Uzun zamandır bu yolu hayal etmiş ve bilerek, anlayarak tüm bu sanat eserlerini izlemek istemiştim. Sonunda bunu gerçekleştirdim. Ve mermerden çıkarılan ruhu da, Atina Okulu’nu da, Sistina Şapeli'ni de, Son Yargı’yı da, Venüs’ün Doğuşu’nu ve daha sayamadığım binlerce eseri hayretler içinde izledim.
Her dinlediğimde Rönesans’a olan ilgim yükseliyor ama hiçbir zaman üzerine düşüp de o dönem sanatçıları ve eserlerini hakkıyla bilemediğim için de hayıflanmıyor değilim. Biraz tembellik yapmışım bu konuda, kabul.
Sabah erken saatlerdi Floransa’da. Ve Galleria dell'Accademia’ya yani Akademi Müzesi’ne doğru yürürken hafif sisli hava, güneşten süzülüp Arnavut kaldırımlara dokunuyordu.
Esirler’i sağ ve solumda bırakarak üzeri cam tavanlı noktaya doğru ilerledim. O taraf kalabalık görünüyordu ve oturduğu yerden Davut’u izleyenler, çizenler ve heykelin önünde fotoğraf çekenler vardı. Karşımda tüm haşmetiyle duran, Michelangelo’nun yapımına 1501 yılında başlayıp 1504’te bitirdiği ve rönesans heykel sanatının başyapıtı kabul edilen Davut’tan başkası değildi.
Yukarıdan heykele vuran ışık, bedendeki girinti çıkıntıları daha iyi ortaya çıkarıyordu. Anatomik olarak nasıl bir çalışma, nasıl bir geçmiş ve merak dedim. Yetenekle birleşince nasıl bir çalışma çıkmış ortaya. Ortalama bir insanın üç katı büyüklüğünde olan bu eser, 5 metreden biraz fazlaca.
Eser, halka sunulduğu ilk sene protestocular tarafından taşlanmış, 1527 yılında siyasi protestolar sonucunda heykelin sol kolu kırılıp üç parçaya ayrılmış. Yani başına gelmeyen kalmamış.
Floransa’nın üzerimde yarattığı etkiyi sevmeye başlamıştım. Floransa’da sanatı bir yana beni duygusal olarak etkileyen bir başka yapı, Ospedale Degli Inneconti’yi de yazmadan geçemem.
Çocuklar, Masumlar Hastanesi’ne kimselerin göremeyecekleri bir şekilde bırakılıyormuş. Döner bir taşın olduğu yere yaklaşınca daha detaylı görme imkânım oldu
19. yüzyıla kadar yaklaşık 500 sene hizmet vermiş burası. Şehirde kim bilir daha ne hikâyeler var. Ben bu seferlik payıma düşenin bir kısmını aldım ama son gece Doumo’nun önünde Leonardo’dan Giotto’ya, Michelangelo’dan Boticelli’ye kubbeye yükselterek kaldırdık kadehlerimizi.. İnsan emeğine ve sanata şapka çıkardık
Her ayın ilk pazar günü Uffizi Müzesi’ne girişler ücretsiz
Bu kadın, mitolojide mevsimleri simgeleyen Tanrıça Horai imiş. Tanrıça'nın elinde tuttuğu elbisenin üzerindeki çiçekler de bu doğuşun ilkbaharda olduğu anlamını taşıyormuş. Venüs, Yunan mitolojisinde güzellik ve aşk tanrıçası Afrodit’in karşılığı. Bu arada resmi izlerken rüzgâr tanrısı Zephyrus’un, deniz kabuğunun suyun üzerinde kalması ve ilerlemesi için verdiği nefes desteği hoş bir ayrıntıydı.
Floransa’nın gündüzü de gecesi de ayrı büyüleciydi. “Açık hava müzesi” tanımının tam karşılığıydı bu şehir. Kafamı nereye çevirsem zarar görmemiş eserler, sprey sıkılarak insanların aşklarını kazımadığı heykeller ve binalar vardı. Hele binaların kemerleri şehrin karakterini öylesine yaşatıyordu ki, çok sevdim.
Şehir karakterinden ve cazibesinden sanki bir şey kaybetmemiş gibiydi, her şeyiyle beraber. Dükkânların tabelaları bile eskiden gelme gibi, geçmişine uygundu. Floransa’da görüntü kirliliği yaşatan bir şeyle karşılaşmadım ve rahatsız olmadım. Elbette değişmiştir yüzyıllar içinde ama özellikle ülkemizde sanata gösterilmeyen saygıyı ve restorasyon adı altında bir çok eserin nasıl işkence edilerek öldürüldüğünü bildiğim için, ne kadar sanatsever oldukları ve sanata saygı duyduklarını görmek beni kıskandırmadı değil.
Bizim neyimiz eksik-ti dedim.. Sonra baktım baya üzüleceğim, kendimi silkeledim ve şehrin tadını çıkarmaya devam ettim. Eskide asılı kalmak taşikardimi yükseltmiyordu.
