Adım Hasan Ocak, her şey kimliğimde yazıyor.”
Hasan Ocak, 1965 doğumlu atanmayı bekleyen bir öğretmendi. İstanbul’da yaşıyor, İnsan Hakları Derneği’nin çalışmalarına katılıyor ve demokratik bir Türkiye için mücadele ediyordu. 1995 yılında, İstanbul Gazi Mahallesi’nde 22 kişinin hayatını kaybettiği olayların ardından kayboldu. Tanıklar, onun gözaltına alındığını açık biçimde ifade etmesine rağmen, devlet yetkilileri bu durumu inkâr etti; gözaltında olduğuna dair hiçbir resmî kayıt bulunmadığı söylendi.
Hasan Ocak’ın kaybedilişinden 55 gün sonra, ağır işkence izleri taşıyan bedeni İstanbul Beykoz’daki ormanlık bir alanda bulundu. “Tanınmayan erkek cesedi” olarak kimsesizler mezarlığına defnedilmişti. Onun kaybedilmesinden ve öldürülmesinden kimse (bugüne kadar) sorumlu bulunmadı. Adalet arayışı sonuçsuz kaldı.
Doksanların baskı ikliminde Hasan Ocak’ın kaybı, Türkiye’de zorla kaybetmelerin sistematik doğasını görünür kılan bir eşik olacaktı. Annesi Emine Ocak’ın öncülüğünde 27 Mayıs 1995’te Galatasaray Meydanı’nda başlatılan oturma eylemi, zamanla “Cumartesi Anneleri” olarak bilinecek olan sivil direnişin ilk kıvılcımı oldu.
Geçmiş
Doksanlı yıllar, Kürt meselesinin çatışmalı bir sürece evrildiği, Olağanüstü Hâl (OHAL) rejiminin yalnızca bölgesel değil, siyasal aklın bütünü üzerinde kalıcı etkiler bıraktığı ve güvenlikçi devlet mantığının tüm siyasal ve toplumsal alanlara sirayet ettiği bir dönemdi. Özellikle 1993–1995 arası, gözaltında kayıpların, işkencenin ve yargısız infazların olağanlaştığı, OHAL uygulamalarının yaşamın her alanını belirlediği bir zaman aralığıydı.
Her gözaltı bir darp tehdidi, her şüpheli ölüm bir “faili meçhul” riski taşıyordu. Dayak çoğu zaman işkenceden sayılmıyor; fiziksel ve psikolojik şiddet, “soruşturma rutini” olarak meşrulaştırılıyordu.
Bütün bunları neden yazıyorum? Çünkü son dönemde giderek daha sık karşıma çıkan “Eski Türkiye” nostaljisinin, bizi bulunduğumuz yerde sabitleme ve siyasal tahayyülümüzü sınırlama riski taşıdığını düşünüyorum. Medyanın kısmen daha çoğulcu olduğu, yargının (belirli gruplar için) daha öngörülebilir çalıştığı, laikliğin göreli de olsa korunduğu dönemlere yönelik bu özlem, bugünün derinleşen otoriterliği karşısında elbette anlaşılabilir bir psikolojik ve siyasal tepki. Ancak bugün yaşanan baskıyı geçmişe göre konumlandırmak, hem tarihsel adaleti hem de bugünkü muhalefetin kapsayıcılığını zedeliyor.
Baskı menüsü
Charles Tilly ve Sidney Tarrow’un geliştirdiği “baskı ve direniş repertuarları” kavramı, devletlerin ve toplumsal aktörlerin belirli tarihsel bağlamlarda başvurdukları siyasal eylem biçimlerinin süreklilik taşıdığını ileri sürer. Tilly’ye göre, tıpkı bir müzisyenin sınırlı ama etkili bir parça repertuarına sahip olması gibi, siyasal aktörler de daha önce denenmiş, bağlama uygun ve kurumsal hafızada yer etmiş yöntemlere yönelirler. Bu araçlar zamanla değişebilir, yeniden düzenlenebilir, teknolojik gelişmelerle çeşitlenebilir; ancak yeni repertuarlar genellikle geçmişten mutlak bir kopuşla değil, mevcut araçların evrilmesiyle ortaya çıkar.
