Eylül Görmüş

10 Ekim 2024

Kâğıt kesiği gibi içe işleyen, yumruk gibi vuran metinlerin yazarı Han Kang

Bu yıl Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Han Kang hikâyelerinde odağını insandan uzaklaştırmayan, kişisel olandan kopmayan, tarihin sessizliğinde yitip gitmiş tekil insanların fısıltılarını bugüne aktaran bir yazar. Duru ve mesafeli diliyle eserlerinde tutturulması zor bir denge tutturuyor ancak asla duygusuz değil. Kâğıt kesiği gibi içimize işleyen, yumruk gibi vuran metinler kaleme alıyor

Nobel Komitesi yine şaşırttı ve 2024 Nobel Edebiyat Ödülü’nü, tahminlerde adı hiç geçmeyen bir yazara, Güney Koreli Han Kang’a takdim etti. Ödül son iki yıldır Avrupalı yazarlara verildiği için bu sene Asya’ya gideceği ve bir kadın yazara verileceği tahmin ediliyordu. Dolayısıyla bahislerde bu iki kriteri de karşılayan Çinli yazar Can Xue’nin adı öne çıkıyordu. Fakat komite, beklenmedik bir kararla, daha önce Uluslararası Booker Ödülü, Prix Mėdicis ve Prix Femina da dahil olmak üzere çok sayıda prestijli ödüle layık görülen ancak yaşı genç olduğu için (oysaki Rudyard Kipling ödülü aldığında 41 yaşındaydı!) kazanmasına pek ihtimal verilmeyen 53 yaşındaki Han Kang’ın ismini açıkladı. Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan 18. kadın yazar olan Kang, aynı zamanda ödüle layık görülen ilk Güney Koreli yazar unvanını da elde etti.

Han Kang

Komite, ödülün Han Kang’a “tarihsel travmalarla yüzleşen ve insan hayatının kırılganlığını yoğun ve şiirsel bir üslupla ortaya koyan eserleri için” verildiğini açıkladı.

Yazarın eserlerini okuyanlar, bu ifadeye yürekten katılacaktır diye düşünüyorum. Travma, ataerki, yas ve şiddet, Kang’ın edebiyatının temel izlekleri. Kâğıt kesiği gibi insanın içine işleyen, yumruk gibi vuran metinler yazıyor Han Kang. Beyaz Kitap’ta gördüğümüz gibi kendini olanca çıplaklığıyla ortaya koymaktan da Çocuk Geliyor’daki gibi ülkesinin kanlı toplumsal travmalarını cesaretle anlatmaktan da kaçınmayan bir yazar o.

Büyük hikayeler anlatırken de odağını insandan hiç uzaklaştırmayan, kişisel olandan kopmayan, tarihin sessizliğinde yitip gitmiş tekil insanların fısıltılarını bugüne aktaran biri… Eserlerinde tutturulması çok zor bir dengeyi tutturuyor; dili duru ve mesafeli ancak asla duygusuz değil. Bu denge sayesinde en acıklı öyküleri melodramatik olmadan anlatmayı başarıyor. Yazarın eserleri, ülkemizde Göksel Türközü’nün çevirisiyle April Yayıncılık tarafından yayımlanıyor.

Kendisiyle bundan birkaç sene önce Booker adayı “Beyaz Kitap” sayesinde tanıştığımda “bu kitaba sinmiş bir kadınlık gücü var” diye yazmıştım; “bazı satırları ‘bunu yalnızca bir kadın böyle yazabilir’ diyerek okudum, hissettim, duydum.”

Kang’ın edebi sesinin, kadınların tekil ve çoğul mücadelelerini yansıttığı şüphesiz. Ödülü bugüne dek kazanan 103 erkeğe karşın kadınların sadece 18 kez ödüle layık görüldüğünü göz önüne alırsak, bunun ayrıca önemli olduğunu düşünüyorum. Güney Kore’nin gündeme en son yine bir kadın mücadelesiyle geldiğini, ‘deepfake’ porno skandalına karşı kadınların seslerini dünyaya duyurmaya çalıştıklarını da belki bu noktada hatırlatmak gerek: Bu ödülün Koreli kadınlar için ayrıca anlamlı olduğu muhakkak.

