Çiğdem Mater

24 Şubat 2024

Salvador ve Struma, hatırlanması gereken ölülerdir…

Bir gün önce yiyecek ekmekleri yokken, kendini Pera Palas’ın gümüş servisli çay saatinde bulan Elvira Segal, Struma'dan Pera Palas’a bu tuhaf ve ani geçişi hayatı boyunca anlatıyor. Ha, bu arada, tabii ki Vehbi Koç kara listeden çıkıyor!

* Simon Brod’un aziz hatırasına…

Geçtiğimiz haftayı Marmara Denizi’nde, İmralı Adası açıklarında batan geminin mürettebatını merak ederek geçirdim, İliç’teki madenden haber beklerken bir yandan… Ben bu yazıyı yazarken altı kişilik mürettebattan henüz birine, ne yazık ki cansız bedenine ulaşılmıştı. Deniz, kurallara uymazsanız, aldığını pek de kolay geri vermiyor işte.

Marmara ve Karadeniz çok insan almış tarih boyunca. Yunanlılar misal, Axenos derlermiş Karadeniz’e, “misafir sevmez” demekmiş…

Bu hafta II. Dünya Savaşı’nın bazısı bilinen, bazısı pek de bilinmeyen epeyce fazla deniz facialarından birisinin 82. yıldönümü. Rumen uyruklu Struma gemisi 1942’de, 23 Şubat’ı 24 Şubat’a bağlayan gece 772 yolcusu ve 10 mürettebatıyla, kimine göre bir Rus torpidosuyla, kimine göre “bilinmeyen bir ülke torpidosuyla” vurularak batırıldı. 782 kişiden sadece bir kişi, 19 yaşındaki David Stoliar hayatta kaldı. Struma, Türkiye’yle de alakalı olduğundan II. Dünya Savaşı’ndaki deniz facialarından az da olsa bildiklerimizden.

Nazizm Avrupa’da yükselirken, Avrupalı Yahudiler kamplardan ve “nihai çözüm”den kaçmaya çalışırken en önemli rotalardan biri Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerden gemilerle çıkıp İstanbul Boğazı üzerinden, Akdeniz’e, Filistin’e ulaşan yol… Bu yol ne yazık ki her zaman Hayfa Limanı’na ulaştırmıyor Yahudi mültecileri. Yola çıkan gemiler çoğunlukla çok eski, çalışmaları bile mucize, hep ama hep kapasitesinin çok üzerinde yolcu alıyor, gemiler yaşlı, doğru düzgün çalışan makineleri yok, usta gemicileri yok, yeterli erzakları ve içme suları yok, yok da yok, sadece hayatta kalmaya çalışan çok ama çok fazla mülteci var.

Struma çok bilinenlerden ama ne yazık ki tek değil. Türkiye karasuları için bile… Struma’dan bir yıl önce, 3 Aralık 1940’da, Bulgaristan’ın Varna Limanı’ndan yola çıkan Uruguay bandralı Salvador adlı gemide 352 mülteci var: Polonya, Romanya ve Bulgaristan Yahudileri. Salvador, İstanbul Limanı’na demirliyor, üçüncü günde Türk hükümeti “burada daha fazla bekleyemezsiniz” diyor, hava şartları yola çıkmak için hiç de uygun değil aslında. Türkiye malum, tarafsız. İngilizlerle arayı bozmak istemiyor, İngilizler geçerli Filistin vizesi olmayan

Yahudilerin gelmesini istemiyor, geçerli vize yılda beş bin tane, oysa Avrupa’dan kaçmaya çalışan yüz binler var… Avrupalı Yahudileri kamplardan, yani ölümden kurtarmak için çalışan organize yeraltı ve yerüstü örgütler var: Jewish Agency (Yahudi Ajansı), Jewish Rescue Committee (Yahudi Kurtarma Komitesi), Mossad gibi… Bu yapılar Avrupa’da binbir zorlukla, artık aslında jilet olması gereken gemileri kiralayıp gemilere yakıt ve erzak temin edip ille de kapasitesinden fazla insanla yola çıkmasını sağlıyorlar çünkü bir kişi, bir kişidir… Bir de, herhangi bir organizasyona dahil olmadan, Yahudilerin bir araya gelerek ayarladıkları gemiler var, Salvador onlardan biri…

