Sarı ışığın, duvara monte edilmiş rafa kısık vurduğu bir akşamüstünde rastladım Haldun Taner’e, Metin Eloğlu'na, Cahit Irgat’a hatta Yahya Kemal’e ve Rıfat Ilgaz’a.
Haldun Taner’in 1984 yılında basılmış ‘Berlin Mektupları’ elimdeydi. İlk baskıydı ve bu kitapla karşılaşmak nedendir bilmiyorum ama tüylerimi diken diken etti. Kitap ve ben, birkaç yıl arayla aynı topraklarda doğmuş, daha sonra ise şimdi olduğumuz yere varmış ve Londra’nın orta yerinde bir mekânda göz göze gelmiştik.
Haldun Taner bu notları yazdığında Almanya’da bir gazeteciydi ve ben de şimdi Londra’da bir gazeteciyim…
Onun mektuplarını aktarırken ben de buradan kendi mektubumu yazmış oluyorum bir yanıyla. Farklı bir döngüdeymişim gibi. Bu yazıya başlarken ismini saydığım ve sayamadığım pek çok usta isim bir aradaydı.
Sanki yuvarlak bir rakı masası etrafında dertleri paylaşıp azaltıyor ve mutlulukları paylaşıp çoğaltıyorlardı. Omuzlarını, sırtlarını elin memleketinde birbirlerine vermişlerdi ve ben de o anda onlara.
Bir tabak, bir kadeh de benim için koydular masaya. Ve işte kitaplara denk geldiğim o raf, bir anda Türkiye olup Anadolu kokmaya başladı. Aynı raftan çektiğim Cahit Irgat’ın ‘Ortalık’ isimli şiir kitabına ve kitabın içinde de Metin Eloğlu’nun çizgilerine denk geldim.
Şaşırdım, çünkü daha evvelden bilmiyordum Eloğlu’nun resim yaptığını ve böyle ustaca çizdiğini. Hem resimler şiir gibiydi hem de şiirler resim gibi…
Bir anda zaman, onlar ve benim aramda akmaya başladı sanki. Bir büyünün içinde gibiydim.
Cahit Irgat, ‘Gece Çuval Gibi’ şiirinde şöyle diyordu: “Gece çuval gibi delindi Yemişlerim dallarımda çürümüş |
Ve hazırlıksız bir şekilde, yalnızca orada ne var ne yok diye bakarken bu satırlara denk gelmek ne demek bilir misiniz? Ve ben o raftan o anda ülkemizin geçmişinin, geçmişte kurulan cümlelerin nahifliğinin, anlatım tarzının, gözlemlerinin, umut ve umutsuzluklarının içinde bulandım durdum.
'Harry Potter' romanlarında, Londra'da büyücülük okuluna gitmek için küçük büyücülerin geçmek zorunda olduğu bir kapı vardır ya, ama aslında orası bir duvardır ve büyücü olmayan herkes orayı normal bir duvar görür. Ama küçük büyücülerin çat diye duvardan geçip bir anda başka dünyada oldukları duvar aslında kapıdır…. İşte o tren istasyonunun “kapı duvar” hissettiren bir duvar rafıdır orası artık benim için.
Buraya yazmak istediğim çok fazla şiir ve yazı var ustalardan okuduğum. Ama elbette yerim kısıtlı ve elimden geldiği kadar efektif kullanmaya çalışıyorum bana ayrılan kısmı.
Mesela, ‘Niyet’ isimli şiirinde Cahit Irgat; "Altın rengi Haliç’ten |
Kelimelerin gücüne kalp mi dayanır, akıl mı dayanır arkadaş diyor ve uzaklara dalıp okuduklarımı kalbime indirmeye çalışıyorum…
Ve bu kitap 1952 yılı Eylül ayında İstanbul’da dizilmiş. Bu arada, rafa baktığım ve Haldun Taner’le karşılaştığım anda kitabı -Berlin Mektupları’nı- okumaya başladım ve oradan ayrılırken mekân sahibi arkadaşımın odasındaki dolaba koydum, birilerinin almasından korktum sanırım.
Ertesi gün aynı yere tekrar gidip okumaya başladım, baktım bırakabilecek gibi değilim, kendimi durduramıyorum yanıma aldım; birkaç gündür benimle.
Bu kitapta Haldun Taner, Türkiye’den Almanya’ya, Nazi sonrası Almanya’sını tamir etmek, çalışmak, para kazanmak için gidenleri de yazmış, oradaki diğer gözlemlerini de.
Mesela, 3 Ağustos 1980 tarihli ‘Postdamm Bahçeleri’ başlıklı yazısında, “Yeni-Naziler Türklere düşman. Sanayilerindeki büyük işçi gediğini kapamamız için bizi baştacı edenler, şimdi işleri bitti ya, bizi başlarından dehlemenin yollarını arıyorlar” der.
Aynı yazının devamında “Yurttaki akrabalar biraz da kıskançlığın etkisiyle onları Mark uğruna yad ellere gitmiş çıkarcılar sayıyor. Tatillerde kendilerine getirilen hediyeler bile bu hoşgörüyü azaltamıyor. Devlet işçiyi döviz sağlayıcı bir unsur saymaktan öte, sorunlarına yeterince inemiyor. Banka defterindeki Deutsche Mark Hazretleri, taksitle alınmış Mercedes arabası, renkli televizyonu, videosu ve Yeşilçam filmlerinden oluşan kaset koleksiyonu her günkü ezikliğini hafta sonları biraz unutturan kısa beyliğinin status simgelerini oluşturuyor” diye anlatıyor.
