Seneler evvel Dalai Lama’yı bilmek anlamak için hakkında yazılanları okuyup, çekilen film ve belgeselleri izlemiştim. O dönem, Danimarka’da bir köyde yaşayan arkadaşımla yaptığımız konuşmalarımızda geçen “10. Dalai Lama, sonuncu Dalai Lama” sözleri oldukça kafamı karıştırmıştı ve bu bilgiyi biraz temize çekmek ve öğrenmek için anlamaya, incelemeye karar vermiştim.
Tibet’in ruhani lideri olan Dalai Lama bu göreve gelen 14. Dalai Lama’ydı ve gerçek adı da Tenzin Gyatso’ydu.
Tüm bunları incelediğim süreçte denk geldiğim pek çok yapılan işin içinde beni en çok etkileyen yapım ise, 1997 senesinde yönetmenliğini Martin Scorsese’nin yaptığı ‘Kundun’ isimli filmdi.
Film, 1937-1959 arasını anlatıyor. Olay, Dalai Lama’nın reenkarnasyonunun nasıl bulunduğundan başlıyor ve ailesinin yanından alınıp belki de diğer bir deyişle, bir önceki hayatına kaldığı yerden nasıl devam ettiği, Çin’in Tibet’i işgal sürecinde neler yaptığını ve Dalai Lama’nın stratejilerine kadar uzanıyor.
Filmin arkasında müthiş bir prodüksiyon var ve filme ciddi emek verilmiş, üstelik dört dalda da Oscar’a aday olmuş. Ayrıca filmde, Dalai Lama’yı dört farklı genç oynamış.
Buda’nın 14. reenkarnasyonu olarak addedilen Gyatso’yu izlediğimiz bu filmde “Peki seni en çok etkileyen nedir?” diye soracak olursanız da hemen anlatmak isterim.
Filmlerin, belgesellerin müzikleri benim için önemlidir. Çünkü anlatmak istenilen şey her ne ise, ona öyle bir cila atar ki bazen o filmi sadece müzikleriyle hatırlarsınız. Hatta uzun senelerdir müzik listelerimde ağırlıklı olarak film müzikleri vardır.
Bu filmin müziklerini ise usta isim Philip Glass yapıyor. Glass, ayrıca Uluslararası Tibet Bağımsızlık Hareketi’nin de güçlü destekçilerinden biri. Çoğumuzun bildiği 'The Truman Show', 'Saatler' ve 'Koyaanisqatsi' gibi filmlerin de müziklerini yapmış inanılmaz kişidir.
Bir gün öğle saatlerinde Galata’da mutfağın camından Ayasofya’ya bakarken ve arkada Philip Glass çalarken o eser bitti ve devamında başka bir müzik başladı. İçinde modern notaların da olduğu, ama deyim yerindeyse bir yandan da “eski toprak” duygusunu yaşatan bir enstrümanın ezgilerini duymaya başladım.
Burayı dindar Hindular özellikle tercih ediyor ve buraya hac için gidiyorlar. Bir gün izlediğim bir belgeselde ise, yaşlanan birçok Hindu ve belki ölüm döşeğindekiler de oraya gidiyor ya da götürülüyormuş. Çünkü hem orada ölmek hem de öldükten sonra yakılıp, küllerinin Ganj Nehri’ne atılmasını istiyorlarmış.
Beni bu kadar etkileyen müziğin babası Ravi Shankar, 2012 senesinde de bu dünyadan ayrılmış. Yani ben onu tanıdığımda artık yerinde yeller esiyordu. Beatles grubunun gitaristi George Harrison ondan ders almış. Hatta Harisson, Shankar için “Dünya müziğinin vaftiz babası” diyor. Ayrıca yine yakın dostu olan keman virtüözü Yehudi Menuhin “O, ancak Mozart’la kıyaslanabilir” demiş.