Bu yaklaşım, siyasal baskıyı yalnızca iç dinamiklerle değil, aynı zamanda uluslararası bağlamla da şekillenenen bir süreç olarak ele alır. Farklı otoriter rejimler benzer araçları birbirinden öğrenir, meşruiyet sınırlarını küresel normlara göre ayarlar. Bir dönemde meşru görülen bir baskı yöntemi, başka bir dönemde tepki çekebilir; ancak bu yöntemler, çoğu zaman uluslararası düzeyde birbirini izleyen bir "baskı sosyalleşmesi" içinde yayılır.
Kısacası otoriter rejimler baskı tekniklerini hem ulusal hafızanın ürünü hem de uluslararası sistemin mümkün kıldığı seçenekler arasından devşirirler.
Ne değişti?
1990’lı yılların siyasal düzeni, baskıyı büyük ölçüde kurumsal yapılar — askerî vesayet, yüksek yargı, MGK kararları — ve doğrudan şiddet yoluyla işletiyordu. Bu dönemde parti kapatmaları, işkence, gözaltında kayıplar ve faili meçhul cinayetler, muhalefeti bastırmanın neredeyse sıradan araçlarıydı. Bugünden baktığımızda daha çoğulcu görünse de, anaakım medya devletin “kırmızı çizgileri” etrafında hizalanmıştı. Ekonomik baskı ise sınırlıydı; kamu kaynaklarının dağılımı görece bürokratik denetim altında gerçekleşiyordu.
Yeni Türkiye’de ise yeni bir baskı repertuarı gelişti. Bu dönemde askerî vesayet gerilerken, yerini araçsallaştırılmış bir yargı düzenine bıraktı. Seçilmişlere kayyım atanması, muhalif siyasetçilerin tutuklanması ve siyasi davalar bu yeni dönemin temel baskı pratikleri arasında yer aldı. Ekonomik baskı öne çıkan yöntemlerden biri hâline gelirken; kamu ihaleleri siyasal bağlılığa göre dağıtılıyor, muhalif kişi ve kurumlara yönelik mal varlığına el koymalar, caydırıcı bir ceza pratiğine dönüşüyordu. Bu dönemde, tutuklu yargılamalar, zayıf ya da olmayan delillere dayalı soruşturmalar ve uzun süreli özgürlük kısıtlamaları ile yargı, siyasal kontrolün en etkin araçlarından biri olacaktı.
Bu dönüşüm, yalnızca baskı araçlarının değil, rejimin bizzat yapısının da değiştiğini gösteriyordu. Eski Türkiye’de iktidar (ve siyasi rekabet) askeri vesayet ve devletin kırmızı çizgileri üzerinden inşa edilirken; yeni dönemde iktidar, karar alma süreçlerinin tamamen merkezileştiği ve yürütmenin belirleyici hâle geldiği bir yapıya evrildi. Yürütmenin tüm denge-denetim mekanizmalarını kendi etrafında toplaması, bu yeni dönemin alametifarikasıydı. Sosyal medya paylaşımlarından belediye bütçelerine, üniversite rektörlüklerinden sivil toplum faaliyetlerine kadar her alan, doğrudan yürütmenin gölgesinde yeniden kurgulanıyordu. Siyasal rekabet, kurallı bir oyundan çok, tüm araçların iktidarın elinde toplandığı asimetrik bir mücadeleye dönüştü. Devletin kırmızı çizgileri aynı anda hem genişledi ama hem de belirsizleşip, keyfileşti. Bu, merkezi müdahale ile toplumsal özerkliği buharlaştıran bir iktidar pratiğiydi.

