine sahip olan kesimlerin maddi sorunlar karşısında kırılganlıkları ve “dışlanmışlık” duygusu eşliğinde- “desteğe muhtaç” oldukları görülüyor. Ancak bu kesimlerin ideolojik ve siyasal meseleler söz konusu olduğunda daha muhafazakâr tutumlar aldığını, “popülist” politikalarla etkileşimlerinin daha güçlü olduğunu görüyoruz.
Asgari gelir desteği talebi, katılımcılar arasında farklı algı ve tutumları ortadan kaldırmasa da, en çok kabul gören, bir bakıma “ortak” beklentidir. “Siyasal ve muhalif” bir kimlik olarak DEM Parti tabanı ve cari siyaset diliyle göreli olarak en uyumlu görünen bir demografik kesim olarak düşük gelirli kesimlerin tutumlarının ve beklentilerinin de en çok benzediği önerme budur. DEM Partililer “gelir desteğini” en yüksek oranda talep eden seçmen grubudur (yüzde 90). Bu talep, CHP (yüzde 78) ve AK Parti (yüzde 78) seçmenleri için aynı; MHP için daha düşüktür (yüzde 72).
Siyasal kimlikler konusunda da simetrik iki ucun bu önermede birleştiği görülüyor. Sosyalistler ve İslamcılar yakın oranlarda önermeye daha çok katılırken (yüzde 86, yüzde 83); Atatürkçü ve muhafazakârlar da yakın oranlarda daha az katılıyorlar (yüzde 72 ve yüzde 73). Başka bir ifadeyle ekonomik sıkıntılara bağlı olarak dile gelen tutum ve arzular siyasal cemaat aidiyetlerinin ötesine geçmeye neden olabiliyor.
Devlete dönük olarak dile gelen böyle bir iyileştirme talebinin arka planında bir umutsuzluğun da olduğu göze çarpıyor. Örneğin, “Hayatta zengin olmak için annen-baban da varlıklı-başarılı olacak” önermesi katılımcılar tarafından yüzde 62 oranında kabul görmüştür. Bu ifade toplumdaki dikey mobilite (ebeveynlere göre sosyal olarak daha başarılı olabilme) umuduna ya da ihtimaline dair bir fikir veren bu önermeye katılım oranı genel olarak toplumdaki “umutsuzluğun” daha ağır bastığını gösteriyor.
Bu eğilim kadınlar arasında (yüzde 65,5); genç gruplarda (18-24 yaş grubu: yüzde 69) daha barizdir. Düşük eğitim grubundakilere benzer şekilde, asgari ücret düzeyinde geliri olanların önermeye katılma oranının yüzde 57 olduğu göz önüne alınırsa, bu gruplarda gelecek hakkındaki kötümserliğin daha düşük olduğunu söyleyebiliriz.
Beklenebileceği gibi, DEM Parti seçmenleri “varlıklı aile” olmayınca zengin olunamayacağına dair olan inancın en güçlü (yüzde 69,5); AK Parti seçmenleri ise en zayıf (yüzde 53) olduğu seçmen gruplarıdır. Başka bir ifadeyle, DEM Partili seçmenler arasında umutsuzluk en yüksek; AK Partili seçmenler arasında ise en düşük orandadır.
Eğitim, sağlık, sosyal devlet
Ne maddi anlamda ne de emek gücü anlamında sermayesi olan orta sınıfların hayat şartlarını iyileştirmek ve yükselmek için sahip olduğu en önemli sermaye “eğitim”dir ve bu şartı -herkes gibi- sağlayabilmek için “sağlık” en önemli ön koşuldur. Ancak neoliberal bir zeminde bu iki hayati unsurun sağlanması, “doğal olarak” devletin sağlaması gereken bir “sosyal hak” olmaktan çıkmış gibi görünüyor. Bu konuda katılımcıların yüzde 75’i “Paran yoksa iyi eğitim ve sağlık hizmeti almak mümkün değildir” yönündeki önermeye katıldıklarını belirtmiştir.