Salvador’un 12 Aralık gecesi 326 yolcusu ve mürettebatıyla, Silivri’ye yakın Cambaz Burnu açıklarında batması, tıpkı Struma gibi, II. Dünya Savaşı’nın Türkiye topraklarındaki ağır bedellerinden biri. Sayılar biraz karmaşık ama 203 kişinin hayatını kaybettiğini, çevreden insanların o hava şartlarında müthiş bir gayretle insanları denizden toplamaya çalıştığını, bir yanda da ölüleri soyanların ve yağmalayanların olduğunu, denizden çıkan cansız bedenlerin Silivri Yahudi Mezarlığı’na defnedildiği dönemin anlatılarından biliyoruz. Evet, Silivri’de bir Yahudi Mezarlığı varmış, memleketin “eski” haline dair bir not…

Salvador, bağımsız bir “kaçış” girişimi. Mossad’ın da, Jewish Agency’nin de haberi yok, faciadan sonra durumdan haberleri oluyor, kuvvetle muhtemel, İstanbullu Yahudi kumaş tüccarı Simon Brod sayesinde. Simon Brod, tarihin karanlık zamanlarında ortaya çıkan, sayıları az da olsa etkisi büyük olan, o iyi insanlardan biri. Bütün benzerleri gibi çok az anımsanıyor. Ben sanırım Brod’un adına ilk kez Barry Rubin’in İstanbul Entrikaları kitabında rastladım, sonra II. Dünya Savaşı ve Yahudilerle ilgili Türkiye’ye dair okuduğum hemen her kitapta, kısa cümlelerle karşıma çıkmaya başladı, merakım beni Rıfat Bali’nin Brod’un hayatını anlattığı Portraits from Bygone İstanbul: Georg Mayer & Simon Brod’a götürdü. (Mayer’in hikâyesi de çok ilginç bu arada!)

Simon Brod, 19. yüzyılın sonlarında Rusya’dan göç eden ünlü bir Aşkenaz terzinin oğlu olarak 1893’te İstanbul’da doğmuş. Kardeşi Max’la birlikte 1930’lar Türkiyesi’nde epeyce para kazanan bir tekstilci. İstanbul’da bilinen, eli kolu her yere uzanan, herkesi tanıyan bir iş insanı. II. Dünya Savaşı’yla birlikte Filistin’e kaçmak isteyen Avrupalı Yahudiler için İstanbul kritik bir önem kazanıyor, Brod işi gücü bırakıyor, kendini Yahudilerin sağ salim geçişine adıyor.

1940’ta Almanya, Romanya’yı işgal edince Avrupa’da, Aliya-illegal göçü organize eden on kişilik Mossad ekibinden Ruth Kluger İstanbul’a geliyor Romanya’dan. Kluger, The Last Escape adlı kitabında Brod’u anlatıyor: “Tabii ki ondan bahsedildiğini duymuştum; tek kişilik Yahudi kurtarma komitesi! Parasını tekstilden kazanmıştı, şimdi, Yahudileri kurtarmak için hesapsızca harcıyordu. İstanbul’daki her taşın altını bildiği söylenirdi, bilirdi de, bunu nasıl mültecilerin hayrına kullanacağını da bilirdi. Hakaretlere uğradı, damgalandı, lanetlendi ama vazgeçmedi. Botlarla, gemilerle, trenlerle gelen mültecileri karşılamak için limanlardan garlara, gerekli izinler için hükümet binalarına, para bulmak için bankalara, bir başka treni karşılamak için gerisin geriye istasyona koşturdu, durdu. Onu bu “koşturma” sırasında izleyenler “yarı-deli” olduğunu düşünürlerdi. O “yarı-deli” haliyle, her hafta düzinelerce parasız, evsiz, yurtsuz, umutsuz Yahudi’yi Suriye üzerinden Filistin’e gönderdi, kurtardı.

