Gelin birlikte bir ülke hayal edelim. Yemyeşil olsun. Ağaçlar, sık ormanlar, nehirler… Dağlar, ovalar… Kocaman bir ülke olsun bu. Koskocaman… Her yerinden sular fışkırsın. O sular dünyanın en geniş ve en verimli arazilerini sulamakta kullanılabilsin. Bol yağışlı iklimi sayesinde tarıma uygun dekarlarca alanı olsun.
Bunlar yetmesin, yerin altı da yerin üstü kadar zengin olsun. Başta altın olmak üzere dünyanın en değerli madenleri burada bulunsun. Sadece yerin altındaki madenlerin potansiyeli bile o ülkeyi mutlu mesut geçindirebilecek büyüklükte olsun.
Kültürü çok kadim ve zengin kaynaklardan beslensin. Dünyanın en yaşlı toprakları üzerinde 250’den fazla etnik kökenden insan yüzlerce farklı dili konuşsun. Dansları, giyim kuşamları göz kamaştırsın.
Tamam, şimdi bir ülke daha düşünelim. Bu ülke ise çok ama çok fakir olsun. Çok! Ülkenin üçte ikisi günlük 2 dolarla yaşamaya çalışsın. Dünya ortalaması 1000’de 26 iken bu ülkede her 1000 çocuktan 62’si hastalıklar ve açlık nedeniyle hayatına devam edemiyor olsun.
Bu koskoca ülkede internete her beş kişiden sadece bir kişi erişebilsin. Savaşlar, kırımlar, toplu katliamlar bu ülkeden hiç ama hiç eksik olmasın. Son otuz yılda altı milyon insan savaş nedeniyle hayatını kaybetmiş, altı milyondan fazla insan ise yerinden yurdundan edilmiş olsun…
Bulaşıcı hastalıklar, ilaçsızlık nedeniyle bu ülkede neredeyse sağlıklı insan görmek mümkün olmasın. Yaşam süresi ortalaması dünyanın çok altında kalsın. İşsizlik almış başını gitmiş olsun. Topraklar ekilmesin. Elektriğe erişilemesin.
Şimdi soruyorum size: Sizce hayal etmeye çalıştığımız bu iki ülke aynı yer, aynı ülke, aynı coğrafya olabilir mi?
Beyaz adam öyle isterse… Evet! Olabilir.
Burası Kongo Demokratik Cumhuriyeti… Sahra altı Afrika’nın yorgun coğrafyası… Siz onları eski adlarıyla, Zaire olarak hatırlıyor olabilirsiniz.
Kongo yaklaşık otuz yıldır devam eden bir savaşın yorgunu. Yüz milyon nüfusa sahip bu ülkede altı milyon insan öldü, bir o kadarı yerinden oldu. Kim niye savaşıyor, kim ne istiyor o kadar karışık ki… Ülkede 120’den fazla silahlı örgüt var. Her birinin derdi farklı. Birleşmiş Milletler ve ABD tarafından Kongo’daki en büyük ayrılıkçı silahlı örgüt M23’ün arkasında komşu Ruanda’nın olduğu iddia ediliyor. Ruanda bu bağlantıyı reddediyor.
Kongo’da kadar çok fraksiyon var ki, geçen hafta seçim yaptılar, orada bile başkanlık için 19 aday çıktı. Seçimde sandık güvenliği tabii ki sağlanamadı, toplam sayısı 44 milyon olan seçmenlerin önemli bölümü güvenlik sorunu nedeniyle oy kullanamadı. Bu nedenle oy kullanma süresi bir gün uzatıldı. Birleşmiş Milletler’in seçim gözlemcileri bile bu güvenlik sorunu nedeniyle ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.
Perşembe akşamı sandıklar kapandı ama hala sonuçlar belli olmuş değil. Muhalif adaylardan beşi sandık yolsuzluklarının önü alınmadığı için seçim sonuçlarını kabul etmeyeceklerini, önümüzdeki çarşamba günü büyük bir yürüyüş düzenleyeceklerini açıkladı. Öyle görünüyor ki, bu seçim denemesi de dertlere deva olamadı.
