Gelin bugün son dört buçuk yılımızın basit bir muhasebesini yapalım.
Önce pandemi vurdu bizi. Tüm dünya gibi biz de evlerimize kapandık.
Hayatta hiç tecrübe etmediğimiz türden bir korku yaşadık. Öleceğimizi sandık.
Tuhaf obsesyonlar geliştirdik. Her baktığımız yerde mikrop, hastalık görmeye başladık.
Ölmemek için tüm toplumdan izole olmak zorunda kaldık.
O geçti, yavaş yavaş sokağa alışmaya başlarken dünyanın en büyük felaketlerinden biri geldi başımıza.
Ülke nüfusunun beşte birinin yaşadığı bir coğrafya yerle bir oldu.
Yüzbinlerce insan öldü.
Kara kışın ortasında televizyon ekranlarından binlerce insanın sefaletine şahit olduk.
Depremin bu ülkenin neredeyse tamamını tehdit eden bir afet olduğunu anladık.
Anladık ki tüm hayatımız her an yerle bir olabilir, o ana kadar bildiğimiz yaşamımız bir günde bambaşka bir şeye dönüşebilir.
Sonra iki seçim girdi araya… Olmayan videolar eşliğinde mitinglerde “deepfake”in hayatın gerçeğine dönüşmesini izledik. Muhalefet liderini bir anda Kandil’de PKK’lılarla yan yana gördük.
Hissettik ki hayatımızın bir günde bambaşka bir şeye dönüşmesi için bir doğal afet olmasına yahut bizim bir şey yapmamıza bile gerek yokmuş: Birisi bir gün bir video yayınlar, o videodaki biz olmasak da insanlar biz olduğumuza inanır ve kader bir anda yeniden yazılır. Öylece dururken.
Semih Çelik'in öldürdüğü Ayşenur Halil ve İkbal için Edirne Kapı surlarında yapılan eylem
Sonra Hamas’ın 7 Ekim saldırıları oldu. Ve arkasından İsrail’in bombaları geldi.
Bir ülkenin, bir kentin bombalar altında yok oluşuna tanıklık ettik.
Bombaların adres sormadığını gördük. Masumların canının alınabileceğini, bebek, çocuk, kadın demeden hepimizin bir gün bombaların altında kalabileceğini idrak ettik.
Aynı esnada bir ekonomik kriz vurdu tüm ülkeyi.
Kiralar fırladı, şehir merkezlerine yaşamak imkânsız hala geldi, maaşlar kuş kadar kaldı, firmalar battı, eve ekmek götürmekte zorlanan, yoksulluktan canına kıyan insanlar görmeye başladık.
Derken tüm bu saydıklarımın da etkisiyle bambaşka bir şiddet dalgası sardı ülkeyi.
Sosyal medyada her gün birilerinin infaz görüntülerini izlemeye başladık.
Mafyalaşmaya özenen serseri gruplardan tutun devlet otoritesinin bir kısmını arkasına alarak talana kalkan daha organize gruplar, trafikte markette tartıştığına kurşun yağdıranlar, parkta bahçede insan bıçaklayanlar, gözüne kestirdiğinin malına mülküne çökenler sardı ortalığı.
Bu esnada sanki birileri toplumun sinir uçlarına ısrarla basmak istiyormuş gibi, ülkenin başka büyük derdi tasası yokmuş gibi sokak hayvanları yasasını değiştirmeye kalktılar.
Katledilen insan görüntüleri yetmezmiş gibi bu defa katledilen hayvan görüntüleri çıktı karşımıza.
Yazmaktan yoruldum ama bitmedi.
Sonra kadına şiddet dalgası büyüdü, kadın cinayetlerine ve türlü çeşitli siber zorbalıklara daha çok tanık olmaya başladık.
Sekiz yaşındaki Narin’in köyünde ailesi tarafından yapıldığı ortaya çıkan -ama henüz detaylarının ne hikmetse çözülemediği- hunhar bir biçimde öldürülmesiyle sarsıldık.
Yetmedi, iki genç kadını başlarını keserek İstanbul’un surlarından fırlatan bir psikopatın görüntüleriyle kanımız dondu.
