İki arkadaş kahve eşliğinde sohbet ediyoruz. Havadan sudan başlayan sohbet, bir yakınımızın yaşadığı sağlık sorunu üzerinden memleketin sağlık sistemine varıyor. Öyle ya, her oturuşta bir “ne olacak bu memleketin hali?” demek adetten. Yenidoğan çetesinden giriyor, yurtdışına göç eden doktorlarımızın oranından çıkıyoruz. Yurtdışı demişken, kendi çocuklarımızın yurtdışında okumak istediğini hatırlıyor, bizim gözümüzde henüz ufacıkken yanımızdan uçup gitmelerine gönlümüzün razı gelmeyişinden yakınıyoruz. “Kalsın” desek bir türlü, “gitsin” demek çok zor. Hemen ülkemizdeki üniversite eğitiminin “yüksek lise” olduğu yönündeki eleştiriler geliyor gündemimize. Taşra üniversitelerindeki liyakat eksikliği araştırmaları, bir öğrencinin yaşam maliyetinin yüksekliği, mezunların iş bulma güçlüğü… Hop, tabii ki ekonomi oluyor bu sefer de kahvenin eşlikçisi. Enflasyon, hayat pahalılığı, orta sınıf yoksulluğu, bazı lükslerimizden vazgeçişimiz ve elbette derin yoksulluk. Geldi mi kalbimizi düğüm düğüm yapan okula aç giden çocuklar, elektrik sobasının devrilmesiyle ölen beş kardeş… Oradan Şirin, Narin, “geliyorum” diye bas bas bağıran kadın cinayetleri…
Şiştik. Bir kahve içip arkadaşımızla sohbet edelim dedik, gündemimize bakın.
Arkadaş sohbetinde bu iç şişiren konuların hiçbirine değinmeden, örneğin sadece George Clooney ve Brad Pitt’in başrollerini paylaştığı film Wolfs’tan, Aphrodisias’ta bulunan Zeus heykel başından ya da yaz tatili için yaptığınız planlardan söz ettiğiniz oluyor mu? Yanıtınız “evet” ise yazımın bundan sonrasını okumayabilirsiniz. Sözüm yanıtı “hayır” olanlara…
Dost sohbetlerinin bile moralimizi yerle bir eden gündemi sosyal medyada bize neler yapmaz? İki negatif içerikle azıcık etkileşimimiz olursa, gelsin Kazdağları’ndaki ağaç kıyımı, gitsin depreme hazırlıksız yakalanacak İstanbullular için türlü felaket senaryoları… Basit bir nedenle trafikte çekilen silahlar, gün ortasında kaçırılan insanlar, çocuk anneler, uyuşturucu, kumar, alkol bağımlılıkları, şiddet, şiddet, şiddet.
İç karartıcı diye X’ten kaçıp Instagram’da iki güzel fotoğrafa bakmak istediğinizde bile gördüğümüz içerikler bunlar ve çok daha fazlası. Kaçış yok. Bıktık.
Çin atasözü olarak paylaşılan güzel bir cümle var: “Başkaları hakkında bütün gün olumsuz düşünmek, sürekli zehir içip onların ölmesini beklemek gibidir.” İşte biz. Bütün hayatımızı bu denli dolduran olumsuzluklarla yaşamak, sürekli zehir içmek gibi… Sadece gerginlik ve şiddet eğilimi değil pek çok sağlık sorununu da beraberinde getiren bir muhalif bakış hapishanesi bu.
Mutsuz insanlar, mutlu bir gelecek kurabilir mi?
Muhalifliğin özü, farklı bir geleceğin umudunu taşımakta yeşeriyor. Umutsuz muhalif olmaz. Düzenden, gidişattan memnun olmayanların ortak paydası neleri neden sevmediğimiz değil, neyi düşlediğimiz olmalıyken, sürekli bir “önerisiz olumsuz paylaşımdır” gidiyor. Üstelik muhalif siyaset de aynı düzeni destekler nitelikte. Umudumuzu koruyacağımız planlar, hedefler, politikalar ne kadar uzak… İtirazı olanın değişime dair bir önerisi olmazsa muhalefeti neye yarar?
Bireysel muhalifliğimize dönersek… Kadın haklarından dem vurduk da evimizde çalışan temizlik işçisi kadının sigortası var mı? Okula çocuklar aç gidiyor diye söylendik de hangi öğrenciye burs verdik? Herkesin gergin olmasından şikayetçiyiz de sabah karşılaştığımız komşumuza “günaydın” dedik mi? Gönüllülükten ne anlıyoruz? Kaçımız bir sivil toplum inisiyatifinde görev alıyoruz? Özetle memnun olmadığımız düzende değişim için bizim rolümüz nedir?
Mutsuz insanlar, mutlu bir gelecek kuramaz. Memnun olmayanlar mutlu bir gelecek için adım atabilir ve ancak umutlu insanlar mutlu bir gelecek kurar. Başka bir deyişle, saf negatif dilin geleceğimize katkısı yok. Umudu koruyacak bir rehberliğe ihtiyaç var.