Brod, limanlarda, istasyonlarda karşılıyor Yahudi mültecileri. Kluger “mülteciyi uzaktan tanırdı” diye anlatıyor. Brod’un çabalarının detaylarını Rıfat Bali’den öğreniyoruz: “Mültecilere ‘Brod’un İnsanları’ deniyordu. Yediriliyorlar, içiriliyorlar, giydiriliyor, barınmaları ayarlanıyor, Filistin vizeleri alınıyor, birinci sınıf vagonlara bindiriliyor ve uğurlanıyorlar. Brod, mümkünse, kaçışına yardım ettiği herkesle bir kare fotoğraf çektiriyor, tek kayıt bu, başka kayıt yok. Kluger Bord’u “pek çok organizasyondan çok daha fazlasını başaran tek kişilik Yahudi Kurtarma Komitesi” diye anıyor. Brod’un karısı Eva sürekli mutfakta, sürekli yemek pişiriyor. O mutfakta sürekli mülteciler var. Kumanyalar hazırlanıyor, şehrin çeşitli yerlerinde yola çıkmak için bekleyen mültecilerin karnı doyuruluyor. Brod, bütün bunları kendi cebinden karşılıyor. O günlere tanık olanların anlattıkları hep aynı; Brod her harcamasını sigara paketlerine yazıyor, anlaşılan çok da sigara içiyor, palet bitince hooop çöpe, tabii harcama kayıtlarıya…

1938-1948 arası Mossad üyesi, İsrail'in kuruluşunun ardından Romanya, Gana, İtalya gibi ülkelerde İsrail Büyükelçisi olan Ehud Avriel, Ağustos 1943’te Jewish Agency temsilcisi olarak İstanbul’a geldiğinde tanışıyor Brod’la: "Ajans Türkiye'de aktif olmadan önce Brod, tek adamdı. 1933-1945 arası cebinden binlerce pound harcadığı biliniyor ama hiç kayıt yok, hepsi sigara paketleriyle gitmiş."

Bali'nin Brod’un kızı Martha'dan aktarımıyla da öğreniyoruz, Simon amacı için bir servet harcıyor. Laik bir ailede büyümüş, Yahudi adetlerine pek de hakim değil, altı dil konuşuyor, akıllı ve iyi yürekli biri ve net bir idealizmi var: Olabildiğince çok insan kurtarmak.

Yöneticilerle, hem açık hem gizli, her türlü ilişki kuruyor. Asıl bilgi kaynağı, ilginçtir, hem Aziz Nesin’in hem de Reha Oğuz Türkkan’ın "katil" diye andığı dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir. Demir’den gelen bilgileri kullanıyor, lüks dairesinde kapı komşusu olan İngiliz diplomat Arthur Whitall’la pasaport ve Filistin vizesi işlerini çözüyor, zira Whitall Filistin vizelerinden sorumlu ve o vizeler insanları kurtarıyor. Brod’un temel gücü o zamanlar kabul gören bir yasadışı aktivite olan rüşvet. Ruth Kluper "Brod olmasaydı, yaptıklarımızı yapamazdık" diyor. Jewish Agency İstanbul’da aslen Brod’a yardım etmek için yapılanıyor.

Brod, Salvador'un Silivri açıklarında battığını 12 Aralık 1940 gecesi emniyet kaynaklarından duyuyor, herkesi yataklarından kaldırıyor, batığa doğru yola koyuluyor. Uyandırıp yola düşürdükleri arasında o dönem Park Otel'de kalan Ruth Kluger da var. Salvador'da o gece, 70'i çocuk, 231 Yahudi hayatını kaybediyor. Ruth, Brod'un kurtarma çalışmalarına gelen resmi görevlileri ağlayarak izleyip "önce cinayeti işliyorlar, sonra yardıma gelip cesetleri topluyorlar" dediğini aktarıyor,

Salvador’dan sonraki ikinci facia, 1942'de 23 Şubat’ı 24 Şubat’a bağlayan gece, Şile açıklarında torpillenerek batırılan Struma. Brod, Struma’yla İstanbul limanına girişinden itibaren elbette yakın temasta.

