Yazı işleri müdürümüz Ozan geçenlerde sohbet ederken, “Senden UnitedHealthcare CEO’su suikastı ve sonrasında olanlara ilişkin bir yazı beklerdim” dedi.
Açıkçası Ozan’ın böyle düşünmesi hoşuma gitti. “Sanırım nelere ilgi duyduğumu, okuyuculara neleri anlatmak istediğimi bir nebze de olsa ifade edebilmişim” diye geçirdim içimden.
Haklıydı da Ozan. Suikast ve sonrasında yaşananlar sahiden de tam bana göre birtakım tartışmaları başlatmıştı.
Bir yandan da beklemek iyi oldu. Yaşanan olay bir acayipse, sonrasında olanlar on acayipti. Gelin Amerika tarihinin, etkisi itibarıyla, en acayip suikastlarından biri üzerine birlikte düşünelim bu hafta.
UnitedHealth Group 460 milyar dolarlık devasa bir şirket. Dünyada gelirlerine göre en büyük şirketler listesinde dokuzuncu sırada.
Grup sağlık sigortası ve sağlık hizmetleri sektörlerinde hizmet veriyor. Sigorta işleri UnitedHealthcare, sağlık hizmetleri ise Optum markaları altında toplanmış.
UnitedHealthcare’in CEO’su Brian Thompson 4 Aralık’ta New York, Manhattan’da sokak ortasında silahlı saldırıya uğradı ve yaşamını yitirdi.
UnitedHealthcare’in CEO’su Brian Thompson
Thompson suikastını ABD’de gerçekleşen pek çok silahlı saldırıdan ayıran şey ise suikastçının profili oldu.
Olaydan beş gün sonra yakalanan katil zanlısı Luigi Mangione benzer saldırıların faillerine hiç ama hiç benzemiyordu.
Mangione, ABD’nin en üst düzey üniversitelerinden birinden, Ivy League (Sarmaşık Ligi) okullarından Pensilvanya Üniversitesi’nde mühendislik okumuş; bilgisayar ve enformatik alanında yüksek lisans yapmış; yolu yine eğitim için Stanford Üniversitesi’ne düşmüş iyi eğitimli, yakışıklı ve saldırıya kadar suçla ilişkisi olmamış biriydi.
Üstelik hali vakti epey yerindeydi. Ailesi Maryland eyaletinin zenginlerinden, tanınmış bir aileydi.
Mangione’nin benzerlerinden farklı olarak oldukça aktif ve gayet normal görünen sosyal medya hesapları vardı.
Sosyal medyasında yahut şimdiye kadar ortaya çıkan tanıklıklarında radikalizme savrulduğuna dair herhangi bir emare yoktu - Unabomber olarak bilinen Ted Kaczynski’den yaptığı bir alıntıyı saymazsak.
Sıkı bir kitap okuyucusuydu. Yardımseverdi. Paylaşmayı seven, sosyal bir insan portresi çiziyordu.
Sadece saldırıdan yaklaşık altı ay önce derin bir sessizliğe büründüğü, çevresiyle ilişkilerini kısıtladığı anlaşılıyordu. Hatta öyle ki, arkadaşlarından biri Mangione’nin X hesabındaki gönderilerinden birinin altında “Sen nerelerdesin? Kayboldun gittin son zamanlarda” minvalinde bir mesaj bırakmıştı.
Peki o zaman Luigi Mangione bu saldırıyı neden yapmış, dünyanın en büyük şirketlerinden birinin CEO’sunu, Amerikan sağlık endüstrisinin en tepesindeki insanı neden öldürmüştü?
26 yaşındaki zanlı Luigi Mangione
Yakalanmasından sonra Mangione’nin çok da uzun olmayan manifestosu ele geçirildi. 26 yaşındaki bu genç adam “ülkesi için çalışan yetkililerin fazla vaktini almak istemediği için” kısa tutacağını belirttiği açıklamasında eylemi tek başına gerçekleştirdiğini, teknolojik bilgilerinin bir mühendis olmasından dolayı sıkı koruma altında olduğu -ve dolayısıyla oradan çok bir şey çıkmayacağını-, buna karşın ele geçirilen spiralli defterdeki notlarının olayın aydınlatılmasında yardımcı olabileceğini ifade ediyor; yaşattığı travmalar nedeniyle özür diliyordu.
