Esin Şenol

16 Şubat 2025

Kırık bir aşk hikayesi

Yaşamın tüm diyalektiklerinin şaheseridir aşk. Öyle tek kişilik ve aslında öyle iki kişilik ki. Sizi tüm kalabalıklardan, tüm uğursuz uğultulardan yalıtıp eşsiz bir esansın özüyle dolduran bir büyü aslında

Ben bu yazıyı yazarken tarih 14 Şubat’ı gösteriyor.

Bir süreliğine evden çıkmamak üzere plan yaptığım yıl ortası iznimi kullanmak için İstanbul’dayım.

Yeni roman için notlar alıyor ve bir yandan hekim yazarlarla birlikte hafta sonu bir etkinlikte Selim İleri için hazırladığımız o veda gecesinin notlarını hazırlıyorum.

Çiçek kokularına karışan hüzünlü meltemlerin ferahlattığı bir nostalji yolculuğu başlıyor böylece.

Senaryosunu Selim İleri’nin yazdığı “Kırık Bir Aşk Hikayesi” filmini izlediğim yıl olan 1981’e dönüyorum.

Filmin son sahnesinde edebiyat öğretmeni Aysel uzun bir zaman önce terk ettiği Ayvalık’ta yoluna çıkan hikâyenin erkek kahramanı Fuat’ı arayarak şöyle diyor.

“Burhaniye yolu üzerinde Erol’un yerindeyim”

Erol’un yeri, bizim Burhaniye’nin ucundaki yazlığımızdaki, tütün ve alkol ile tütsüleyip dünyayı ve ülkeyi kurtaracak bir devrim için yazılmış ne varsa okuyup tartıştığımız o uzun gecelerin sonunda, minibüsünü dolmuş olarak işleten abiyi çağırıp, çorba içmek için toplandığımız yer.

Filmde anlatılan çarpıcı bir aşk hikayesi değil.

Öylesine, koşulların bir araya getirdiği iki insanın birbirine yavaşça nüfus etmesi gibi sade, sıradan sayılabilecek bir hikâye.

Fuat, yıllar boyu bu anı beklemiş gibi, Aysel’e “beni hiç hatırladın mı diyor” ve devam ediyor “ben seni hiç unutmadım.”

O sahne, öylece, doldurulması gereken hiçbir boşluk bırakmaksızın ağır, usul belleğime süzülmüş.

Hiç unutmamışım.

Filmin senaristi olan Selim İleri ile ilk olarak “Her Gece Bodrum” adlı kitabıyla tanışmıştım.

Doğrusu o kederli ve kasvetli zamanlara denk gelen bu tanışma sırasında, çünkü henüz bir darbe yapılmış, sevdalanabilen cesur yüreklileri gayya kuyularına çekilmiş, kurdukları düzeni beklediklerini zannettikleri o cehennem zebanileriyle yüzleşmek zorunda kalmış ana babaların çocukları olarak, başımızda dolanan, hafifçe yüzümüzü sıvazlayan o tatlı meltemin sevdaya dair olabileceği konusunda pek fikrimiz de yok.

Hatta yine çok sevdiğim Füruzan’ın “Sevda Dolu Bir Yaz” kitabında şu satırların altını çizip bir daire içine almışım.

“Başıbozuk duygular, arzular sevda değildir asla unutma”

Zannederim hormonlar ve arzularla dertte olan başıma annem gibi hiza vermek istemişim.

Kitabı alırken kitabın adında geçen yere çekiliyorum daha çok.

Mutluluktan çok yaşıma uygun bir neşeyle ilişkili olabileceğini çünkü bir maviliğin kıyısına kurulmuş sudaki yansımasının yitirdiğimiz neşe ve sevdaya bir teselli olabileceğini duyumsadığım o yerin adı Bodrum ve beni olası tüm sevdalardan daha çok cezbediyor.

Ve hikâye ile karşılaşmam, bulanık bir su birikintisine dalından düşmüş begonviller gibi ayrıksı duygularımdan hoş bir silüet çiziyor.

Adı neden yarım değil de kırık bir aşk hikayesi diye düşünmüştüm önce.

Seyredip sindirdikten sonra cevap şöyle belirmişti; çünkü bu bir hikaye aramaktan vazgeçmişlerin kırgınlığı...

“Yarım Bir Aşk Hikayesi” olsa çok evrensel olurdu, bizimki hakikaten “Kırık Bir Aşk Hikayesi”ydi.

Şimdi henüz yılını doldurmamış olan kitabımdan (Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar) şu alıntıyı iyice duyumsadığım bir zamandayım.

 “Her gün peşine düştüğümüz hayat kendi hüzünlü sonunu hazırlayan bir devinim”

Ruhumun, manası iyiden iyiye beliren ve hakikate yön veren AŞK için şu sözcükler ile dillendirebileceğim zamanına çıkıyorum.