Roma’ya inerken yolumunuz üstünde olan San Gimignano’ya uğradık. 13. yüzyıldan kalma bir orta çağ şehri. Firenze’ye çok yakın.
Burası, kocaman bir kayanın üzerine oyulmuş, tepede, surların içine yapılmış bir kasaba. Tepede olduğu için, haşmetli görüntüsü akıldan çıkacak gibi değildi. Buradaki dondurmacıların her biri, her sene hatta sıra sıra “dünyanın en iyi dondurmacısı” ödülünü alıyormuş.
Güzel küçük bir meydanı var. Oldukça sessizdi. Çünkü “Bu mevsimde kalabalık olmuyor ama yazın da adım atacak yer olmuyor” dedi esnaf.
Gece şehre inince sessiz olan kent iyice içine çekilmişti. Toskana Vadisi’ni şahane gören bir odadaydım ve sabah uyanıp pencereyi açtığımda vadi tüm güzelliğiyle karşımda duruyordu. Evlerin bacalarından çıkan dumanlar, üzüm bağlarının sıra sıra şekilleri, bir aşağı bir yukarı inen tepeler, yeşilin tonları, aralıklı evler ve kuş sesleri. Sanki Çehov’un kitaplarının birinde, biriydim. O an, “gün, şimdi başladı” demiştim içimden.
Ertesi gün yol üstünde olan Siena’yı görmeden geçemezdik elbette. Siena, masal şehri gibiydi. Belki çok daha canlı bir yer olduğu için ya da yemek yemek için çok fazla opsiyonumuz olduğu için.
San Gimignano’da açık bir kaç yer vardı ve açık olan yerler de her saat açık değildi. O yüzden Siena ilaç gibi geldi. Tabii burası için çok fazla şey dinledim ve duydum. Buraya gidip çok seven ve çocuklarının adını 'Siena' koymaktan tutun da, neredeyse her sene oraya giden tanıdıklarıma kadar çeşit çeşit sevda. Gerçekten de sevilecek bir yerdi.
Siena
Dar sokakları, yüksek ve uzun kapıları, şık pastaneleri, kocaman meydanı ve gizli küçük osteria'larıyla hafızamda hatrı sayılır bir yere sahip oldu birkaç günde. Şehrin bir tarafı; daha çok oralıların yaşadığı, esnaf lokantalarının bol olduğu, daha orta halli dükkânların olduğu, tasarım ürünlerin satıldığı mekânların bulunduğu ve öğrencileri sıkça görebileceğim taraftı.
Diğer tarafı ise daha merkezi, marka dükkânların olduğu ve daha gösterişli olan tarafıydı. İki bölümü de sevdim. Sade ve şık bir şehir Siena. Ayrıca öğrenci şehri de. Gördüğüm kadarıyla çok sayıda Türkiye’den öğrenci vardı. Bu arada Siena, İtalya’nın sayı olarak en çok turist çeken şehri olarak kayıtlara geçmiş.
Siena’da tarihi yapı gezecek halim kalmamıştı zira çok yorulmuştum. Ama zaten şehri yürümek bile yetiyordu. Ve artık son durak Roma.
Roma bana hep çok turistik geldiği için belki senelerce bu yüzden kaçtım durdum. Ama seneler içinde orada bulunan eserlere dair dinlediklerim ve duyduklarım biriktikçe, merakım artık üzeri örtülemez bir hal almaya başlamıştı.
Ana mekanımız işçi sınıfı havasını hâlâ yaşattığı düşünülen ve belki de Roma’nın Moda’sı, Galata’sı denilebilecek yeri olan Trastevere’ydi. Lokantaların, hediyelik eşya dükkanlarının, kitapçıların, şarapçıların ve özellikle gençlerin çok takıldığı bir bölgeydi. Hem nehre çok yakın hem de gece hayatı canlıydı. Ama ben yine de Vatikan Müzesi’ne varacağım anı iple çekiyordum.
CNN Türk’te çalıştığım 2013 senesinde Katolik Hristiyan dünyasının 266. Papası seçilecekti ve o süreç canlı yayında bana denk gelmişti. Franciscus, Sistine Şapeli’nin bacasından beyaz duman çıkması üzerine anlaşılmıştı ki artık Katolik Kilisesi’nin ruhani lideri ve Vatikan Devlet Başkanı olmuştu. Aradan seneler geçmişti ve artık Vatikan’daydım.
Biletimizi almış ve o uzun kuyruğu atlamış artık içeri girmiştik. Yüksek tavanların beni benden aldığı yetmezmiş gibi tavanların her yerinde resimler vardı. Etrafta metrelerce genişlik ve yükseklikte olan halılara dokunmuş hikayeler, oyulmuş mermerler, resimler… Gözümün değdiği her yerde işçilik vardı.
İlerledikçe çok fazla büyük bir yapıya girmiş olduğumu farkettim. Girdiğim salon başka kocaman bir salona açılıyordu orası da başka bir kaç tanesine. Çoğu eseri izleyerek ilerlemeye gayret etsem de aklım Sistina Şapeli ve Atina Okulu’ndaydı doğru söylemek gerekirse.