O da yetmedi, internette çeşitli sohbet odalarında küçük kızları sekse zorlayan, memleketin tüm değerlerini aşağılamayı güç sanan, zekasız ama kendinden başka kimseyi beğenmeyen tuhaf bir gençliğin varlığını fark ettik.
Şiddet, en lümpen haliyle her yerde karşımıza çıkmayı sürdürürken son olarak bir savcının makam odasında bir çete lideri tarafından apaçık tehdit edilmesiyle bambaşka bir şekilde zuhur etti: Yeni doğmuş bebekleri öldürüyorlardı.
Bir çete devletin hasta doğan bebeklerin tedavisi için taahhüt ettiği paraya çökebilmek için sağlıklı bebekleri hasta ediyor, yoğun bakıma yatırıyor, sonra da tedavilerini yarım yamalak yaparak ölmelerine göz yumuyordu.
Bu kadarı en sadist korku filmlerinin senaristlerinin bile aklına gelmezdi.
Son dört buçuk yıldır yaşadıklarımızdan sonra duyduğumuz korku ve öfke bu son olayla birlikte yerini başka bir şeye bıraktı: İnsanın midesini bulandıran, parmaklarını uyuşturan, gözlerini karartan türden bir iğrenme hissine.
'Yenidoğan çetesi'
Bir romanda okumayı, bir filmde izlemeyi kaldıramayacağımız olayları bizzat yaşıyoruz artık.
Burası çok tehlikeli bir nokta.
İnsanların “Bunları göreceğime Allah canımı alsın da kurtulayım” dediği bir yerdeyiz.
Böyle bir noktaya, evet, bir günde gelmedik belki ama buradan çıkacak sonuçların yıkıcı etkisi öyle yıllara yayılmış şekilde olmayacaktır.
Toplumlar meşruiyetle yönetilir.
Demokrasi, sosyalizm, monarşi, krallık, padişahlık… Toplumu oluşturan insanların çoğunluğu var olan yönetim biçimine o veya bu şekilde, o veya bu itirazlarını saklı tutarak “rıza” gösterirler.
Bu rıza da kurumlar sayesinde oluşur.
Yani en gaddar tiranlıkta bile yönetimdekiler belli başlı konularda vatandaşlarına bazı garantiler verirler.
Kurumlar bu garantileri yerine getirmekten sorumludurlar.
Kurumlar çöktüğünde garantiler ve “rıza” ortadan kalkar.
Rızanın ortadan kalması ise meşruiyetin yok olması anlamına gelir.
Meşruiyeti kalmamış bir rejim sallantıda demektir.
Kurumlarına güvenin kalmadığı, insanların sokakta can güvenliğinden endişe ettiği, yıllardır maruz kaldığı şiddet sarmalı nedeniyle bireylerin giderek paranoyaklaştığı bir toplum çökme tehlikesi yaşıyor demektir.
Bu türden toplumlar, devletler bugün farklı coğrafyalarda mevcut.
Bunlara “failed state” deniyor.
Türkiye bir “failed state” olma yolunda hızla ilerliyor.
Siz bir ülkede bir hâkim; bir savcı ve bir mahkeme başkanıyla birlikte adli emanetten uyuşturucu çalıp grup seks yaparken o ülkenin çocuklarına sigaranın, içkinin zararlarını anlatamazsınız.
Aynı “grup” hakkında resmi şikâyet yapıldığında dosyaya bakan başsavcı uyuşturucu baronu çıkıyorsa o ülkenin insanlarına namuslu bir yaşam sürmeyi nasihat edemezsiniz.
Bugün Türkiye’de toplu halde bir cinnet yaşıyoruz.
Belleğimiz kaldıramayacağımız kadar acı, vahşet ve şiddetle dolu.
Acıları duymazdan görmezden gelmeye çalışırken kendi sesimizi duymaz, kendi ruh halimizi görmez olduk.
