Yaşadığımız yarıkürede en uzun gece zamanın içinden bir kez daha geçtikten hemen sonra yıl da bitecek.
Yılın son dolunayı kurşuni gri bir gökyüzünü aralayıp beliriyor. Gece yarısı uykumu bölen bir huzursuzlukla gözümü araladığımda penceremde belirmiş ay ile “griliği parlatmak geceyi aydınlatmaktan da güç olmalı “diye konuşuyorum.
Sonra gülerek kendime dönüp “karmakarışık dünya meseleleri içimi düğüm etmiş demek” diye söylenerek, geceyi tekrar uykuma örtmeye çabalıyorum.
Zannederim evrendeki bir gezegenden ziyade zihinlerimizin arafında yaşıyoruz artık. Zihinlerimize çökmüş umutsuzluklar, hımbıllaşmış umudun ufacık ayartmalarını gözlüyor.
Son aylarda katıldığım uluslararası ve ulusal tüm toplantılarda konuştuklarımız iki alt başlık ile beliriyor; yok oluşa sürüklenen yer küre ve bizi uzun bir ömür muradımıza kavuşturacak bilimsel buluşlar ve teknolojik gelişmeler.
İlginç bir geçişteyiz.
İnsan ortalama ömrünü uzatacak ve pek çok hastalığı sağaltacak gelişmeler gösterişli biçimde bir hız şeridinde belirmişken, yerkürenin yok oluşu da hızlanmış görünüyor.
Yaşayacak bir gezegenimiz kalmazsa biz de “uzay göçmenleri” oluruz artık diye söyleniyorum.
Yaşadığımız gezegene iyice yabancılaştık ya yok edişin parçasıyız ya da yok edilişe tümüyle kayıtsızız.
Bu yüzden nerede konuşlandığımızın ayrımında olduğumuz da pek söylenemez ya zaten.
Yaşlıların yaşamını çoktan ekonomiye kayıtlamış, ekonomiden taşanlardan kurtulmak için destekli intihar teşvikleri tartışan, genç olanları da savaş ve katliam sahalarına süren yaşlı adamlar bizi yaşadığımız dünyaya da birbirimize de iyice yabancılaştırıyor.
Bu da bizi dikenli tellerle çevrili zihinlerimize hapsediyor.
Tanıdık yabancılar arasında yabancılaşan tanıdıklarlayız.
Yaşlanmakta olan nüfusa hazırlanmak ile ilişkili oturumlarımızdan birinde, “İmmunoloji; Bağışıklık Bilimi” bölümünden olan akademisyen, yaşlanmanın bağışıklığımızın işleyişini bozduğunu anlatıyor.
Belki de bağışıklığımızın işleyişi bozulduğu için yaşlanıyoruz.
Zira kronolojik yaşın biyolojik varlığımızın olağan bir evresi olduğunu hiçbirimiz söyleyemeyiz.
Bilimdeki gelişmeler, bağışıklığımızın olağan işleyişini bozarak hasar biriktiren bu kusurun giderilebileceği yani yaşlanmadan uzatılmış bir ömür konusundaki tutkumuza göz kırpıyor.
Bu süreci “Bellek hücrelerinin artması ileri yaşa özgü bir durum ama bu genç, yani hızlı ve çevik olan, hücrelerin yolunu kapatıyor” diye anlatıyor
Ezcümle, yükü ağırlaşmış bellek hücrelerimiz, gündelik yaşamda sürekli karşılaştığımız yeni tehditlere, hastalık yapan mikroplara kıvrak ve etkili cevapların yolunu kapatıyor.
Bellek ne ilginç hakikaten, bir yandan “anımsanılanlar” ile korunuyor ama anımsadıklarımız yüzünden yaşlanıyor, kırılganlaşıyoruz.
Bu anlattıkları dış dünyada bizi yönetmekte olan savaşçı yaşlı adamların yolumuzu tıkayıp yaşamlarımızda asıl önemli olan gerçek ve etkili cevapları veremeyişimizin analoğu sanki.
İnsan sağlıklılığı ile ilişkili birikmekte olan bilgiler ise buna tezat yeni bilgilerin yolunu açıyor.
Diyabet, obezite gibi bazı hastalıklardaki dramatik artış, bu hastalıkların çözümünü bulana ödül vadedince, kar odaklı kuruluşların da iştahını kabarıyor.
Böylece o hastalıklara boca edilen fonlar ile sürdürülen araştırmalar hücre işleyişinin gizemini aralayarak başka bulgular ile birleşiyor.
Yalnızca kendisini ve kendisi için, çalışmakta olan insanın başka insanlara ve yerküreye olup bitene kayıtsızlığı ile umutsuzlaşacak olduğumda “geçicilik” ve “geçiş” sözcükleriyle teskin oluyorum.
Canlılığımızın süresi gezegendeki 24 saatin son bir saati kadar kısa olmasına karşın, yaşam diyalektiğini sezen ihtişamlı zihinlerimizin akıl yürütmesiyle vardığımız yere ulaşmak hiç kolay olmamıştır.
Bu nedenle unuttuğumuzu zannettiklerimizi, yolculuğu bizden daha kadim olan “varoluş gerçekliği”nin dokusuna işlemiş olduğumuza eminim.
İşte o yüzden de bir saniye bile olsa, canlılık için attığımız en önemli imzanın “simbiyoz” olduğu gerçekliğini anımsayamazsak ya diye endişelenmiyorum.
Benim için “bu da geçti işte” dediğim bu yıla katlanmak “bu da geçer elbet” sayıklamaları ile mümkün olduysa da insanlık için hiç geçmeyecek felaketlerin takvim yapraklarını yağmaladığı bir yıl oldu.