Struma'nın hikâyesini Catherine Collins ve Douglas Frantz’ın kaleme aldığı İstanbul’da Ölüm’den takip ediyoruz. Struma da, tıpkı Salvador gibi, çok eski, çok köhne bir gemi. O kadar ki, savaş çıktığında, Struma deniz için hiç elverişli görünmediğinden, Almanlar el koymaya bile tenezzül etmemişler. Struma'daki toplam sayı konusunda 82 yıl sonra bile rivayet muhtelif. Metin Delevi, Şalom’daki yazısında pek çok kaynağı karşılaştırarak, 781 yolcu ve on mürettebat sayısına ulaştığını belirtiyor. Dokuz yolcu, İstanbul’da bir şekilde gemiden inmeyi başarıyor, Struma’dan tek kişi kurtuluyor, yani 771 yolcu ve 10 mürettebat, 781 kişi hayatını kaybediyor, tamamı tek bir emirle, tek bir cümleyle hayatta kalabilecek 781 can…

Struma, Romanya'dan ayrılmadan önce, gemi denize açılmadan, bilet fiyatları sürekli artıyor, kapasitenin epeyce üzerine çıkılıyor. Gemiye olabildiğince çok insan almak için erzak ve içme suyuna zaten çok küçük bir yer ayrılmış. Romanyalı gümrük muhafızları zaten kıt olan erzakın yarıını rüşvet olarak istiyor. Gemide misal otuz kadar doktor var, yolcu olarak ama bir kutu Aspirin bile yok. Tıpkı Salvador’daki gibi, Struma'daki denizciler de deneyimli değil, Köstence’deki usta denizciler Struma'yla sefere çıkmak istemiyor.

Struma, İstanbul limanına 15 Aralık 1941’de yarı çalışır, yarı çalışmaz bir motorla giriyor. Gemi Sarayburnu açıklarına demir atıyor, takip eden on hafta boyunca, aslında her şey İstanbul’un ortasında, İstanbulluların gözlerinin önünde oluyor. Gemide zaten erzak sıkıntısı var, sekiz yüze yakın insan açlıkla yüz yüze… İstanbullu Yahudiler, ilerleyen yıllardaki anlatılardan da biliyoruz, korktukları için Struma’ya mesafeli davranıyorlar. Brod, onlardan değil. Bali, yeğeni Ben Sperer’den aktarıyor: "Struma için İstanbul lokantalarından yemek topladı, kimseden korkusu yoktu." Balat’ta, Galata'da evlerde yemekler pişiyor, izin verildiği kadarıyla, gemiye kayıklarla taşınıyor yemekler. Brod gemiye yiyecek, içecek ve gazete götürmek için yetkilileri muhtemelen kendi "yöntemleriyle" ikna ediyor. Struma’ya kurduğu tedarik zincirinin beni en çok etkileyen kısmı yüzlerce kartpostal ve pul götürmesi, gemidekiler ailelerine haber gönderebilsinler diye.

Günler geçtikçe, gemide sağlık sorunları baş gösteriyor. Brod, kanaması başlayan Medea Salamowitz adlı hamile bir kadın için tahliye izni almayı başarıyor. Medea Balat'taki Or-Ahayim Hastanesi’ne yatırılıyor. Bu on haftalık süreçte, Medea’dan başka sekiz kişinin daha gemiden inmesine izin veriliyor. Bunlardan beşi; süresi geçmiş olmasına rağmen pasaportlarında Filistin vizesi olanlar: Benjamin Bretschneider, David, Israel ve Tivia Frank ve Emanuel Geffner. Üç kişilik Segal ailesinin gemiden inişiyse, dünün ve bugünün Türkiye’sinin küçük bir hikayesi bana kalırsa…