Bu önerme eşliğinde, devletin vatandaşlarına vermekle yükümlü olduğu sosyal hizmetler fikrinin ya da sosyal devlet fikrinin büyük ölçüde erozyona uğradığını görüyoruz. Başka bir ifadeyle, vatandaşların kendilerini var edebilmeleri, saygı görebilmeleri açısından en temel iki unsur olan eğitim ve sağlık konusunda artık paranın en önemli kıstas haline geldiği anlaşılıyor.
Diğer önermelerdeki ve demografik özelliklere göre karşılaştığımız farklı tutumların radikalleştiği bir ayrışma, burada siyasal parti eğilimlerinde karşımıza çıkıyor. DEM Parti ve CHP seçmenlerinde katıldıklarını belirtenlerin oranları yüzde 91,5 ve yüzde 89 gibi çok yüksek oranlara ulaşırken, AK Parti ve MHP seçmenleri arasında bu oranlar sırasıyla yüzde 54 ve yüzde 56,5’tir. Ancak burada da AK Parti seçmeninin ortadan bölünmüşlüğünü, yani yarıya yakın bir kesimin de “sosyal devlet” olgusunun devreden çıktığını teslim ettiğini görüyoruz.
Bu veriler ışığında, eğitim odaklı başka önermelere katılım oranlarındaki farklılaşmaları okursak, gözlemlediğimiz “kutuplaşma”ya dair ipuçlarını görebiliriz.
Katılımcıların yüzde 69’u “Türkiye'de maddi durumu ne olursa olsun çocukların iyi bir eğitime ulaşabildiklerini düşünüyorum” önermesine katılmamışlardır. Bu oran kadınlarda yüzde 71’dir. 18-34 yaş grubundaki gençler arasında “maddi durumdan bağımsız iyi bir eğitimin olacağına” inanmayanların oranı yüzde 81 gibi oldukça yüksek bir orandır. Doğrudan eğitimde ya da eğitim çağında olanlar böyle bir imkânın olamayacağının daha çok farkındadırlar (yüksek eğitim seviyesindekilerde: Yüzde 82). Bu türden bir algı, aylık geliri göreli olarak yüksek olanlarda, CHP ve DEM Parti seçmenlerinde, Atatürkçü, sosyal demokrat ve sosyalist kimliklere sahip olanlarda daha yüksektir ve yüzde 80’ler bandındadır. Bir karşılaştırma olması bakımından AK Parti seçmenlerinde, muhafazakârlarda ve İslamcılarda bu oran yüzde 50’ler bandındadır.
Benzer bir önerme “Eğitimde başarılı olan herkesin iyi yerlere geleceğini düşünüyorum” ifadesiyle sunulmuş ve bir öncekine kıyasla daha düşük oranda olsa da, gene de yüzde 62’lik önemli bir kesim “eğitimde başarının daha iyi bir yer” için umut vermediğini dile getirmiştir. Gençler arasında gene gözlemlenen yüksek oranlar (örneğin 18-24 yaş grubunda: Yüzde 75) gelecek hakkında umutsuzluğa dair bir fikir veriyor.
Siyasal parti aidiyeti ve siyasal kimlik itibariyle baktığımızda, katılımcıların gösterdiği farklı tutumlar umut ve umutsuzluğun bölündüğünü gösteriyor. Bu “umutlu” yoruma katılmadıklarını söyleyen DEM Parti ve CHP seçmenleri ve kendilerini “sosyalist” olarak tanımlayanlar (yüzde 80-yüzde 74 arası) ile bu grupların simetrik olarak karşı tarafında yer alan AK Parti seçmenleri ve kendilerini “İslamcı” olarak tanımlayanlar (yüzde 39- yüzde % 33 arası) çok net bir biçimde algı farklarına sahiptir. Öte yandan, kendilerini “milliyetçi” ve “muhafazakâr” olarak tanımlayanlar arasında umut oranlarının çok düşük olmadığını, ancak bir bölünme olduğunu da not edelim (sırasıyla yüzde 58 ve yüzde 48).
Umut ve umutsuzluğun büyük ölçüde “siyasal-kültürel bir cemaate” ait olmakla ilgili bir durum olduğu anlaşılıyor. Eğer ait olunan “siyasi cemaat” iktidardaysa genel gidişatın bariz bir şekilde daha olumlu ve umutlu algılanıyor. Buna karşılık, iktidara uzak olanların ruh hali ise çok daha umutsuz görünüyor.