Nostalji
Bugün çok daha yaygınlaşmış, merkezileşmiş ve gündelik yaşamı kapsayan bir iktidar tipi ile karşı karşıyayız. Ancak bu gerçeği teslim etmek, Türkiye'nin baskıcı geçmişini görmezden gelmeyi gerektirmemeli. Türkiye’de hiçbir dönem herkes için eşit derecede adil olmadı; acılar eşit dağılmadı, hafıza eşit yazılmadı. “Eskiden tutuklu yargılama yoktu” demek, çocuğunu gözaltında kaybetmiş bir anne için hiçbir anlam taşımıyor. Eskiden eğitimin niteliği iyiydi ve üniversite özerkti demek, başörtüsü yüzünden okula alınmayan kadınlara bir anlam ifade etmiyor.
Bizim ihtiyacımız, tekil dönemleri yüceltmek ya da şeytanlaştırmak değil; baskının sürekliliğini ve dönüşümünü birlikte anlayabilen, çoğul ve yüzleşmeye açık bir siyasal hafıza inşa etmek.
Bu yazıyı bu yüzden yazıyorum. Çünkü neyi hatırladığımız, neyi unuttuğumuz ve nasıl anlattığımız; yalnızca geçmişi değil, siyasetin sınırlarını da belirliyor. Bugünü anlamak, aynı zamanda geçmişle nasıl ilişki kurduğumuzu sorgulamayı gerektiriyor.
Svetlana Boym’un dediği gibi, bazı nostaljiler kaybedilen geçmişi geri getirmeye çalışır. Bu, çoğu zaman baskıcı ve (yeniden) dışlayıcı siyasal projelere kapı açar. Bazı nostaljiler ise geçmişi sorgular, onunla yüzleşir, kaybı kabullenir. Türkiye’de baskın olan nostalji genellikle ilki: olanı olduğu gibi değil, hatırlamak istediği gibi anlatan. Oysa gerçekten özgür bir gelecek, geçmişin tamamıyla — sadece iç açıcı olanıyla değil, karanlık yüzüyle de — yüzleşmeden kurulamaz.
Gelecek
Bugün ana meselemiz kimliğimiz ne olursa olsun, herkesin odaklanabileceği bir ortak hedef etrafında buluşmak: hakikatle yüzleşmeye, adaletle yaşamaya ve yeni bir başlangıca yönelen berrak bir rota inşa etmek.
Bu rota, geçmişin nostaljik hayaletlerine değil; geleceğin kurucu cesaretine dayanmalı. Türkiye’nin geleceği, bugünün geçmişten farkına (ve bugünün geçmişten ne kadar daha kötü olduğuna) değil, yüzleşilmiş bir hafızadan doğan, çoğul ve demokratik bir tahayyüle yaslanmalı.
Eğer bu tahayülü kurabilirsek, Kürtlerin sözüne, kadınların talebine, dindarların haklarına, gençlerin öfkesine, yoksulların mücadelesine alan açan bir Türkiye’yi mümkün kılabiliriz.
Üstelik ben, geçmişe kıyasla bugün bu dönüşümün çok daha mümkün olduğuna inanıyorum. Hukukun, adaletin ve eşit yurttaşlığın ne kadar yaşamsal değerler olduğunu, bu toplum uzun ve acılı deneyimlerle öğrendi. Bugün kendini iktidara yakın hissedenler dahi, güce yaslanmanın kısa vadede güvenlik hissi verse de, uzun vadede kalıcı bir koruma sağlamayacağını içten içe biliyor.
Tam da bu yüzden, ihtiyaç duyduğumuz şey rövanşist bir düzen değil. Mesele, rolleri değiştirerek yeni bir baskı ilişkisi kurmak değil; kimsenin kimse üzerinde tahakküm kuramayacağı, gücün değil hakkın, öfkenin değil hukukun belirleyici olduğu; kurumlarla, kurallarla ve adaletle yönetilen bir ülke inşa edebilmek. Bu da ancak bu ülkeyi herkes için bir yurt kılma iradesiyle mümkün.