Ravi Shankar ve George Harrison
Fakat Ravi Shankar’ın gayrimeşru çocuğu olarak bilinen Jones, babasının Ravi Shankar olduğunu sonradan öğrenmiş… Buralar işin magazin kısmı, benim alanıma girmiyor o yüzden varmak istediğim yere devam ediyorum.
Youtube’da Ravi Shankar konserlerine bakarken Norah Jones’un kendinden üç yaş küçük kız kardeşi olan Anoushka’yı gördüm Shankar’ın yanında. Beraber çalıyorlardı. Şahane bir manzara. Hem göze hem kulağa hitap ediyordu baba kız. Tabi Anoushka, babasından el almış ve onun yanında yetişmişti. Hocası zaten sitar gurusuydu. Yetenek ve istek de birleşince ortaya da iyi müzik çıkıyordu. Ben ise bu müziğin çok iyi bir dinleyicisi olup çıkmıştım zaman içinde. Bazen iki kardeşin, Norah ve Anoushka’nın beraber çaldığı müziklere de denk geliyorum. İkisini ayrı ayrı dinlemek bana daha çok keyif veriyor ama kardeşliklerini de kutluyorum. Onca sene sonra tanışıp kardeş olduklarını öğrenip, el ele verip yan yana olduklarını görmek hoş tabii. Üstüne bir de sanatlarını beraber icra ediyorlar.
Bundan birkaç ay önce, Londra’da henüz kışken ve bir arkadaşıma Anoushka ve babasından söz ederken, biraz da göstererek anlatmak için onun sosyal medya hesabını açtım ve ne görelim, nisan ayında Londra’da konseri olacak! Tahmin edersiniz ki bu haber şahaneydi benim için. Çünkü senelerdir ilmek ilmek içime işleyen ve müziklerini dinlemekten mutlu olduğum, bana bir şeyler hissettirebilen müzikleri yapan kişi olan Ravi Shankar’ın izinden giden kızını canlı izleyebilecektim. Ve nihayet o gün geldi, ben de Barbican’da konser alanındaki yerimi aldım.
Salonda ağırlıklı olarak Hindistan popülasyonu vardı ve onların gözlerindeki heyecanı da izleyerek, onları gözlemleyerek ışıkların kapanmasını bekledim. Çoğu insan çok şık giymişti. Sessizce yerlerini aldı insanlar ve sanki bir saygı duruşu gibiydi. Işıklar kapandı, alkışlar yükseldi ve önce ekip arkadaşları ardından da Anoushka çıplak ayaklarıyla sahnedeki yerlerini aldı. Zaten çok güzel bir kadın olan Anoushka çok da güler yüzlü ve enerjikti. Ve, o mistik tınılar bize ulaşmaya başladı, notalar birbirine çarpmadan etrafta salınıyordu. Sanki Ravi’nin yadigarı olan Anoushka’ya, insanlar gözleriyle kocaman sarılıyor ve saygı duyarak izliyordu. Ara ara gözlerimi kapatarak ve bazen de tavanı izleyerek dinledim müzikleri. Haftada bir konser verse gider izlerim.
Bu arada, 1961 senesinde Nodu Mullick’in, Ravi Shankar’a yaptığı ve onun da uzun seneler çaldığı sitarı eğer görmek isterseniz British Museum’da Oda 33’de sergileniyor.
British Museum’un küratörü Richard Blurton, Shankar için “O, en derin ve spontan çeşitliliğe sahip kültürlerarası faaliyetlerin elçisiydi.” diyor.
Yani Dalai Lama, reankarnasyon ve Şiva derken, olay nerelere geldi gördüğünüz gibi…
Yazıyı, sitarı Hindistan’ın dışına çıkaran ilk kişi olan Ravi Shankar’la ilgili, kızı Anoushka’nın hislerini paylaşarak bitiriyorum. Şöyle söylüyor:
“Bu müziği icra ederken neredeyse babamın yüreğine akmaya başlıyorum ve onu yeniden biraz daha düşünüyorum.”