Son birkaç haftamı Paris’te geçirdim. Aslında 3 günlük bir gezi teyzemin ölümü üzerine uzadı. Teyzemi Fransızların ünlü şarkıcısı Johnny Hallyday’le aynı gün kaybettim. Onun da sesi çok güzeldi ve Johnny’nin cenazesinin kalktığı Madlen Kilisesi'nde koroda söylerdi yıllar önce...
Tam bir hafta tüm televizyonlar Johnny ile ilgili programlar, canlı yayınlar yaparak hayatını uzun uzun anlattılar. Paris’in en ünlü caddelerinden Şanzelize'de bir cumartesi günü tüm yollar kapandı ve yüz binlerce insan onun cenazesine katıldı. Fransa Cumhurbaşkanı cenazesinde konuşma yaparak Johnny Hallyday’i son yolculuğuna uğurladı. Şanzelize'de devasa ekranlarda Johnny’nin görüntüleri eşliğinde şarkıları çaldı, cenazesine Fransa’nın dört bir yanından gelmiş 700 motosikletçi eşlik etti.
Tam önümde yaşları yetmişlerinde olduğunu tahmin ettiğim çok hoş bir çift vardı. Ben önümdeki kalabalık yüzünden caddeyi göremiyordum ama önümdeki adamın gözyaşlarından ve zarif eşinin elini havaya kaldırarak kalp işareti yapmasından tam önümüzde Johnny’nin cenaze arabası olduğunu anladım. Johnny’le yaşıt olan bu çift için gençliklerini temsil eden, birlikte büyüdükleri adamı yolcu etmek ve bir sayfayı kapatmak çok hüzün vericiydi.. Ben de gözyaşlarımı tutamıyordum.
Ölümün kendisi kötü değil ama her ölüm yaşamı sorgulattığı için hüzünlü galiba.. Johnny’yi evinde dinlemeyen, hatta sevmeyenler bile oradaydı. Çünkü o “Fransa” demek, geçmişleri demek, 68 kuşağı demek, ortak değerler demekti…
Birkaç hafta boyunca Fransız televizyonlarını izledim. Yoğun bir Johnny furyası dışında dikkatimi çeken bazı ayrıntılar vardı. Filmlerde sigara ve alkol bardakları gizlenmiyor, çiftler öpüşüyor, hatta sevişiyor. Bol bol sağlıklı yaşamın gereklilikleriyle ilgili program var. Haberlerde dünyada olup bitenler veriliyor ve siyasetçiler bağırıp çağırmıyor. Yasaklı siteler yok Wikipedia gibi.. Ama savaş, şiddet, ölüm, tehdit gibi unsurlara da pek rastlamadım.. Elbette Suriye’de olanlar, İsrail, dünya gündemi analitik bir şekilde yansıtılıyor. Yasaklar değil bilgiye dayalı bilinçlendirmeye yönelik yayın yapılıyor. 1980'lerdeki program yapımcıları hâlâ program yapıyorlar ve hâlâ ilginç, kaliteli yayıncılık anlayışı var. Siyasiler birbirlerini eleştiriyorlar ama bel altı vurup hakaret etmiyorlar.
Sokakta insanlar, günlük hayatlarını siyasi duruşlarına göre ayarlamıyorlar. Yüzyıllardır ayakta duran, mimari zevki ve estetiği yansıtan evlerde oturuyorlar. Onları yıkıp gökdelen yapmamışlar. Sokaklardan galeriler, konserler ve sanat fışkırıyor. AVM’ler çok az ama yerel dükkânlar her yerde. En önemlisi umut var hâlâ…
Farklı görüşlerden de olsalar ortak kültürleri ve insani değerler etrafında kenetlenebiliyorlar.
Ya kendi ülkem…
İçim buruk dönüyorum. Fransızları daha yüce falan gördüğümden değil, kendi ülkemde daha önce görmeye alıştığım değerlerin yok oluşuna tanıklık ettiğim için. Hoşgörü, anlayış, saygı bizim en temel değerlerimizdi. Geriye gidiyoruz, ötekileştiriyoruz ve korkuyla yaşamaya alıştık. Bir ülkeyi bölmenin en kolay yolu derler ya hep umudu yok edeceksin, kardeşi kardeşe düşman edeceksin..
Ümidini yitirmiş bireyleri iç çatışmalara, savaşlara sokmak çok kolaylaşıyor. Birbirimizi o kadar ötekileştirdik ki ortak değerlerimizi göremez olduk. Kendimize kızıyorum, buna hepimiz izin verdik diye. Sen, ben kavgasından bizi unuttuk diye. Sevgiden uzaklaşıp, öfkeyle hareket ediyoruz diye..
Düşündüm Türkiye’de Johnny’nin eşdeğeri bir sanatçı, bir “star” kim olabilirdi diye.. Aklıma ilk gelen İsim Ajda Pekkan oldu. Allah ona sağlık ve hep sahnede olma gücü versin; düşünebiliyor musunuz Ajda Pekkan ölse bir hafta onunla ilgili 24 saat yayınlar yapıldığını, Vatan Caddesi'nin cumartesi günü kapatıldığını, yüzbinlerin akın edip onu uğurladığını.. Cenazesinde canlı yayında Cumhurbaşkanı'nın konuşmalar yaptığını… Bizim ortak tarihimizin parçası olan bir insanın estetik ameliyatının çok daha fazla konuşulduğu bir ülke olduk. Dedikodu toplumu olduk.
Uçakta dönerken düşündüğüm şey şuydu; “Var” olmak “hafif” olmalı, ama “dayanılmaz” değil…