Socony Vacoom şirketinin Romanya müdürü Martin Segal, karısı Elvira ve oğlu Alexander Victor'la birlikte Struma’nın yolcularından. Geminin İstanbul’daki zoraki bekleyişi uzadıkça, gemidekilerin endişesi haliyle artıyor. Dönemin Standard Oil Türkiye bölge sorumlusu Archibald Walker sıkı bir Nazi Almanyası muhalifi. Walker, Segal’lerin durumundan haberdar, aileyi gemiden indirebilmek için yollar, yöntemler aramaya başlıyor, devletle arası her daim iyi olan Vehbi Koç’un kapısını çalıyor. Koç, o dönem Nazi Almanya’sına krom sattığı için İngilizlerin kara listesinde, işleri zarar görmüş, yazık! Segalleri gemiden "kara listeden çıkma karşılığında" indireceğini söylüyor, alenen pazarlık yani! Walker kabul ediyor, Koç dönemin İstanbul Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil’le konuşuyor, Çağlayangil "bu izni ancak İçişleri Bakanı verebilir" diye Faik Öztrak’ı işaret ediyor. Faik Öztrak, Segallerin Struma’dan inmesine izin veriyor, Walker, İngilizleri Segal’lere Filistin vizesi vermeye ikna ediyor, Segal’ler gemiden iniyor ve Pera Palas'a yerleşiyor. Bir gün önce yiyecek ekmekleri yokken, kendini Pera Palas’ın gümüş servisli çay saatinde bulan Elvira Segal, Struma'dan Pera Palas’a bu tuhaf ve ani geçişi hayatı boyunca anlatıyor. Ha, bu arada, tabii ki Vehbi Koç kara listeden çıkıyor!

Segaller tahmin ettiklerinden çok daha konforlu şartlarda Filistin’e ulaşıyorlar, gemide bıraktıkları insanlara verdikleri sözü tutuyorlar, mümkün olan her yerde Struma'nın yolcularını bekleyen tehlikeyi anlatıyorlar. İnsanlar dört bir koldan Struma'daki mültecileri çürük gemiden indirip hayatlarını kurtarmanın yollarını ararken, Brod gemiye erzak taşımayı sürdürürken, İstanbul Yahudileri Sarayburnu açıklarındaki gemiden açılan “yardım edin!" yazılı çarşafları ancak yaşlı gözlerle izlerken, Struma 68 gün sonra, Türkiyeli yetkililerden çalışmayan motoruyla Karadeniz'e çıkma talimatı alıyor. Geminin bu yolculuğu kaldıramayacağı belli. Ha, bu arada, aslında Montrö’ye göre Türkiye'nin Struma’yı durdurma hakkı yok ama o günler öyle günler ki siyaset ne anlaşma dinliyor ne de başka bir şey… Struma'nın 23 Şubat'ta başlayan yolculuğu 24 Şubat'ta bir torpido saldırısıyla sona eriyor, yüzlerce insan misafir sevmez Karadeniz'in sularına gömülüyor. Bir kişi hariç. Şileli balıkçılar 19 yaşındaki David Stoliar'ı kurtarıyorlar. Collins ve Frantz, Stoliar’ın kurtulmasını "hem lütuf hem de yük, her ikisini de hayatı boyunca taşıdı" diye yorumluyorlar.

Brod, geminin battığını ve Stoliar’ın tek kurtulan olduğunu öğrenince, tek tanığın hastanede zehirlenerek öldürülmesinden endişe ediyor, yine muhtemelen rüşvetle, kendi ağını kuruyor. Stoliar’a "hastanede verilen hiçbir şeyi yeme" talimatını iletiyor, günlerce dışarıdan yemek gönderiyor. Stoliar sonraki yıllarda Sturma’yı anlatırken "Brod bir mucizeydi, hayatta kalmamı o sağladı" diyor.