Sınıfsal çözüm?
Araştırmada, “toplumsal hareketler” konusunun yarattığı algı ve düşünceye dair de bir önerme sunulmuştur. Vatandaşların zihnindeki imaj ya da hafızaya dair de bir fikir veren “Çalışanlar haklarını kazanabilmek için birlikte hareket etmeli, sendika vb. örgütlerde bir araya gelmeli” önermesine katılım yüzde 82 gibi yüksek bir orandadır.
Bu tutum bütün yaş gruplarında güçlü bir şekilde dile getirilirken, dikkat çekici bir şekilde özellikle eski kuşaklarda çok daha barizdir. Özellikle 80’lerle birlikte neoliberal ekonomi politikaların hâkim olduğu bir dönemde, örgütlenme konusunda getirilen kısıtlama ve caydırıcı önlemler eşliğinde “sendikasızlaşma” eğiliminin güçlendiğini, dolayısıyla bu tecrübeye sahip eski kuşaklara kıyasla, bu kültüre sahip olmayan genç kuşaklarda eğilimin düştüğünü gözlemleyebiliyoruz.
Yüksek eğitim seviyesine sahip olanlarda “mücadele” fikrine katıldıklarını belirtenlerin oranı (yüzde 85) daha fazlayken, bu oran düşük eğitim seviyesine sahip olanlarda (yüzde 79) daha azdır. Ancak yukarıdaki farklı önermelerde daha muhafazakâr eğilimler gösteren düşük gelir düzeyindeki kesimde, mücadele fikri yüzde 87 gibi yüksek bir orana ulaşıyor.
DEM Parti ve CHP seçmenlerinde örgütlenme yönündeki tutum diğer gruplara göre daha yüksektir (yüzde 93 ve yüzde 86,5). MHP seçmenleri arasında da örgütlenmenin önemi dile gelse de bu oran diğer parti tabanlarına kıyasla daha düşüktür (yüzde 70).
Siyasi kimliğini sosyal demokrat olarak tanımlayanlarda ifadeye katıldıklarını belirtenlerin oranı (yüzde91) daha fazlayken, en düşük oran kendilerini İslamcı olarak tanımlayanlar arasındadır (yüzde 72).
Oranlardaki farklılaşmaya rağmen, kavram olarak kamusal alanda güçlü olmasa da bütün toplumsal ve siyasal kesimler tarafından dile getirilen mücadele fikrinin sınıf olgusunun varlığına işaret ettiğini söyleyebiliriz.
Kısaca araştırma verilerini özetleyecek olursak, Türkiye’de çok ciddi bir sınıf ve sosyal adalet meselesi olduğu anlaşılıyor. Bu bizzat toplumda yaşayan bireyler tarafından hissediliyor. Ancak kuşkusuz 12 Eylül 1980 askeri darbesinden beri sürdürülen baskıcı politikalarla desteklenen neo-liberal politikaların ele geçirdiği söylem eşliğinde, sendikacılık ve sınıf temelli mücadelenin meşru zemini marjinal kalıyor. Kuşkusuz böylesine bir mücadelenin meşruiyet alanının genişlemesi için, diğer mücadele alanlarıyla (toplumsal cinsiyet, Kürt etnisitesi de dahil olmak üzere toplumdaki farklı kültürler, çevre meseleleri vb.) kesişim içinde kendini çoğaltabilmesi gerekiyor.
Ferhat Kentel kimdir?Ferhat Kentel, Art Venue İzmir – AVİ’nin bir bileşeni olarak, bir araştırma ve sivil toplum girişimi olan Sosyoloji Dükkanı Derneği’nin kurucusudur. 2023 Ekim ayından beri yarı zamanlı olarak Yaşar Üniversitesi’nde dersler veriyor. Açık Radyo’da, mülteci hakları konusunda içerik üreten “Hüsnükabul” adlı programı hazırlıyor. 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde ve kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. 2020’den 2024’e kadar kuruluşunda yer aldığı bir vakfın genel koordinatörlüğünü yürüttü. Ortak çalışma ürünleri olan Euro-Türkler, milliyetçilik, Ermeniler ve kır mekanları üzerine araştırma kitapları yayınlandı. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde gündelik hayat ve duygu sosyolojisi alanlarında, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. |