Kongo seçimlerinden (AA)
Dünyanın en zengin madenleri Kongo’da. Altın, elmas gibi değerli, çok değerli madenler bir yana, “koltan” denilen ve cep telefonlarında, dizüstü bilgisayarlarda, nükleer enerjide ve daha pek çok yerde kullanılan madenin en büyük yatakları burada. Bir lütuf gibi onların topraklarına bahşedilen bu madenler aslında Kongo’nun laneti… Hiçbir zaman kendisinin sahip olamadığı zenginliğinin bedelini ödüyor Kongo. Yıllardır ödüyor. On yıllardır ödüyor. Kanla, savaşla, gözyaşıyla ödüyor.
Kendisinden yüzölçümü olarak 80 kat küçük Belçika’nın sömürgesi olarak yıllar boyunca etinden sütünden istifade edilen bu kadim topraklar, sömürgeciliğin kağıt üzerinde ortadan kalmasıyla birlikte bu kez güzelliğinin bedelini iç savaşla ödemek zorunda bırakıldı, bırakılıyor.
Kimi ararsanız orada… ABD, İngiltere, Fransa, Belçika, Rusya… (Tabii ki Wagner) Her biri farklı bir grubu destekliyor, her biri farklı bir çıkar çatışmasından istifade ediyor. Bizlere medeniyet, insanlık reçeteleri çıkaran bu demokrasi havarisi ülkeler Kongoluların yıllardır birbirlerini satırlarla doğramasına sadece sessiz kalmıyor, bu karışıklığa yol açan politikaları perde arkasından manipüle etmeyi sürdürüyor.
Hikâyenin en kanlı ve akıllara sığmayacak kısmı Kongo’nun düşman kardeşi Ruanda’da başlıyor aslında. Ruanda’da Hutular ve Tutsiler adındaki iki halk arasındaki düşmanlık, Batı ülkeleri tarafından körükleniyor. Önce daha düşük sayıdaki Tutsilerin arkasında duruyor Batı ülkeleri. Daha sonra Hutuların.
Aslında kimin Tutsi, kimin Hutu olduğunu bilen de yok. Tutsi ve Hutu milliyetçiliği profesyonel eller tarafından yıllar içerisinde incelikle dizayn ediliyor.
Tutsilerin fiziksel olarak daha uzun boylu ve daha narin olduğu söyleniyor örneğin. Yetmiyor, bazı zengin Hutular da Tutsi olarak geçiyor kayıtlara… Şaka yapmıyorum.
Önce yönetim Tutsilerdeyken Hutular zulme uğruyor. Bir süre sonra “demokrasiye” geçiş mecburiyeti ortaya çıkıyor. Böyle olunca Fransa, Belçika, İngiltere, ABD gibi ülkelerin yer aldığı blok bu kez sayıca üstün olan Hutulara destek vermeye başlıyor.
Ruanda’da Hutuların iktidarı 1994 yılında tarihin gördüğü en büyük katliamlardan birine, Ruanda Soykırımı’na dönüşüyor. Öyle ki, aşırı milliyetçi Hutular sadece Tutsileri değil, ılımlı Hutuları da satırlarla doğruyorlar. Evet, satırlarla… Silah ambargosu nedeniyle Çin’den sipariş edilen satırlarla 100 gün içerisinde 800 bin kişi katlediliyor.
Bugün işine gelmediği coğrafyalarda kedinin kuyruğuna basılsa ortalığı ayağa kaldıran Batı’da örneğin Fransa’nın meşhur Cumhurbaşkanı François Mitterand, 12 Ocak 1998’de Le Figaro gazetesine verdiği demeçte “O ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil” diyor. Diyebiliyor.
Seçim merkezi çevresinde toplanan vatandaşlardan Tshisekedi'ye destek gösterisi (AA)
Fransa’nın soykırımı önceden bildiği ve hiçbir şey yapmadığı iddiası soruşturmalara konu oluyor devamında. ABD ve Fransa’nın engellemeleriyle Birleşmiş Milletler’in bu soykırıma müdahale etmesinin önüne geçildiği yazılıp çiziliyor.
Daha sonra bu soykırıma dahil olan Hutuların bir kısmı Kongo’ya kaçıyor. Kongo bugün işte bu “icat edilen” Tutsi-Hutu kavgasının bedelini ödemeyi sürdürüyor. Ülkenin doğusundaki Tutsi gruplara komşuları Ruanda ve Uganda’nın destek verdiğini söylüyor. Ruanda’yla bu yılın ocak ayından bu yana savaş durumu sürüyor.