Brod, Stoliar iyileştikten sonra, tıpkı diğer “Brod İnsanları”na yaptiğı gibi ona da yeni kıyafetler aldı, ona do Toros Expresi’nde birinci sınıf bilet alıyor ve onu da Filistin'e uğurluyor, tabii birlikte bir fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmiyor. Segaller ve Stoliar dışında, Struma’dan inen altı kişinin akıbetini ne yazık ki bilmiyoruz. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin Struma'ya dair “resmi görüşü” dönemin başbakanı Refik Saydam’ın sözleriyle tarihteki yerini almış; “Elimizden geleni yaptık, bu yüzden maddi, manevi sorumluluk taşımıyoruz. Türkiye diğerlerinin istemediği insanlar için sığınak olamaz, bu yüzden onları İstanbul'da tutamayız. Onlar maalesef kaza kurbanı oldular.”

Ruth Kluger dönemi anlatırken “dünya ikiye ayrılmıştı” diyor; “Yahudileri öldüren ülkeler ve Yahudilerin öldürülmesine izin veren ülkeler...” Ne kadar haklı, ne kadar…

Türkiye, Struma’nın kaderini belirleyince Avrupalı Yahudiler için denizden kaçış rotası 23 Şubat 1942’de resmen kapandı diye yazıyor Collins ve Frantz. Aslında sadece Struma’daki 780 kişi değil, Salvador’daki 200 kişinin de hayatı kurtulabilirdi. Bir cümleye, bir izne, bir emre bakardı.

İhsan Sabri Çağlayangil ya da Faik Öztrak ya da Refik Saydam, tabii ki hem Struma’daki hem de Salvador’daki mültecileri kurtarabilirlerdi. Yapmadılar. Sadece Segalleri kurtardılar, ha bir de Vehbi Koç’u...

Simon Brod, tabii ki Struma’dan sonra da durmuyor, mülteciler için uğraşmaya devam ediyor. Resmî ve gayriresmî ilişkileri ve gücü, 1942 Varlık Vergisi’ni püskürtmeye yetmiyor, kendini hapiste buluyor, hapisten epeyce çökmüş bir halde çıkıyor Brod ama yine, hemen mülteciler için uğraşmaya başlıyor. “Son aktivitesi” Türkiyeli Yahudilerin yeni kurulan İsrail'e gidişini organize etmek oluyor.

Simon Brod, 12 Ağustos 1962’de İstanbul’da hayatını kaybediyor, İstanbul Aşkenaz Yahudi Mezarlığı’na defnediliyor. 1989'da American Jewish Joint Distribution Committee Eva ve Simon Brod anısına bir anıt yapıyor.

Struma'da hayatını kaybedenlerin bedenlerine ulaşılamıyor. Salvador'da bedenlerine ulaşılıp Silivri Yahudi Mezarlığı’na defnedilenlerin naaşlarıysa, 1960’larda İsrail’e naklediliyor, Kudüs’te 1974'te Salvador’da hayatını kaybedenler anısına bir anıt açılıyor.

Salvador'la ilgili haber yapan bir muhabir, sahilde kurtulan bir kadına, haberine yazmak için adını soruyor, Ruth Kruger kadının yanıtına tanık oluyor: “Defterinize ölenlerin adını yazmalısınız” diyor kurtulan kadın, “anımsanması gereken, hatırlanması gereken ölülerdir…”


KİTAPLAR & MAKALELER

The Last Escape, Ruth Kluger & Peggy Mann, Doubleday &Co İstanbul'da Ölüm, Catherine Collins & Douglas Frantz, Mitra İstanbul Entrikaları, Barry Rubin, Doğan kitap

Portraits from Bygone İstanbul: Georg Mayer & Simon Brod, Rifat Bali, Libra Books Türkiye'ye Sığınan İki Yahudi Gemisinin Akıbeti, Hüsnü Gürbey, Agos, 19 Mart 2023 Struma Faciasının Anmasına Doğru, Metin Delevi, Şalom, 23 Şubat 2022

Silivri Açıklarında Biten Bir Umutsuz Kaçışın Hikayesi, Salvador Gemisi, Dündar Kale, Independent Türkçe, 12 Aralık 2019