Fakat Mangione’ye göre “bu parazitler başlarına gelen şeyi hak etmişlerdi” çünkü “Amerika dünyanın en pahalı sağlık sistemine sahip olmasına karşın ortalama yaşam süresinde 42. sıradaydı.”
“UnitedHealthcare gibi şirketler çok güçlenmişler ve muazzam kârlarla haklı suistimal etmeye başlamışlardı çünkü Amerikan halkı buna müsaade etmişti.”
Mangione’nin manifestosu aşağı yukarı bu kadardı. Bir yerde ABD’li yönetmen Michael Moore’a gönderme yapıyor, onun daha önce sağlık sisteminin çürüyen yapısını kendisinden daha sağlam delillerle dile getirdiğini belirtiyordu. Katil besbelli Moore’un 2007’de çektiği “Sicko” belgeselinden bahsediyordu.
Fakat asıl hikâye Amerikan toplumu suikastın şokunu atlatınca başladı.
Katilin profiline, yakışıklı bir genç oluşuna manifestosunda belirttiklerinin haklılığı da eklenince sosyal medyada bir anda Mangione’ye destek yağmaya başladı.
Üstelik sadece ABD değil, dünyanın her yerinden geliyordu bu destek.
“Ellerine sağlık” diyen mi ararsınız, “Bizim yapamadığımızı yaptın” diyen mi…
Konu kriminal bir vakadan çıkıp sosyolojik bir vakaya dönüştü ve sosyologlar, siyaset yorumcuları, tarihçiler bu konuda kalem oynatmaya başladı.
Suikasta dair detaylar ortaya çıktıkça genç katil hakkındaki efsane de giderek büyüdü. Olay yerinde bulunan mermi kovanlarında “Delay”, “Deny” ve “Depose” yazıyordu. “Delay” ve “Deny” sırasıyla “gecikme” ve “inkar” demekti, Luigi Mangione belli ki sigorta şirketlerinin hastalara hastane masraflarını ödememek için yaptıkları taktiklere gönderme yapmıştı. “Depose” ise “bir mevkiden aniden uzaklaştırma” anlamına geliyordu, yani cinayete gönderme yapıyordu. Gecikme ve inkârın sonucu aniden uzaklaştırma olur, diyordu katil.
Peki, suikastın acımasızlığı bir yana, Luigi Mangione Amerikan sağlık sistemi hakkında söylediklerinde yanılıyor mu? Kendi de kronik sırt ağrılarından ve omurga problemlerinden ötürü sağlık sisteminin güçlükleriyle yüzleşmek zorunda kalmış bu genç adamın argümanlarını “şuurunu yitirmiş bir kişiliğin hezeyanları” olarak okuyup geçmek mümkün mü?
Birkaç veri paylaşayım:
ABD’de 2023 yılında yapılan bir araştırmaya göre doktorların yüzde 94’ü tedavi öncesi sigorta onay süreçlerinin tedaviyi sekteye uğrattığını söylüyor.
Yüzde 78’ine göre bu yüzden tedaviyi yarıda bırakanlara sıkça rastlanıyor.
Her dört doktordan biri onay süreçlerinin ölümcül sonuçlara neden olduğunu düşünüyor.
Yine bir başka çalışmaya göre ABD’de reddedilen sigorta sağlık harcamalarının oranı 2022-2024 arasında yüzde 31 artış gösterdi.
Ve son olarak bir diğer araştırmaya göre Amerika’da siyah bebeklerin ölüm oranı diğer bebeklere göre 2,5 kat fazla.
Yani rakamlar Mangione’nin argümanlarının içi boş olmadığını gösteriyor. Dünyanın süper gücü olarak kendini tanımlayan bir ülke, yılda kişi başı 12,500 dolar sağlık harcamasına rağmen sağlıkta yerlerde sürünüyor.
Hal böyle olunca bir katil işlediği cinayetten ötürü tarihte almadığı kadar övgü alıyor.
Aralarında Zeynep Tüfekçi’nin de olduğu bir grup sosyolog bu olay sonrası katile yapılan övgüleri kaleme alırken içinde bulunduğumuz dönemi ABD’de İç Savaş sonrasına, yani 1870-1900 arasında yaşanan kaotik zamanlarla kıyasladı.
