Şimdi olup bitmekte ve ölüp yitmekte olanlara rağmen önümüze ısrarla "14 Şubat Sevgililer Günü" mesajları düşer.
O mesajlar bilhassa erkekleri, sevdiği kadına pırlanta cinsinden bir değer biçmeye davet eder.
Soğuk mu soğuk bu kış mevsiminde, kendisine kayıtlı hane nüfusuna bakmakla yükümlü olanların iş cinayetlerini göze alarak çalışmaya gittiği, buna rağmen ısınmaktan, karnını doyurmaktan aciz olduğu, göze dokunan güzel kadınların camlardan atıldığı bu coğrafyada, eski normal rutinlerinin eteğine yapışanlar, bu günü paket paket kutlayacaklardır kuşkusuz.
Eski bir evimizde, o vakitler eşim ve ben 30'lu yaşları henüz geçmiş ve çok meşakkatli bir hayatın içinde koşturarak yuvarlanmakta iken karşı komşumuz olan ekonomik düzeyi bizden iyi, çalışma koşulları daha rahat görünen çiftin erkek olanı, tüm özel günlerde eşine kocaman çiçekler ve hediye paketleri yollardı.
Yollarımızın fakültede kesiştiği eşim ve ben ise tüm hayatımızı ilmek ilmek çalışa çabalaya dokumaya uğraşmaktan böyle özel günlerin seremonisine pek zaman ayıramıyorduk.
Hiçbir zaman, beklenti içinde olmadığım halde karşı evdeki ihtişamlı seremoniler ile dudaklarım hafifçe büzülürdü.
Sonra bir gece, kapımda korkunç bir gürültü ile irkildim.
Adam kadını saçından tutmuş duvarlara ve bazen de benim kapıya vuruyordu.
Panik halinde karakolu aradım ve o evde şiddetin sık olduğunu öğrendim.
Sevmeyi bilmeyen, aşkı hiç beceremeyen bir coğrafyanın ikliminde yaşıyoruz.
Çoklukla unufak eden ölümcül bir sahiplenmeyi hatta daha çok Müslüm Gürses'in şarkılarındaki gibi ölünen ya da öldüren bir cendereyi, aşk, sevda zannediyorlar.
Yaşamları daha konforlu olan küçük bir azınlık için ise aşk, çoğalmayan, ışıltı saçmayan, çoğunlukla geçici bir heves ve sahip olma arzusunu aşmayan sevgililikler olarak başlıyor.
Emek isteyen, zorlu koşullarda dayanışmayı gerektiren aşk, pırlantalarla, güllerle başlasa bile sürdürülemiyor.
Pandemiden önce, ılık bir yaz akşamı Ankara'daki iyi bir restorana yemeğe gitmiştim.
Hollywood filmlerindeki gibi süslenmiş iki kişilik bir masa hazırlanmıştı.
Restoran sahibesi "Birazdan bir evlenme teklifi yapılacak" dedi.
Biz yaşlardakilere uygun olan o yere otuz yaşın altında gencecik bir çift girdi ve o masaya oturdular.
Teklif başlayamadan kızın masayı terk etmesiyle bittiğinde ise içimden "Ben olsam böyle yapay bir teklife evet demezdim" diye düşündüğüm için suçluluk duyduğumu itiraf ediyorum.
Pandemi ile ise çoğumuzun hayatları kaba bir yalınlığa dönüştü zaten.
Aşka tesadüf etmek isteyenler ya evden çalışıyor ya da evden okuyorlar.
Ara sıra yabancı basında, tanışma ve flört etme koşullarının değiştiğinden, hiç bir araya gelmeyi düşünemeyecek insanların pandemide tesadüfen başlayan birlikteliğine dair örneklerden, boşanmaların arttığından söz eden makaleler okuyorum.
Bizim ülkede ilişkilere dair bir yazı bir analiz okumadığım gibi, benim iyice daralan ve katmanları azalan yeni yaşamımda da böyle bir gözlem yapabilmem mümkün değil.
Yazılıp, çizilmese de yeni buluşma noktalarının sosyal medya olduğu aşikâr.
Bu arada izlerken beni ürperten Netflix'teki "Tinder Avcısı" belgeselini kuvvetle öneririm.
Sosyal ağlar ile buluşmalar neye evrilecek diye düşünmeden edemiyor insan.
Aslında aşkı, insanoğlunun yaşayabileceği bu en yüksek ritmli duyguyu anlatmayı edebiyatçılara, sanatçılara bırakmak daha iyi.
Materyal olan evrene dayanmamızı sağlayan, varlığımızı bir başkasının gözünden görünür kılan, benlik arama yolculuğuna eşlik eden aşkı en güzel anlatanlardan okumuşluğum, dinlemişliğim çoktur.
Mesela Elizabeth Smart'ın "Merkez İstasyonu'nda Oturup Ağladım" kitabındaki "Beni kalbinin üzerine bir mühür gibi bas, kolunun üzerine bir mühür gibi, çünkü aşk ölümden güçlüdür" cümlesinden daha güzel nasıl anlatılabilir ki?
Çünkü gerçekten de aşk ölümden güçlüdür.
Benim için ise aşk, Michael Haneke'nin "Amour" filminde, Gabriel García Márquez'in "Kolera Günlerinde Aşk" kitabında anlattığıdır.
"Aradan tam elli bir yıl, dokuz ay, dört gün geçmişti. Unutmamak için bir hücrenin duvarlarına her gün bir çizgi çekmek zorunda kalmamıştı; çünkü tek bir gün bile geçmemişti ki onu anımsatan bir şey olmasın." (Marquez, Kolera Günlerinde Aşk)
Ama ben yaşadığımız ülke ve zaman uzamında, bu salgınlı günlerde "aşk" sözcüğünü en çok yazının başlığındaki "aşk olsun" kalıbına yakıştırıyorum.
Hani şu Can Yücel'in, Türkiye'de devrim denilen bitimsiz koşunun en güzel yüz metresini koşan Deniz Gezmiş için yazdığı "Aşk Olsun Sana Çocuk" şiirindeki manasındaki "aşk olsun".
Aşk olsun hepimize, bir memleketi aşksız bıraktık.
Aşk olsun size ki "Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk" diyen Sezen'e bile "Belki de Aşk Lazım Değil" şarkısını söylettirdiniz.
Bu şarkıdan alıntıyla bitirirken, öyle yaralanıyoruz ki aşk da artık başka bir şeye benzeyecek.
Tanıdım yarandan
Aynı silahtı beni vuran,
Affettim vurulurken,
O daha fazla öldü benden