Han Kang

Hang Kang hakkında

Romancı Han Seung-won’un kızı olarak 1970’te Güney Kore'nin Gwangju şehrinde dünyaya gelen Han Kang, babasından ötürü edebiyatla iç içe büyüdü. Edebiyatın yanı sıra güzel sanatlar ve müzikle de ilgilenen Kang, kariyerine 1993’te "Edebiyat ve Toplum" dergisinde yayımlanan bir dizi şiirle başladı; ilk nesir eseri ise 1995 yılında yayımlanan "Yeosu'nun Aşkı" adlı kısa öykü derlemesiydi.

Ardından gelen eserleri arasında en dikkat çekenlerden biri, güzel sanatlara olan ilgisini yansıtan ve maalesef henüz dilimize çevrilmemiş olan 2002 tarihli romanı "Sevgilinin Soğuk Eli" oldu. Kadın bedenlerinin alçı kalıplarını yapmaya takıntılı kayıp bir heykeltıraşın geride bıraktığı bir el yazmasını konu alan romanda, insan anatomisi ve bedenin neyi ortaya çıkarıp neyi sakladığı üzerine bir çatışma anlatılıyordu. Kitabın sonunda geçen "Hayat, uçurumun üzerinde yükselen bir çarşaftır ve biz maskeli akrobatlar gibi onun üstünde yaşarız," cümlesi bu çatışmayı çarpıcı biçimde özetliyordu.

Han Kang

2007 - Vejetaryen

Han Kang uluslararası alandaki büyük çıkışını, 2007’de yayımlanan ve 2015’te İngilizceye çevrilen, çevrildiği günden beri Türkçede de çok sayıda okur tarafından teveccühle karşılanan “Vejetaryen" adlı romanıyla yaptı. Bir kadının et yemeyi bırakma kararını ve bunun yıkıcı sonuçlarını ele alan alegorik bir roman olan Vejetaryen, gitgide dünyayla ilişkisi kopan kadın karakteri Yonğhe üzerinden akıl hastalığı, erkeklik, şiddet ve cinselliğe dair ürkütücü derecede çıplak ve tekinsiz bir hikâye anlatıyor.

Metin ilerledikçe Yonğhe’nin maruz kaldığı şiddetten arınma çabasının et yemeyi reddetme kararındaki rolünü anlıyoruz, ardından sorular geliyor: Yonğhe gerçekten deli mi? Yoksa yaşadığı fiziksel ve duygusal şiddeti nereye koyacağını bilemediği için bir çare ararken yolunu şaşırmış biri mi sadece? Babası ve kocası üzerinden okuduğumuz, toplumun her yanına sinmiş “erkeklik” ne kadar suçlu onun öyküsünde? Acaba erkeklik meselesini fazla içselleştirmiş, normalleştirmiş olabilir miyiz? Keza şiddet. Günlük hayata gömülü şiddetin ne kadar farkındayız?

Vejetaryen, Kang’ın bir kez okumanın yetersiz kalacağı, zaman zaman geri dönülmesi gereken, çok katmanlı eserlerinden biri. Kadınların bedenleriyle ilişkileri, delilik, toplumun biz kadınları giymeye mecbur ettiği “kılık”lara dair çok kuvvetli bir ses çıkaran, özel bir eser.

Vejetaryen sonrası Kang’ın edebiyatı

Kang’ın, Vejetaryen’den sonra yayımladığı iki kitap dilimize çevrilmedi. 2010’da yayımlanan “Rüzgar Esiyor, Git”te daha olay odaklı bir yazıma yönelen yazar yine bir sanatçı hikayesi anlatmayı seçmişti.