Zalim iyimserlik oyalamacası
Laurent Berlant’ın ortaya attığı ve aynı adlı kitabında altyapısını detaylı anlattığı “Zalim İyimserlik” işte burada gündemimize giriyor. Laurent Zalim İyimserlik için, “krizlerle yaşamaya ve kolektif bir ‘yaşam’ biçiminin yıkımına, insanların gündelik yaşamda veya uzun vadede onları yıpratan baskılara uyum sağlamaları dramına, dünyanın artık iyi bir yaşama dönük fantezilerin sürdürülemeyeceği bir yer olduğunu fark etmenin yarattığı darbeye dair bir kitap” diyor. Hepimizi, sadece söylenip etkisiz, edilgen kıldıran bir düzen bakış açısı bu.
Giderek vahşileşen tüketim çılgınlığı, küresel iklim krizi ve son bulacağına dair ümitlerimizi kıran küresel siyaset, tüm dünyada herkesin gözü önünde yaşanan kıyımlar karşısındaki derin sessizlik, bir türlü çözülmeyen ve çözüleceğine dair küçük bir adım dahi atılmadığını düşündüğümüz gelir adaletsizliği derken, iyimser olmak için neden bulmakta zorlanmamız haklı bir sonuç.
Ortada bir kötülük varsa ‘dünyayı yöneten beş ailenin’, bir yoksulluk varsa ‘iktidarın’, eşitsizlik söz konusuysa ‘erkeklerin’ suçudur” gibi inanışlar da hasta ediyor hepimizi. Daha da ileri giderek çözümü yine anlamsız yerlerde arama motivasyonu ise zalim bir iyimserlik insanlık için. Geçim derdinin yarattığı stresin meditasyonla, şiddet eğiliminin nefes terapisiyle, umutsuzluğun evrene enerji göndermeyle azalacağını ya da esasen birbirinin aynısı siyasi önerilerden birinin diğerinden daha kurtarıcı olduğunu düşünmek… bir oyalamacadan başka şey değil. Her gün aynı şeyi yaparak farklı bir sonuç beklemek…
Oysa negatifliklerden ördüğümüz bu duvarın dışına çıkmak için umut gerekir. Umutlu olmak için ise inanç yetmez, aksiyon da gerekir. Onun içindir ki sahada çocuk yoksulluğu için mücadele eden sivil toplum gönüllüleri, kahve sohbetlerinde ve sosyal medya paylaşımlarında konuyu ele alıp kılını kıpırdatmayanlardan çok daha güçlü bir umut taşır.
İyi tutulması
Ortam bunca olumsuz içerik, bunca da kifayetsiz bireysellik kaplı olunca umuda yer açacak “iyi”nin görünmesi de zorlaşıyor. Sürekli pompalanan tehdit algısı, hepimizi ya kendi hapishanemize kapatıyor ya da ülkeyi bırakıp gitmenin yollarını aratıyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği konuştukça kadınların elde ettiği haklar, yoksulluk konuşuldukça dayanışmanın gücü, liyakatsizlik konuşuldukça birbirinden başarılı kurumlar, pek çok bilimsel gelişme görünmez oluyor. Israrlı negatiflik, adeta “iyi tutulması” yaratıyor. Bu da umuda dair atılması potansiyel adımlarda bir tembellik, bir “böyle gelmiş böyle gider”cilik ve hatta bir korku iklimi oluşturuyor. İyiye giden yolda rehberlik edecek tek ses bile duyulmuyor. Kanser tedavisi üzerine üretilen komploların, kanser tedavisinde gösterilen ilerleme haberlerinden daha fazla gündem olması hep bundan.
Peki bu kime yarıyor? Aslında düzenin aynen devam etmesini isteyenlerden başka hiç kimseye…
İtirazı olanları konsolide eder gibi görünen bu ortam, itiraza konu olan başlık altında hepimizin boynunu bükmekten başka bir işe yaramıyor.
Surlarda iki genç kadının başını kesen cani haberinin kaç gün kadınların sokağa tedirgin çıkmasına sebep olduğunu bir düşünelim. Kaçırılan, tecavüze uğrayıp öldürülen çocuklar haberinin çocuklarımızı eve tıkmaktan, onları özgüvensiz kılmaktan başka ne işe yarayabileceğini tartalım. Tüm bu negatif söylemler, bireyi kendi dünyasına kapatıyor, korkaklaştırıyor.
Oysa sokağa çıktığınızda size benzeyen insanlar, kadınlar ve çocuklar görebilirsiniz. Birbirine yardım eden insanlar, otobüste kollanan çocuklar, akademide başarılı gelişmeler, liyakatli memurlar, pırıl pırıl gençler, aydınlık bilim insanları, harika sporcular, yetenekli sanatçılar ve daha pek çok iyi var.
Israrla kötüye odaklanmak, üstelik hiç de aksiyona geçmemek yine dönüp bu hapishane mahkumlarını vuruyor. İnançla kötülüğü, sosyal medya etiketleriyle enflasyonu, sloganlarla eşitsizliği… çözemeyiz.
Derhal bir işin ucundan tutmayacaksak, bütün hücrelerimizi hasta eden, gerginlik ve korku salan boş söylenmeyi bırakmakta fayda var. Umuda rehberlik edenlere selam olsun.