Son altı aydır dünyanın en çok konuşulan konusu olan yeni Koronavirüs, henüz kontrol altına alınabilmiş değil. Bilim dünyasının bile yeterince tanımadığı bu virüs ile insanlar, karakterleri ve bilgileri doğrultusunda "mücadele ediyor". Kimi endişeli, kimi korkak, kimi rahat, kimi unuttu bile… Üstelik sosyal bir sorun olarak, "virüsten aynı düzeyde sakınmamak" nedeniyle çeşitli gerilimler yaşıyoruz. Sosyal mesafesini korumak isteyenle ısrarla umursamayanlar arasındaki tartışmalar her marketin rutini. Hâlâ evinde karantinasını sürdürenlerle, onları bir restorana davet eden arkadaşları arasında en hafifinden şaka yolu takılmalar, iğnelemeler… Peki aynı virüse karşı bu kadar farklı bakışlar olmasının sebebi nedir? Durduğunuz yere göre vereceğiniz "insanlar cahil", "insanlar abartıyor" yanıtları kesinlikle yanlış. Aynı virüse bunca farklı tepkinin sebebi, yeni Koronavirüs'ün yeterince güçlü bir hikâyesinin ve bu hikâyenin bir kahramanının olmaması.
Hikâye anlatmanın verilerle konuşmaya kıyasla dinleyici/okur karşısında ciddi büyük etki farkı var. Rakamlar anlatılana inancı güçlendirirken, hikâye insanlarda iz bırakır, harekete geçirir. İlk insandan bugüne, doğduğu andan başlayarak hikâye dinlemeye alışmış bir insanı ancak hikâyeler ikna eder, hikâyeler ayakta tutar. Hikâyeler, gerek deneyimlerin kuşaktan kuşağa aktarıldığı büyükanne masallarında, gerekse izlediğimiz filmlerde, okuduğumuz romanlarda bizi bulur. Ve her hikâyenin bir de kahramanı vardır. Kendimizi hizaladığımız, kendimizden bir parça bulduğumuz, öyküsüyle umutlandığımız... Bu nedenle de kahramanlarının yoksulluk, eziyet, ayrımcılık gibi olumsuzlukları geride bıraktığı bir hayata kavuştuğu hikâyeleri çok severiz. "Mutlu son"lara karşı "algıda seçicilik" yaşarız.
Dünya Sağlık Örgütü'nün verilerine göre yeni Koronavirüs, (bu yazının yazıldığı sırada) 7,8 milyon insana bulaşmış ve ne yazık ki 431 bin 541 insanın ölümüne sebep olmuş bir hastalık, pandemi. Yani kıtalar arası bir yolculuk yaparak bütün dünyada ırk, yaş, cinsiyet fark etmeksizin herkese bulaşma riski bulunan bir salgın.
Rakamlara karşı hikâyenin gücü
COVID-19 salgınını rakamlarla anlatacak olursak, yaklaşık 7,8 milyar nüfuslu dünyamızın binde 1'ine bulaşmış ve hastalığa yakalananların yüzde 5,5'inin ölümüne neden olmuş bir pandemi olarak tanımlayabiliriz. Üstelik yine Dünya Sağlık Örgütü'nün verilerine göre dünyada 400 milyondan fazla diyabet hastası olduğunu ve diyabet nedeniyle yılda 3,7 milyon insanın hayatını kaybettiğini düşünürsek, yeni Koronavirüs görece hafif bile kalabiliyor. Bu verilere hava kirliliği rakamlarını da eklersek, korkularımızı COVID-19'dan rahatlıkla geri alabiliriz. Çünkü dünyada her yıl 7 milyon insan hava kirliliğinin neden olduğu sağlık sorunları nedeniyle ölüyor.
Yeni Koronavirüs'le ilgili söz konusu veriler dinleyiciyi panikletmez, huzurunu bozmaz. Çünkü insanların pozitif veriyi yakalayıp ona tutunması an meselesidir. Ama hikâye anlatmaya başlarsak, bir de kahraman eklersek aynı duruma farklı gözlerle bakmaya başlarız.
Örneğin rakamları cisimleştirmeyi deneyebiliriz. Sadece kendi gerçeklerimizden, evde kapalı kalmaktan, belki işsiz kalmaktan, hatta belki sadece sevdiklerimizi görememekten ibaret kendi öykülerimizi başka öykülerle zenginleştirebiliriz. 7,8 milyon hasta arasında hayatını kaybeden 431 bin 541 insana odaklanabiliriz. Dört yüz otuz bir bin beş yüz kırk bir kadın, erkek, anne, baba, evlat, dost, sevgili… O insanların öyküleri neydi? Nasıl hastalandılar? Ne kadar süre hastanede kaldılar? Sevdiklerini son kez görebildiler mi? Son istekleri neydi?.. Gözünüzde ajitasyon canlanmaması için New York Times örneğini verelim: Gazete 24 Mayıs tarihli sayısının ilk sayfasını, COVID-19 nedeniyle hayatını kaybeden kişilerin isimlerine ayırdı. Spotta da "Onlar sadece listedeki isimler değildi. Onlar bizdik." yazıyordu. Ya da tedavi görüp iyileşenlerden söz edelim. Ne kadar korktular? Onları hayata bağlayan ne oldu? Bundan sonraki yaşamları için hangi yeni kararları aldılar?