2011 tarihli "Yunan Dersi" kitabında travmatik deneyimler sonrasında konuşma yetisini kaybeden genç bir kadının, kendisi de görme yetisini kaybetmekte olan eski Yunanca öğretmeniyle kurduğu bağı hikâyeleştirmişti. Kang’ın metaforik üslubunun gitgide zenginleştiğini görebildiğimiz eserde yazar yine kayıp duygusu, yakınlık ve dilin işlevleri üzerine odaklanarak kırılgan bir aşk hikayesi anlatmıştı.

2014 - Çocuk Geliyor

Han Kang, 2014’te yayımlanan ve “Çocuk Geliyor” adıyla Türkçeleştirilen romanında bu kez, doğduğu şehir Gwangju'da 1980 yılında Güney Kore askeri tarafından gerçekleştirilen bir katliamı politik zemin olarak kullandı. Askeri darbeye karşı yaşanan ve resmi rakamlara göre 165, tahminlere göre ise iki binden fazla insanın öldürüldüğü Gwangju Ayaklanması’nı, öyküleri iç içe geçmiş altı kişi üzerinden anlatıyordu romanda. Tarihsel olaylara rakamlarla değil biricik insan hikayeleriyle bakmanın gücünü ortaya koyan kitabın -pek çok katliama, darbeye ve dehşete maruz kalmış topraklarda yaşadığımız için- Türkiye’deki okura hiç yabancı gelmeyeceğini söylemek mümkün.

Han Kang’ın ölülerin ruhlarının bedenlerinden ayrılması ve kendi yok oluşlarına tanık olmalarını anlattığı bu sarsıcı metin, olanların ve ölenlerin ardından hatırlanan minicik şeylere; seslere, bakışlara, görüntü kırıntılarına odaklanarak; unutmayı imkânsız kılan, sıradanlaştıramadığımız şeyler üzerinden hem çok kişisel hem çok politik bir anlatı ortaya koyuyordu.

2016 – Beyaz Kitap

Yazar, 2016’da yayımladığı ve diğer eserlerinden gerek biçem gerek üslup itibariyle ayrışan Beyaz Kitap ile 2018 yılında yine Uluslararası Booker Ödülü finalistleri arasında yer aldı. Anlatıcının ablası olabilecekken doğduktan sadece birkaç saat sonra ölen kişiye adanmış bir ağıt niteliğindeki metin, beyaz nesneler hakkında alınmış kısa notlardan oluşuyordu. Kederin rengi olan beyaz üzerinden sembolik bir anlatı inşa eden Kang bu eseriyle pek çok okurun kalbine nüfuz etti.

Her yerinden hüzün akan, içinde orada olmaması gereken hiçbir kelime barındırmayan bu kitabın Kang’ın külliyatında özel bir yeri olduğunu düşünüyorum ben de. Çok az kelime, çok fazla his, büyük ve yalın bir güzellik… Bir romandan ziyade “dünyevi bir dua kitabı” olarak tanımlanan bu metni, yazarın şiirli üslubunu en somut biçimde görebildiğimiz eseri olarak tanımlamak mümkün. Kitaptan çok sevdiğim şu cümle, okura fikir verecektir sanırım: “Kışlıklarını dolaptan çıkarıp giyen erkeklerin ve kadınların gölgesinde, bir şeylere katlanmayı öğrenen insanlara özgü dilsiz önseziler vardır.”

2021 – Veda Etmiyorum

2021’de yayımlanan ve birkaç ay önce dilimize çevrilen Veda Etmiyorum adlı son kitabında bir kez daha toplumsal alana döndü yazar, elbette ki kişisel olandan hiç kopmadan. Tıpkı Çocuk Geliyor’daki gibi ülkesinin karanlık bir dönemine odaklanmayı seçtiği son eserini, Çocuk Geliyor’un üstüne okumak iyi olabilir; zira metin, o kitabı yazdığı dönemde yaşadıklarını anlatmasıyla başlıyor.

