Bu yıl, Ankara Tabip Odası’nın kuruluşunun 92. yılında, 12 Eylül 1980 darbesi nedeniyle tıp eğitimlerini veya mesleklerini kaybeden meslektaşlarımıza plaket verildi.
Plaket törenine gelenlerin hepsi, ben tıp fakültesine 1981 yılında yani darbe sonrası dönemde girdiğim için, benden büyük sınıflardan olan ağabey ya da ablalardı.
Törene tekerlekli sandalye ile gelen ağabeyimiz, o dönemde hekimlik yaptığı Güneydoğuda tutuklanarak, darbenin en çok işkence yapılan hapishanesinde beş yıl kalmış ve sonra hekimlik yapamamıştı.
Plaket almak için sahneye çıkmadı ve konuşma yapmadı.
Başlık, S. Ağabey’in, okulunu tamamlamadan hemen önceki yıl, bir yaz stajı için gittiği yurt dışında mahsur kalan ve sonrasında yazar olan sınıf arkadaşına plaket verirken ki konuşmasından alıntı.
"Hüzün ve zulüm unutulmuyor" dedi.
Darbeyi yapan generalin, darbede yaşı büyütülerek asılan Erdal Eren’den 71 yıl fazla yaşadığı bir zulüm.
Benim fakülteye girdiğim yıl mezun vermesi gereken 81’liler sınıfında çok fazla kayıp olduğu anlaşılıyordu.
Neredeyse pek çoğu, dernek ya da parti ilintileri bulunarak, en iyi ihtimalle kısa bir süre, gözaltında kalmışlardı.
Meslek odası ve birliğinde çeşitli kurullarda birlikte çalışırken tanıştığım ve sonra en yakın dostlarımdan olan V.’ye ben plaket verdim.
Hacettepe Tıp Fakültesini 80 yılında bitirip, mecburi hizmet için gittiği o Karadeniz kasabasında tutuklanan arkadaşımın 12 Eylül döneminde tutuklandığını biliyorum elbette ama neler olduğunu hiç anlatmazdı. İlk kez o gün mikrofunu eline alıp, kendisine yapılan işkenceyi anlattı.
O işkence dolu günler sırasında, aynı hücreyi paylaştığı, ince kahverengi montlu M.’nin yediği dayaktan savrulmasın diye bileğinden yakaladığını ve bunun kendisine dayanma gücü verdiğini, gür bir sesle, herksin gözüne dimdik bakarak anlattı.
Gözyaşlarım benden bağımsız sicim gibi aktı tören boyunca.
O salonda bulunanlar için, hüzün ve zulmün gözlerine bakarak, iyileşmeye adım atılan bir gündü.
Hekimlik yapabilme hakkını alabilmek için yıllarca mücadele verip, 55 yaşında tekrar mesleğe dönmüş kişi, yaş haddi nedeniyle emekliliği geldiği için isyan ederek, hekimliğe doyamadığını anlattı.
“Hekimlik de devrimcilik gibi, vicdan ve akıl gerektiriyor” o yüzden de yapmaya doyamıyorum dedi.
O gün, yani bu coğrafyada bir trajedinin hayatlarımızı çerçevelediği 12 Eylül 1980 günü, ben tıp fakültesini kazanmış heyecanlı bir öğrenciydim.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde okuyan ağabeyim ve ablam yüzünden çok heyecanlı, endişeli günler yaşadığımız için, lisedeki TÜBİTAK bursumun sürmemesini göze alarak hiçbir mühendislik yazmamıştım.
Okul başlamadan önce, Anadolu’da bir ilde o zamanın sağdaki partisi olan partinin il başkanlığını yapan eniştemin ve teyzemin evine gezmeye gitmiştim. Bir gece önce, geç saatlere kadar, kalabalık bir davet için hep birlikte sigara böreği sarıp kanepeler yapmıştık.
Sabah uyandığımda tüm apartman polis doluydu, eniştem gözaltındaydı ve evden çıkamıyorduk.
O zaman soldaki partinin il yöneticilerinden olan annem ise, parti programı için gittiği Samsun’da göz altına alınmıştı.
Ağabeyim ve ablam evdelerdi ve neyse ki her şey yolundaydı. Ankara’daki evimizdeki tüm kitapları her ihtimale karşı bahçe katındaki garaja taşımıştık.
Birkaç ay sonra, fakülteye başladım.
Kantin ve tüm amfi girişlerinde kimlik gösteriyor, fakülte kampüsüne tanıdık, arkadaş alınmıyor, her gün zorunlu olarak giydiğimiz eteklerin, pantolon etek olup olmadığı kontrol ediliyordu.
Atlama, zıplama, sıçrama gibi hareketler yapılamasın diye fakülte öğrencisi kızlar pantolon giyinemiyordu.
Annem mahalleden tanıdığı kişilerden bazılarının çocuklarının bir daha dönmediğini ve haber alınamadığını anlatıyordu.
Sanki, boyutlu zaman ortasından ikiye ayrılmış ve o günden önce olanlar ve ölenler bir kara delik tarafından yutulmuştu.
Çoğumuz ise çoktan unutuşun rehavetine teslim olmuştuk.
Plaket töreni boyunca o güne dair anımsadıklarımı da paketleyip, o kara deliğe göndermek isteğiyle doldum.
Başkalarına olanlar ve onların mücadelelerinden bu kadar uzağa savrularak toplumsal sözleşmemizi çoktan bozmuş olmanın yakıcı pişmanlığı ile kavruldum.
Biz ağabeysiz ablasız onlar da kardeşsiz kalıp savrulduk.
Acayip bir gündü…
O günün sloganı geçmiş ile yüzleşerek geleceğe umutla bakabilmek idi…
Mücadele azimleri ve cesaretleri ile ne çok şey anlattılar.
Barış ve yaşamanın bu kadar meşakkatli olduğu bir coğrafyada, hekim olmanın yalnızca hasta sağaltmak olmadığına dair gerçek, haliyle sert ve hüzünlü bir hikâye anlattılar.