Dedim ya, ülkede kim kimi kesiyor, niçin kesiyor, kim kimin tarafında belli değil. Seçimlerde şimdiye dek açılan sandıklarda mevcut Başkan Felix Tshisekedi’nin önde olduğu söyleniyor. Tshisekedi, Ruanda’yla savaş konusunda kararlı görünüyor. Yani anlayacağınız Kongo’da iç ve dış güçlerle savaş bitecek gibi durmuyor.
Sezen Aksu’nun dediği gibi: “Her şeyin bedeli var… Güzelliğinin de…” Kongo güzelliğinin bedelini açlık, sefalet ve kanla ödüyor. Sezen “Bir gün gelir ödenir, öde” diyor. Günler gelip geçiyor, Kongo’nun ödediği bedel bir türlü bitmiyor, bitemiyor.
Kongo’nun zenginliklerinde gözü olan hiç kimse oradaki savaşın bitmesini istemiyor. Herkes kendi “adamının” iktidara gelmesinin hesabını yapıyor. İktidara gelemese bile, ülkeden kaçak yolla çıkaracağı madenleri aramaya devam edebileceği bir parça toprağı elinde tutması için silahlı gruplara yardım etmeyi sürdürüyor.
Kimsenin Kongo’da demokrasiyi tarif etmeye, silahlı grupları barıştırmaya niyeti yok. Aksine aslında gerçekte var olmayan bir “farklılığı” körükleme çalışması tüm hızıyla sürüyor. “Sen uzunsun, o kısa… Eh, o zaman haydi öldürün birbirinizi” politikası çalışmaya devam ediyor. Bir gün Kongo’nun, Ruanda’nın ve Uganda’nın silkinip, kendine gelip, kendilerine içirilen “sahte milliyetçilik” iksirinin tesirinden kurtulmayı başarması bölgeyi yıllardır sömürenlerin kâbusu olmayı sürdürüyor.
Hep aynı hikâye… Filler tepişiyor, çimenler eziliyor. Üstelik filler bir yerde tepişirken, çimenlerin kendi aralarında hayali sebeplerle kavga etmeyi sürdürmesini arzu ediyor. “Medeniyet” istediği yere insan hakları, demokrasi satıyor; bir başka yerde cellatlığa soyunduğunda hesap vermek istemiyor.
“Demokrasi 101” dersini üçüncü dünyadan esirgemeyen “medeniyet”, korktuğunda Brüksel Meydanı’nda Rusya’yı protesto etmek için Dostoyevski kitapları yakıyor.
Gazzeli çocuklar için sesini çıkaranlar Londra’da, Paris’te, Berlin’de semaya uzanan gökdelenlerden kovuluyor. Yapay zekayla yönetilen aşırı akıllı kapılar Filistin’de yaşananlara tepki gösterenlerin suratlarına kapanırken, o kapıların diğer tarafındaki herkes “ifade özgürlüğü” kavramını ilk defa duymuş gibi bir tavır takınıyor.
Ve belki de biz şu iki soruyu kendimize sormayı sıklıkla unutuyoruz: Bu iki yüzlü tarihin herhangi bir noktasında sahiden insan olmayı başardık mı? Yoksa o tarihi yazanlar, bu iki yüzlülüğün insanlığın hamuru olduğunu bizden daha mı iyi biliyor?
Eray Özer kimdir? Eray Özer ODTÜ’de psikoloji okudu, sosyoloji hatmetti. Akabinde Bilgi Üniversitesi’nde yüksek lisans, Anadolu Üniversitesi’nde ise tez aşamasına takılan bir doktora ile akademik hayattan bir türlü elini eteğini çekemedi. Hatta iki yıl boyunca Kadir Has Üniversitesi’nde sosyoloji dersleri verdi. Meslek hayatına Radikal Gazetesi’nde başladı, kısa süreli televizyon haberciliği deneyiminin ardından Doğuş Dergi Grubu’nda devam etti. Son olarak ise Cumhuriyet hafta sonu eki Sokak’ı çıkaran ekipte yer aldı. Radikal, Birgün, Cumhuriyet ve Diken’de yazdı. Yaklaşık dört sezondur devam eden bir podcast içeriği hazırlıyor. Buzdolabının tarihinden Yapay Zekâ’ya, Roman halkının hikâyesinden Kayıp Kıta Mu’ya birbirinden farklı konular hakkında hiç bilinmeyenlerin anlatıldığı "Yeni Haller" ismindeki podcast yayınına Spotify'dan veya tüm podcast uygulamalarından ulaşabilirsiniz. |