İnsanı okurken tüketen, içinden canını çeken bu kitapları yazarken Kang ne hale geliyor acaba diye düşünürdüm hep, sorunun cevabını almış olduk bu kitapla. Yaşanmış onca vahşeti, dökülen onca kanı, ölen çocukları, katledilen insanları yazmak için araştırma yapar ve sonra onlardan edebiyat devşirirken sahiden sağlığından feragat ediyor, ruhunun bir kısmını teslim ediyormuş.

Yazar, Veda Etmiyorum’da bu kez bizi 1948’e, Jeju ayaklanmasına götürüyor. 14 ila 60 bin kişinin (kesin rakam maalesef belirsiz) Komünist olmak suçlamasıyla öldürüldüğü bir ayaklanma bu. Günümüzde başlayan hikâye, anlatıcımızın yakın arkadaşı İnson’un kendi anne ve babasının geçmişini araştırırken memleketi Jeju Adası’nın tarihini kazımaya başlaması ve bizzat kendi ebeveynlerinin bu kanlı katliamdan paylarına düşeni aldıklarını öğrenmesiyle geçmişe uzanıyor. Anlatıcımız, İnson ve onun annesinin, üç kadının gözünden bakıyoruz tarihe ve Han Kang’ın rehberliğinde zamanın dibine, dibine, dibine doğru iniyoruz. Geçmişle bugünü öyle bir birbirine ilmekliyor ki, insan okurken üzerinden geçen seksen senede olayın dehşetinin bir gram azalmadığını iliklerinde hissediyor. İlmeklediği şey sadece geçmişle bugün değil; rüyayla gerçek, hafızayla unutulma, travmayla sevgi. Bir arada var olabilen, birbirini yanlışlamayan aksine mümkün kılan şeyler. Ölü çocukların yerine inadına yaşatılan çocuklar. Zayıf, yenik gözüken insanların sabırlı mücadeleleri.

Ve tabii kar… Bu romanı kışın karlar altında okumalı bence. Gerçi Han Kang öyle atmosferik yazıyor ki, nerede, ne koşulda okursanız okuyun içinde bulunduğunuz odaya zaten yağacak o kar, bitmeyen kar tanelerini teninizin üstünde hissedeceksiniz şüphesiz.

Bitirirken…

Nobel Komitesi’nin senelerce yok saydığı kadın yazarları (Marguerite Duras, Marguerite Yourcenar, Colette, George Sand, Simone de Beauvoir uçsuz bucaksız “görülmeyenler” listesinden ilk aklıma gelenler…) sonunda görmeye başlaması güzel elbette, ancak bir süredir güttükleri “ödülü bir sene erkek, bir sene kadın yazara verelim” politikasıyla dengeyi sağlayamayacakları muhakkak. Dolayısıyla bu yazıyı kadın yazarların hak ettikleri ödüllere kavuşuyor olmalarının sevinci ve sayının artması temennisiyle bitireyim.

Bir de K-pop ve çok izlenen dizilerden sonra, Güney Kore’nin artık edebiyatıyla da dünyaya açılmasının vakti sonunda geldi mi acaba? Umarım öyledir.

Eylül Görmüş kimdir?

Eylül Görmüş, 1987 İstanbul doğumlu okur, eleştirmen ve televizyon programcısı.

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirdikten sonra altı sene kendi kurduğu Dem isimli cafeyi işletti. Ardından yeme-içme kariyerine son verip hobi olarak başladığı web tasarımcılığında profesyonelleşirlen bir yandan da çocukluğundan beri edebiyata duyduğu merak ve hevesin sonucunda bu alanda yazıp çizmeye başladı.

Mart 2021’den beri Kafa dergisine kitap eleştirileri yazıyor, Kasım 2023’ten beri Bloomberg HT TV’de her hafta kültür-sanat dünyasından bir ismi ağırladığı Pandora’nın Merakı isimli bir program yapıyor, K24 için yazar röportajları gerçekleştiriyor, Tuğçe Arslan Üçer ile 1 Kitap 1 Film 1 Şey adlı haftalık podcasti hazırlıyor, kitap kulüpleri ve atölyeler düzenliyor. Bir yandan da web sitesi tasarlamaya devam ediyor.