Esra Şengülen Ünsür

28 Şubat 2021

Sağlığımızı konuşmadan anlaşmaya borçluyuz

Bayramları, cenazeleri, düğünleri neredeyse yapayalnız yaşayanlar ile sevincini, coşkusunu doyasıya yaşayamayanlar nasıl sağlıklı yaşlanacak? Bizi Koronavirüs öldürmezse, yalnızlık mı öldürecek?

Harvard Üniversitesi'nin 1938 yılında başlattığı Erişkin Gelişimi Araştırması (Harvard Study of Adult Development) insan sağlığının mutluluk ile ilişkisini ortaya koyuyordu. İnsan yaşamı üzerine gerçekleştirilmiş en uzun süreli araştırmalardan biri olan bu araştırma, 1938'de 724 genç erkek üzerine başlatılmış, 2016'da sonuçları açıklanmıştı. Farklı sosyo-ekonomik seviyelerden deneklerin bir grubu, aralarında eski Amerikan başkanlarından John F. Kennedy'nin de olduğu Harvard öğrencileri, diğer grupta ise Boston'un en dezavantajlı ailelerinden genç erkeklerden oluşturulmuş. (Harvard o zamanlar erkek okulu olduğundan tüm denekler erkek.) Deneklerin tamamı 70 yıldan fazla süre boyunca sağlık verileri, beyin fonksiyonları, kendileriyle ve aileleri ile derinlemesine görüşmelerle takip edilmiş. Bu sürede deneklerden bazıları hayatını kaybetmiş, bazıları alkolik olmuş, bazıları CEO, bazıları ise Amerikan başkanı… Bunca çeşitliliğin içinde tespit edilen tek ortak veri ise şu: İyi ilişkiler içinde olmak bizi mutlu ve sağlıklı tutuyor. Ailemiz, doğduğumuz çevre, genetiğimiz ve hatta kolesterol seviyemiz ne olursa olsun, aile, arkadaşlar ve topluluk tarafından çevrili insanlar daha mutlu ve daha sağlıklı yaşıyor.

Araştırmaya göre orta yaşlara gelinceye kadar yalnız kalanların ya da yalnız kalmayı tercih edenlerin beyin fonksiyonları da geriliyor, ciddi sağlık sorunları yaşıyor ve ömürleri daha kısa oluyor. Elbette sadece insanlarla ilişkide olmaktan söz edilmiyor. Önemli olan insanın kendini güvende ve tatmin hissedeceği kaliteli insan ilişkilerine vurgu yapılıyor. Araştırmaya katılanlar arasında 50'li yaşlarında en kaliteli ilişkilere sahip olanlar, 80'li yaşlarında en sağlıklı olanlar olmuş. Kolesterol seviyeleri, gluten tüketimleri, şeker seviyeleri ne olursa olsun… Güçlü ilişkileri olanlar 80'li yaşlarında hastalandıklarında diğerlerine göre daha az acı çekmişler. Ayrıca sevgi dolu bir çevreyle sarmalananların beyin fonksiyonlarının da korunduğu tespit edişmiş. Güçlü ilişkisi olanların ileri yaşlarda hafızalarının da daha güçlü kaldığı ifade ediliyor.

Beş yıl önce yayınlanan ve bolca ses getiren araştırmayı bugün yeniden konuşmamızın ise iki nedeni var. Biri COVID-19 pandemisinin getirdiği izolasyon şartları, diğeri de toplumsal bağlarımızı koparma hoyratlığı.

COVID-19 nedeniyle bir yıldan fazla süredir evinde oturanlar, dostlarıyla büyük masaların etrafında toplanamayanlar, bayramları, cenazeleri, düğünleri neredeyse yapayalnız yaşayanlar ile sevincini, coşkusunu doyasıya yaşayamayanlar nasıl sağlıklı yaşlanacak? Bizi Koronavirüs öldürmezse, yalnızlık mı öldürecek?

Karantinalar, sokağa çıkma yasakları, işini kaybedenlerin endişesi, stresi, artan ev içi şiddet olayları, okula gidemeyen, eğitimden uzak kalan çocuklar, eve hapsolmuş yaşlılar, yalnızlıktan muzdarip insanlar… İnsanlık büyük bir belanın içinde günlerini geçiriyor.

Birleşmiş Milletler Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), 2020 yılında pandemi nedeniyle dünya çapında 255 milyon tam zamanlı mesaiye eş değer çalışma saatinin yok olduğunu açıkladı. Bu saatlerinin yarıya yakınının, istihdamda kalmasına rağmen çalışma saatleri azaltılan çalışanlara ait olduğu biliniyor. Bu durumun 1930'lardaki büyük buhrandan sonra dünyanın yaşadığı en büyük kriz olduğu söyleniyor. Dünya çapındaki işsiz sayısı 33 milyon daha artarak 220 milyona ulaştı. Üstelik pek çok konuda olduğu gibi çalışma saatleri daralmasında da kadınlar erkeklere göre daha fazla etkilenen grubu oluşturuyor. Bu ailelerin huzuru, mutluluğu, sağlığı büyük tehdit altında.