Mark Twain ve Charles Dudley Warner’ın romanlarından ilhamla bu döneme “Yaldızlı Çağ” denmişti. “Altın Çağı”na göndermeyle; teknolojik gelişmeler, aniden çok zengin olanlar, sonradan görmeler ve aynı zamanda yoksulluk, sefalet ve açlıkla birlikte suçun da patlama yaptığı yıllardı.
Tüfekçi, Amerikan toplumunun daha önce haksızlıkları silahla çözmeye hiç bu kadar yakın olmadığına dair örnekleri ve Mangione’nin nasıl bir sevgi çemberine alındığına ilişkin çeşitli istatistikleri sıraladığı yazısını “alarm zilleri çalıyor, dikkatli olmalıyız” diye bitiriyordu.
Tüfekçi’ye eleştiri getiren Stanford tarihçisi Richard White ise bu iki dönemin kıyaslanamayacağını söylüyordu. White’a göre bugün durum daha kötüydü.
Zira Yaldızlı Çağ’da bir reform umudu ve çabası vardı.
19. yüzyılın sona ermesiyle birlikte yaşam süreleri artmaya, bebek ölümleri azalmaya başlamıştı. Bugün tam tersi yaşanıyordu. Tüm veriler bir geriye gidişi işaret ediyordu.
İşte bu sebeplerden ötürü bugünü 150 yıl öncesiyle kıyaslamak sağlıklı değildi.
Peki, bunlardan bize ne?
Öyle ya, söz konusu ABD olduğunda bizim memlekete “beter olsunlar” duygusu hakimdir genelde.
Ama kazın ayağı öyle değil. Bozulan ekonomi, kötüleşen sağlık sistemi, kaybolan kurumlara inanç deyince aklımıza sadece Amerika gelmiyor maalesef.
Aşağıya inen yürüyen merdivenlerin sağ tarafında beklemeyi tercih eden gençlere metroda her gün şahit oldukça düşünüyorum: Ne zaman bu kadar yorulduk?
Yerinde duramaması, kabına sığamaması gereken yaştaki kadınlar, erkekler ne ara bu kadar yıldılar da vazgeçtiler yaşamın o tatlı telaşından?
Peki, bunca yılgınlıkla ayağa kalkabilir mi bu halk? Belini doğrultabilir mi tekrardan?
Değişim için gereken enerjiyi, çabayı, sebatı ve ısrarı yüz yıl önce olduğu gibi yeniden devşirebilir mi umutsuzluklarından?
Bilemiyorum…
ABD’de yaşanan olay yaşam şartlarının tetiklediği bir deliliğin, şuur kaybının ve şiddet ihtiyacının alt sınıflardan orta sınıflara doğru kaydığını göstermesi açısından görmek isteyen için pek çok ders taşıyor.
Zira orta sınıfta yaşanacak bir toplumsal patlama öncekilere benzemeyecektir.
Bugün toplumun ekonomisine, kültür endüstrisine, tüketim alışkanlıklarına orta sınıfın refleksleri ve tercihleri yön veriyor.
Buradan yayılacak bir şiddet dalgasının etkisi Türkiye’de de başka coğrafyalarda da geçmişteki benzerlerinden çok ama çok daha yıkıcı olacaktır.
İyi haftalar.
Eray Özer kimdir?Eray Özer ODTÜ'de psikoloji okudu, sosyoloji hatmetti. Akabinde Bilgi Üniversitesi'nde yüksek lisans, Anadolu Üniversitesi'nde ise tez aşamasına takılan bir doktora ile akademik hayattan bir türlü elini eteğini çekemedi. Hatta iki yıl boyunca Kadir Has Üniversitesi'nde sosyoloji dersleri verdi. Meslek hayatına Radikal Gazetesi'nde başladı, kısa süreli televizyon haberciliği deneyiminin ardından Doğuş Dergi Grubu'nda devam etti. Son olarak ise Cumhuriyet hafta sonu eki Sokak'ı çıkaran ekipte yer aldı. Radikal, Birgün, Cumhuriyet ve Diken'de yazdı. Yaklaşık dört sezondur devam eden bir podcast içeriği hazırlıyor. Buzdolabının tarihinden Yapay Zekâ'ya, Roman halkının hikâyesinden Kayıp Kıta Mu'ya birbirinden farklı konular hakkında hiç bilinmeyenlerin anlatıldığı "Yeni Haller" ismindeki podcast yayınına Spotify'dan veya tüm podcast uygulamalarından ulaşabilirsiniz. |