Üstelik hikâyemizin hastalar etrafında anlatılması da şart değil. Hastalarla yakından ilgilenen ve ciddi risk altında bulunan sağlık profesyonellerinden de bahsedebiliriz. Günde kaç saat çalıştı? Evine gittiğinde neler hissetti? Maske ile çalışmak ne kadar yorucu? Kendi yakınları arasında hastalanan oldu mu?... Bu açıdan bakıldığında vefat eden doktorlar ve sosyal medyada çocuğunu aylar sonra gören ebeveynler hakkında birkaç hikâyeye tanık olduk. Ancak hiçbiri büyük resmin büyük kahramanları olamadı.
Panik olmadık ama davranış değişikliğine de dönüştüremedik
Elbette insan faktörünün yer aldığı hikâyeler, dinleyicide endişeleri ve hatta paniği artıracaktır. Bu gerçeği bilenler de bilinçli olarak insan öykülerini gizlemeyi tercih ettiler. Bizi rakamlarla baş başa bıraktılar. Böylece de panik olmadan önlem almamızı beklediler. Ancak bu durum özellikle de "kontrollü normalleşme" sürecinde ciddi bir soruna yol açıyor. Endişelerinden arınan insanlar, kontrolü de elden bırakma eğilimi gösteriyor. Salgın nedeniyle yaşanan ölümlerle kendi hayatı arasında bağlantı kuramayanlar, "bana olmaz" inancına sarılıyor. Ölümün kendisine benzer insanlara yaklaşmayacağını düşünüyorlar. Özellikle de salgının ilk zamanlarında otoritelerce yapılan açıklamalarda "65 ve üzeri yaş grubundan" bahsedilme şeklini de düşünürsek 20'li, 30'lu, 40'lı yaşlardaki insanlar için yeni Koronavirüs endişesi epey düşmüş durumda.
ThinkNeuro'nun Derin Beyan yöntemiyle gerçekleştirdiği "Pandemi Sürecinde Tüketicinin Duygularını Anlamak" isimli araştırmasının verileri bu noktada çok anlamlı. Derin Beyan yöntemi, katılımcıların ifadelerinde ne kadar tereddütlü olduklarını, dolayısıyla da sözünü ettikleri tutumu davranışlarına ne kadar entegre edebildiklerini ölçmekte kullanılıyor. Araştırmaya göre Türkiye'de insanların yüzde 74'ü salgına yakalanmaktan korktuğunu ifade ediyor ancak sadece yüzde 36'sının beyanı kesin kabul edilebiliyor. Başka bir deyişle, insanlar kendisine sorulduğunda endişesini ifade ediyor ancak bu endişeyi sadece yüzde 36'sında davranışlarına etki edecek düzeyde görüyoruz. Öte yandan araştırmaya katılanların yüzde 82'si önlem olarak ellerini en az 20 saniye yıkadığını ifade ederken, kesin beyan yüzde 39 seviyesinde kalıyor. Yani söylemin eyleme dönüştüğü insanların oranı yüzde 39.
Türkiye'de Sağlık Bakanı Fahrettin Koca'dan başka bir kahramanı olmayan bu hikâye, dünyada da aynı yöntemlerle anlatıldı. İnsan motifi eksik kalan COVID-19 hikâyesi, ne yazık ki salgını zihnimizde olması gerektiği gibi canlandırmamıza yetmedi. Kanserin Neslihan Tay'ı, kadına şiddetin Emine Bulut'u, otizmin Mucize Doktor'u yeni Koronavirüs'te yok. Biz bu kahramansız hikâyeye, kendi çerçevemiz dışında dahil olmakta çok zorlandık. Uyarıları dinlemekte de yeni hayatımıza giden yolda eski hatalarımızı tekrar etmeme kararı almakta da bütün dünya ile birlikte sınıfta kaldık. Oysa kendi öz hikâyemizle meşguliyetimizi, başka öyküler dinleyerek sadeleştirmeliydik. Bu yaşadığımız süreçten tüm insanlık olarak ders alarak çıkmak istiyorsak, COVID-19 hikâyesine kahraman arıyoruz.