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres, pandeminin yaklaşık 2,5 milyon can aldığını belirterek dayanışmadan başka şansımız olmadığını söylemişti. Ülkeler arasındaki dayanışma zengin ülkelerin varlıklı ülkelerin vatandaşları için aşı temin etmesi şeklinde gerçekleşiyor. Henüz pek cılız olsa da deniz yıldızı misali "onlar için fark eder".

Şimdilik tek umudumuz aşıda, tek çaremiz bütün insanların eşit şekilde aşıya ve tedaviye erişiminin sağlanmasında. Ne yazık ki orada da ciddi sorunlar var ama bizlerin bu konudaki etkisi çok sınırlı. Bireysel olarak yapabileceğimiz belki de en etkili şey köklerimize ve birbirimize sıkı sıkı tutunmak. Harvard'ın araştırmasının sonuçlarına bakıp ailemizle, dostlarımızla ve içinde bulunduğumuz toplumla bağlarımızı güçlendirmek. İşte orada da bağlarımıza, yaşam şeklimize karşı bir hoyratlık söz konusu.

Bağlarımızı hoyratça koparırsak biz kaybederiz

İnsan, bireysel bir canlı değil. Topluluklar haline yaşayan, ait olduğu topluluğun kurallarına uygun davranan, oranın ortak değerlerine, beğenilerine ve hatta davranış kalıplarına uyum sağladığı ölçüde mutlu olan bir canlı. Hangi topluluğa ait olursanız o topluluk içinde adeta konuşmadan anlaşabilirsiniz. Sizi huzurlu, konforlu, mutlu ve sağlıklı kılan da bu.

Aynı topluluğun içindekilerin iletişimi de özgündür. Sadece derin kültürden, edebiyattan, yüksek sanattan beslenmez. Bir sohbet içinde yaşları da uygunsa Hababam Sınıfı'ndan, Avrupa Yakası'ndan bir replikle gülmeye başlayabilir insanlar. Uzun uzadıya konuşmalarına gerek kalmadan popüler kültürle ortaklaşabilirler. "Bonus kafa" deyiminin nereden çıktığını bilmez ama her yaştan insan kullanabilir. "Fakir ama gururlu genç", "Ben büyüğüm, ben, Yaşar Usta" replikleri adeta "babadan oğula" aktarılır. Hiçbir dile tam olarak tercümesi yoktur. Bizden olmayanın anlayamayacağı basit ama temel bir dil oluşmuştur; birbirimizle en sağlam bağlarımızdan biri de budur.

Kimi zaman bağlarımızı zedelemeye çalışanlar oluyor. Şarkılarıyla nesiller büyümüş, dinleyip söylerken toplam uzunluğu kilometreleri bulacak masalar kurulmuş Zeki Müren'e söz söyleyenlerin kalabalıkları kızdırması işte bundan. Hayatının farklı dönemlerine dair hafızasında Zeki Müren'in şarkıları, kostümleri, filmleri ya da hakkında yapılan sohbetler yer alan insanların, Zeki Müren'e yapılan hakareti kendi anılarına yapılmış gibi karşılaması anlaşılabilir.

Kültürün edebiyattan, gastronomiden, geleneklerden, dinden beslenmesi gibi, günlük hayatın dinamiklerinden de etkilendiğini herkes bilir. Çünkü ruhumuzu doyuranlar, hayatımızda yer edenlerdir. Toplulukları bir arada tutan ortak değerlere, müziğe, yaşam tarzına, davranış şekillerine, inançlara karşı söylenen her söz, getirilen her kısıtlama, yapılan her kabalık "konuşmadan anlaşma" şansımızı elimizden alıyor. Harvard'ın araştırmacılarının tespit ettikleri de burada işte: Kendimizi sevgiyle kuşatılmış ve tatmin edilmişlik duygusu içinde hissetmemiz sağlığımızın garantisi. Ailemiz, arkadaşlarımız ve toplulukla sarmalanmış olmak…

Dünya küreselleşme hevesinin peşinden koştukça yerelleşmeye dair güzellemeler de beraberinde geldi. Hatta global ve lokal sözcüklerini birleştirip "glokal" kavramı doğdu. Küresel markalar yerelde tutunabilmek için yerelin kültürünü destekler, ona uygun içeriklerle iletişim stratejisi kurar oldu. Bugün küresel bir marka Türkiye pazarına girse, danışmanları onlara yerel değerlerimizi, kültürümüzü, kırmızı çizgilerimizi anlatacak. Mutlaka popüler kültür birikimlerinden ve bizi biz yapmaya katkısı olanlardan da söz edecek. Anlatılanlardan alacakları dersler de markanın burada tutunmasına yarayacak. Peki  dünyanın bir ucundan kalkıp gelen markanın bile dikkate alacağı köklerimize kendi ellerimizle asit dökmemiz neden?

Bireysel olarak tüm insanların risk altında olduğu, ekonomik ve sosyal pek çok problem nedeniyle aile bağlarının da tehdit edildiği bir dönemi toplumsal dayanışmayı da parçalayarak geçirmeye kalkarsak yok oluruz. Ve bu yok oluştan sadece koronavirüsü sorumlu tutmamız en hafifinden saflık olur.