Ama o kadar uzun yürüdük ki bir türlü varamıyorduk ve bu varamama hali de beni heyecanlandırıyordu. Artık kalbim boğazımda ve şakaklarımda atmaya başlamıştı sanki.
Michelangelo’ya giderken Paul Gauguin’le karşılaşmayı beklemiyordum. 'Ne Mutlu Yüreği Temiz Olanlara' ismini taşıyan eseri oradaydı. Liseye gittiğim dönemde İhsan Yüce’nin çok sevdiğim “Ekmek Şarap Sen ve Ben” şiirine bir gece radyo tiyatrosu dinlediğim dönemde denk gelmiştim ve Gauguin’in adını ilk orada duymuştum.
Şöyle diyordu Yüce:
“Sam yelim Sahra-i kebirim
Kahrettim her şeye o gün
Babanın şarap çanağına, Gogen’e kadere, sana, bana bir de gittiğin arabanın tekerine...”
Van Gogh ve Rodin de beklemediğim bir anda çıktı karşıma. Hakikaten izlemeye doyamadım. Tabii yüksek kapılar birbiri ardına odalara açılırken, o dönem insanların dokunduğu her şey sanata bürünmüştü adeta.
Ve Sistina Şapeli'ne az kalmışken Atina Okulu’na değdi gözlerim sonunda. Burayı göreceğim günü çok beklemiştim. Anlamıyorum neden bu kadar beklemişim, gerek yokmuş. Keşke atlayıp gelseymişim. Neyse.
Üniversite 2. Sınıftayken bir hocamız 'Atina Okulu’ndan bahsetmişti, ilk orada duymuştum adını. O zaman neden daha çok üzerine düşünmemişim, araştırmamış okumamışım bilmiyorum. Ya ilgimi çekmedi yalnızca dersi geçmek için dinledim ya da çok çalıştığım için yorgun oluyordum ve anlamadım önemini. Ve o odada uzun bir süre bu resmi izledim. Geçtim karşısına ve Atina Okulu’nu biraz daha okumaya başladım. Okudukça inceledim, detayları gördükçe anladım ve öğrendikçe heyecanlandım.
Bu tavanı yaptığı dönemde yakındaki bir koridorda da Raffaello, rönesansın en önemli eserlerinden biri olan Atina Okulu’nu yapıyormuş ve arada karşılaşıyorlarmış. Keşke hayatta olsalardı onlarla röportaj yapabilseydim diye geçiriyorum içimden ve bunu hayal ettikçe çıldırıyorum.
Şapelin kuzey duvarı İsa’nın hayatını anlatıyor, güney duvarı Musa’nın hayatını. Bu duvarlarda rönesansın en ünlü isimleri çalışıyor. Botticelli, Pietro, Pinturicciho, Ghirlandaio ve Roselli…
Bu arada Ghirlandaio, Michelangelo’nun ustası. Michelangelo burayı yapana kadar yalnızca heykeltıraşmış ve rakipleri onun başarısız olacağını düşünmüş. Zaten öncesinde böyle bir tecrübesi olmadığı için kendisi de bu teklifi reddetmiş ama Papa o kadar ısrar etmiş ki yapmak zorunda kalmış.
61 yaşında ise şapeldeki bir duvara 'Son Yargı - Kıyamet Günü'nü çizmesi için davet edilmiş. Kabul etmiş Michelangelo ve başlamış çalışmaya bu çizim için.
'Son Yargı', Mesih’in cennete ve cehenneme kimlerin gireceğine karar verdiği menkıbesini anlatan, tamamlanmasının toplam beş yıl sürdüğü bir eser olmuş. Sistina Şapeli’nin bu haline gelmesi 1980 senesinde başlayan restorasyon çalışmaları sayesinde olmuş. Bu restorasyona en büyük katkı ise, Japon televizyon şirketi Nippon Television Network Corporation’ın 4.2 milyon dolarlık bağışıyla sağlanmış.Michelangelo’nun tavanı yapmasının dört yıl sürmüş olmasına rağmen, yalnızca tavanın temizlenmesi sekiz restoratör tarafından dokuz yılda anca bitirilmiş. Genel restorasyonsa 14 yıl.
İçeride bir saat kalmanın bende yarattığı his orayı tadımlık yaşamaktı. Sistina Şapeli’ne aralıklarla gidip zaman geçirmek gibi bir hayalim var ve Rafael odalarına. Öğrendim ki şapele gece turlar yapılıyormuş. Özel turlarmış. Belki bir gün kendime bu hediyeyi verir ve kimseler olmadan, gece olduğunu bilmenin hissiyle yüzyıllar öncesinin dokunuşlarını daha içime sinerek izlerim. Ayrıca belki Michelangelo ve diğer sanatçıların ruhları da yanımda oturur ve eskileri andığımız bir gece geçiririz.
Sonuç olarak İtalya bu kez bende bambaşka bir lezzet bıraktı. Geç kalmış aylaklığımı yaşamak gibiydi…