Diyarbakır'ın Bağlar ilçesi Tavşantepe köyünde 21 Ağustos'ta kaybolan ve cesedi 19 gün sonra, 8 Eylül'de dere kenarında bir çuval içinde bulunan 8 yaşındaki Narin Güran
Geceleri kâbuslar görüyor, dişlerimizi sıkıyor, avuçlarımızı kanatıyor; ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi yaşamımıza devam etmeye çalışıyoruz.
Canı hala acıyanlar kıvranırken toplumun bir kısmı da sadistliğe, psikopatlığa, sosyopatlığa doğru evriliyor.
Ahlak kendini dilinden düşürmeyenlerin elinde paçavraya dönüyor.
İyiliğin, dürüstlüğün ahmakça bulunduğu bir ortamda toplum durmaksızın şiddet üretiyor.
Şiddet başka şiddet biçimlerini körüklüyor ve toplumsal cinnet hali hızla yayılıyor.
Sanmayın ki psikolojik sorunlar bulaşıcı değildir. Bazıları bal gibi bulaşıcıdır.
Psikoz, histeri, cinnet hali bazı durumlar bulaşıcı hastalık gibi yayılır.
Bu cinnet halini durdurmanın tek yolu toplumun üstündeki baskıyı hafifletmek, insanların yaşayış biçimlerine müdahaleyi en aza indirmek, buna karşın kurumları hızla ama hızla ıslah etmektir.
Yasaları uygulayacak insanlar aynı yasaları ayaklar altına alıyorsa, ahlak adı altında sadece şekilcilik dayatılıyorsa bu şiddet dalgası günbegün artarak sürecek demektir.
Artık insanları tehdit etmekten vazgeçin.
Artık insanların yaşam tarzını, inançlarını eleştirmekten vazgeçin.
Artık topluma tek doğru varmış gibi tek bir yaşam tarzı dayatmaktan vazgeçin.
Artık çocukları İHA’larla, SİHA’larla, topla tüfekle, şiddetle, güçle büyütmekten vazgeçin.
Artık her eleştiriyi cezalandırmaktan vazgeçin.
Artık toplumu çatışmayla yönetmekten vazgeçin.
Artık kurumları iş bilmez akrabalarla doldurmaktan vazgeçin.
Artık eğitimi bilimsel, rasyonel zeminden koparmaktan vazgeçin.
Artık toplumun bir kesiminden nefret ediyor, bir kesimini ise çok seviyormuş gibi davranmaktan vazgeçin.
Artık sizin gibi düşünmeyen herkese kendi ülkesinde yabancı hissettirmekten vazgeçin.
Vazgeçin çünkü hepimiz aynı gemideyiz ve bu gemi her gün artan bir hızla su alıyor.
Böyle giderse bu cinnet toplumun her katmanına hızla yayılacak ve gemi öyle yavaş yavaş değil birdenbire batacak.
Batarken de zengin fakir, güçlü güçsüz, iktidar sahibi muhalif demeden herkesi içinde götürecek.
İyi haftalar.
Eray Özer kimdir?Eray Özer ODTÜ'de psikoloji okudu, sosyoloji hatmetti. Akabinde Bilgi Üniversitesi'nde yüksek lisans, Anadolu Üniversitesi'nde ise tez aşamasına takılan bir doktora ile akademik hayattan bir türlü elini eteğini çekemedi. Hatta iki yıl boyunca Kadir Has Üniversitesi'nde sosyoloji dersleri verdi. Meslek hayatına Radikal Gazetesi'nde başladı, kısa süreli televizyon haberciliği deneyiminin ardından Doğuş Dergi Grubu'nda devam etti. Son olarak ise Cumhuriyet hafta sonu eki Sokak'ı çıkaran ekipte yer aldı. Radikal, Birgün, Cumhuriyet ve Diken'de yazdı. Yaklaşık dört sezondur devam eden bir podcast içeriği hazırlıyor. Buzdolabının tarihinden Yapay Zekâ'ya, Roman halkının hikâyesinden Kayıp Kıta Mu'ya birbirinden farklı konular hakkında hiç bilinmeyenlerin anlatıldığı "Yeni Haller" ismindeki podcast yayınına Spotify'dan veya tüm podcast uygulamalarından ulaşabilirsiniz. |