“Yüreğini yitirmekte olan şu dünyada, bulunması bir büyü gibi olanı kutsayıp, rast gelmeyi dileyelim. Rast gelince anlamayı, değerini bilecek kadar yürekli olmayı dileyelim.

Aşk, ezeli umudun kadim hayaleti.

Şimdi benim kitabımdaki mutsuz kadınların aşk aradığını zannederek bana aşk hakkında ne düşündüğümü soruyorlar.

Aşk hakkında bir şey düşünülecek ya da aranılacak bir şey değil.

Binlerce şekilde belirebilir binlerce sözcükle dile getirilebilir.

Ama düşlerini yitirmişlerin aşk’a uğrayışı başka, sonu bir sevgi evinde bitsin, o menzile varsın isteyenlerin ki başka, bambaşka.

Ben de aşkın ne olabileceği hakkında binlerce şey sıralayabilirim, üstelik bunu yaparken tarafsızlığını koruyacak kadar akılcı, zaman, coğrafya ilişkisini kronolojik olarak sıralayacak kadar akademik, duygudaşlık yapacak kadar hisli olabilirim.

Çok alışık olduğum üzere, bir kadavra inceleyicisi gibi didik didik edip, tümden parça parça ayırıp böylece yeniden tüme varabilirim.

Ama bencileyin AŞK hakkında meraka kapılanlara ilk soru şu olmalı.

“Aşkı bulmak mı, bilmek mi istersin?”

Çünkü aşkı bilen aşkı hiç aramayabilir.

Bulanın varmak isteyeceği en makul yer ise tüm bildiklerini unutturup huzur ve güven verecek o sıcak yuvadır.

Ama aşkı bıraktığı gibi bulmayı arzuladığı o yuvada aşk bir daha oraya bıraktığı şeye hiç benzemeyebilir ve tüm bildiklerini unuturken aşkı da unutabilir.

 Platin sarısı saçlarını kabartıp, ince kaşlarının çevrelediği kocaman gözlerine yakıştırmış, hoş, fotojenik Ayla Dikmen’in Aşk Defteri şarkısı çalıyor fonda.

Birbirini tamamlamayan biraz da manasız nakaratlardan oluşan şarkının şu nakaratı, nasıl da derinmiş diye iç geçiriyorum.

“Açtım aşk defterimi/Canlandı hatıralar/Gülen resimlerin arkasından/Aynı sevgili bakar

Aşk’ın aramak ve bulmak hele mutlu olmak ile ilişkisi olmadığını düşünürüm.

Yaşamın tüm diyalektiklerinin şaheseridir aşk.

Öyle tek kişilik ve aslında öyle iki kişilik ki.

Zihninden ve kendinden, öğretilenlerden özgürleşme hali ve hemen o esnada “ya onları tekrar bulamazsam” diye kendini kaybetmek telaşı.

Sizi tüm kalabalıklardan, tüm uğursuz uğultulardan yalıtıp eşsiz bir esansın özüyle dolduran bir büyü aslında.

Ama büyüyü isteyip, büyücüden uzak durmak da aşka dair.

İnsanı diğer tüm canlılardan ayıran iki önemli şeyin, umudu ve heyecanı yitirmeme arzusunun kadim hayaletidir aşk.

Müziğin frekansını Beth Hart’a getiriyorum.

“Love is a lie/Sucking you dry/Love's not a friend/Until the end You can call it a game/You can choose your own name/When it's stuck in the vein There's no greater pain"

Meali; aşk sizi kurutan bir yalandır, bir dost hiç değildir, bir oyun da diyebilirsiniz, ya da ne isterseniz onu deyin ama damarlarınıza sızdığında daha büyük bir acı yoktur”

Selim İleri’nin son kitabı “Yalnız Evler Soğuk Olur”u okurken üçüncü bölümdeki çağrışımlar ve anılara eşlik eden çiçekler, bitkilerde duraksıyorum.

Ballıbabalar, mimozalar, krizantem, gelincikler, anılara eşlik ediyor.

Ben de aşkın ölümünü kutsayan “Aşkın Gözyaşları” adlı bir çiçeğe rast geldiğimi anımsıyorum şimdi.

Çiçek susuz kaldığında ve ölüme yaklaştığında, yapraklarının ucunda gözyaşı damlalarına benzeyen sürgünler verip yeniden doğarmış.

Ve ona, yazdığı o kalabalıkların içindeki yalnızlığa rastlamam, o sert, insanı manadan ve neşeden koparan basınçlı yılların ortasında yüreğimi diri tutmak için vazomda bulundurduğum krizantemlere denk düşüyor.

Ölüm üşütür, ölüm soğuktur.

Selim İleri’nin bir çiçek gibi usulca solarak bu vedaya hazırlandığını düşünüyorum ben.