İnsanlık tarihi boyunca hep olmuş olduğu gibi demek daha yerinde olurdu.
Belki de hep böylece yani bildiklerimizin bizi getirdiği yeri unutarak yeni yerlere varmış ya da başladığımız yerde bıraktıklarımızı yeniden bulmuşuzdur.
Geçen yıl ekim ayı gibi Orta Doğu’da başlayan soy kırım vahşeti hastane, okul, çoluk çocuk, kadın, hamile kim varsa kattı önüne.
Ekim ayında ilk kez uğradığım Vietnam’daki Savaş Kalıntıları Müzesi’nin girişindeki yazıdan bir alıntı yapayım:
“Her ne kadar savaş için bir ağıt desek de bu savaştan geri dönen ve dönemeyenlerin anısına bir saygı duruşudur.”
O müzedeki tarihte yaşanmış en büyük soykırıma ilişkin, İki milyonu kadın ve çocuk üç milyon kişi vahşice ve nedensiz yere katledilmiş, okuduğum yüzlerce makale, seyrettiğim sayısız filme karşın vahşetin dehşetini o müzede duyumsayışım nasıl da bambaşkaydı.
Bu görüntüleri çeken ve o duvarlarda sergilenmesini sağlayan savaş muhabirlerinin anısına da saygı durmalıyız.
Şimdi bunun yerine yapay zekâ aracılı sahte görüntülerle savaşların alevleri harlanıyor.
Biz, milyonlarca tür ile birlikte olduğumuz bu kalabalık gezegende bağımsızlık, özgürlük ve bağışıklık sistemlerini korumak zorunda olan canlılarız.
Ama 21. yüzyılın hemen başındaki en önemli bilimsel buluşlardan biri olan “mikrobiyom” yani içimizdeki trilyonlarca tanıdık yabancıdan şunu öğrenmiştik; “bağışıklığımızı mikroplara karşı değil mikroplarla birlikte geliştirdik.”
Ve bağışıklığımız bir savunma değil korunma mekanizması.
Kırılmışlığını onarırsak ebedi gençliğe kavuşacağımız, işleyişi mükemmel değil ama ahengi mükemmel olan bağışıklığımızdan öğreneceklerimiz var.
Bu yıl bitiyor.
Fark ettim ki son onlarca yıl her biten yılın sonunda yüksek ihtimalle yaşanmışlıklarla yüklenmiş belleği silkelemek için geçip gitmekte olan yıla söylenmişim.
Demek ki daha iyisinin olacağından umudu hiç kesmemişim.
Ne diyor Eduarda Galeano:
“Hiçbir tarih dilsiz değildir, ne kadar yakarlarsa yaksınlar, ne kadar parçalarlarsa parçalasınlar, ne kadar yalan söylerlerse söylesinler, insanlık tarihi asla susmaz.”
Yalnızca umduğumuzdan iyi bir yıl olmasını diliyorum.
Esin Şenol kimdir? Esin Şenol, lise eğitimini TED Ankara Koleji'nde tamamladıktan sonra, tıp eğitimini Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 1987 yılında tamamlamış ve aynı yıl Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı'nda Araştırma Görevlisi olarak uzmanlık eğitimine başlamıştır. Aynı anabilim dalında 1992 yılında ihtisasını tamamladıktan sonra uzman olarak göreve başlamış, 1995 yılında yardımcı doçent, 1996 yılında doçent, 2003 yılında da profesör unvanlarını almış ve 2009-2013 yılları arasında anabilim dalı başkanlığı yapmıştır. 1999 yılında Tufts University, New England Medical Center, Boston/MA'da "Kemik İliği Transplantasyon Ünitesi"nde Research Fellow (Araştırma Asistanı) olarak çalışmıştır. Halen kanser hastalarının infeksiyon izleminde konsultan olarak görev yapmakta ve bu konuda araştırmalarını sürdürmektedir. Prof. Dr. Esin Şenol, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Enfeksiyon Hastalıkları Ve Klinik Mikrobiyoloji Anablim Dalı Öğretim Üyesidir. Ayrıca bağışıklama ve özellikle erişkin aşılması ile ilgili çalışmalar yürütmekte olup, Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı bünyesinde Türkiye'deki ilk "Erişkin Aşı Merkezi" kurmuştur. 2013 yılında KLİMİK (Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları) Derneği alt grubu olarak, Erişkin Bağışıklama Çalışma Grubu (EBÇG) kurmuş ve halen başkanlığını yürütmektedir. Ayrıca; Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Komite (2005-2007), Gazi Üniversitesi Akademik Değerlendirme ve Akreditasyon Ofisi (GÜADEK) –Kurucusudur (2005-2007). Gazi Üniversitesi - Avrupa Üniversiteler Birliği ve Bolonya Süreci Kurucusu (2005-2007) ve Febril Nötropeni Derneği Genel Sekreterliği (2005-2011) yürütmüş olduğu diğer görevlerdir. TTB_Pandemi Çalışma Grubu üyesidir. ATO Onur Kurulu Üyesi olarak çalışmıştır (2020-2022). ATO-Yönetim Kurulu Üyesi (2006-2008) olarak çalışmıştır. Halen T24 ve Birgün Gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır. Yabancı dili İngilizce olup evli, 1 çocuk annesidir. Dünya Kitle İletişim Vakfı tarafından gerçekleştirilen 31. Ankara Uluslararası Film Festivali (3-11 Eylül 2020) ve 32. Ankara Film Festivalı (4-12 Kasım 2021) Düzenleme Kurulunda yer almıştır. 33. Ankara Film Festivalı (3-11 Kasım 2022) Düzenleme Kurulundadır. İlgi alanları, sinema, yelken ve edebiyattır. |