Belki bugünün Türkiye’sine biraz uzanacak olan bir diğer kısımda ise şunları söylüyor:
“Atatürk, ‘Ne mutlu Türküm diyene’ derken, bu mutlu Türklüğün maddi ve manevi gerekçelerini de yaratmış bulunuyordu. Bu gerekçeleri elbirliği ile yeniden yaratamazsak, beyin göçü ile başlayıp, kol göçü ile süren bu kaçışı önlemek imkansızlaşacaktır.”
Düşünüyorum da, Haldun Taner hâlâ hayatta olsaydı Türkiye’nin şimdiki dönemi için özellikle alıntıladığım son cümleye dair neler söylerdi acaba!
Adolf Hitler’in iktidara gelişinin ilk yılları, Heidelberg’deki üniversite öğrenciliği dönemine denk gelen Haldun Taner, “Versailles antlaşmasını ilk defa bozup Rhen bölgesini Alman askerlerine işgal ettirdiği geceyi, daha radyolar dünyayı karıştıran bu haberi yaymadan, gazeteler en iri puntoları ile ilan etmeden önce, o bölgede oturan Almanlarla birlikte ilk yaşayanlardan biri oldum” der 'Bir Yıldönümü' yazısında ve takvimler 16 Kasım 1981’dir.
Elimde tuttuğum bu kitap, kapağının kaldırılmasını beklercesine sanki soluksuz bana o günleri anlatıyor, durmadan ve durmadan.
Aynı başlıklı yazının devamında “Nazilerin Avusturya’yı ilhak ettikleri gün tesadüfen Viyana’da idim. 1956 Macar İhtilali denilen ayaklanma, yine ben o dolaylarda iken patlak verdi. Avusturya, Rus tanklarından kaçan 200.000 Macar’a sınırını açtı. Bunların bir kısmı oturduğum hanın altındaki misafirhaneye yatırıldı. Gece gündüz anlattıklarını dinledim.” diyor ve insan hepsini okumak dinlemek istiyor. Haldun Taner’le röportaj yapabilmeyi çok isterdim.
Tabii eskiden Türkiye’de komşuluk da vardı, evlerde çaylar tatlılar yapılır yenir, pazar dönüşü komşuya da çantadan bir şeyler verilir, dertler dinlenir, çözümler bulunur, sıcak bir tas çorba paylaşılırdı. Yani, “ev alma komşu al”dı.
29 Kasım 1981’de “Komşuluk ölüyor” demiş Haldun Taner ve şöyle de anlatmış bunu: O dönem Almanya’da yaşıyor ve kendi oturduğu apartmanda bile yedi aydır kimseyle karşılaşmadığını, yalnızca gölgeler gördüğünü ve “hırsız olmadığımızı belgeler gib, adet yerin bulsun diye merhabalaşıyoruz” diye yazar.
1981 nerede 2024 nerede, yani ben de diyorum ki, ölüsü bile kalmadı komşuluğun. Hatta aynı zamanda Taner, öğrencisi olan bir kişinin bu konuda söylediklerini de yazmış:
“Bizi görünce keyifleri kaçıyor, gülerken çatınıveriyorlar. Her şeyi yanlış mı yapıyoruz ki başlarını iki yana sallayıp ya sabır çekiyorlar? Değil buraya geldiğimden, neredeyse dünyaya geldiğimden ötürü özür dilemek hissine kapılıyorum.”
Taner, öğrencisinin bu sözlerinden çok etkilendiğini, gözlerinin buğulandığını söylüyor ve “Oturdum, o hızla ‘Şeytan Tüyü’ adlı bir hikâye yazdım” diyor.
Füze rampalarından, Yeşiller hareketine, Türk işçilerin sorunlarına kadar görebildiği, üzerine düşündüğü her şeyi düzenli bir şekilde Milliyet’teki köşesine yazmış. İyi ki yazmış, arşiv çok önemli. İyisiyle kötüsüyle. Hafızadır.
Ve benim geldiğim Londra’da ise buraya çok seneler önce Türkiye’den gelenler ve birkaç yıl önce biten Ankara Anlaşması ile burada hayatını inşa eden son jenerasyon arasında ara ara anlaşmazlıklar oluyor, duyuyorum.
Eskiden gelenler, “yeniler bizi beğenmiyor” diyor, yeni gelenler ise “uzun saatlere bizi çok az paralara çalıştırıyorlar, zamanında biz çektik siz de çekin diyorlar” diye anlatıyor. Londra Mektupları’ma biraz lokal söylentiler de yazayım, ne olacak…
Ve bu kitapların olduğu mekândan söz etmezsem olmaz. Çünkü bu hikâye burada başladı. Burası kuzey Londra’da Stoke Newington’da bulunan canlı müziklerin yapıldığı, pek çok dilde iyi kitapları kütüphanesinde bulunduran, müzisyenlerin, yazarların, oyuncuların, yönetmenlerin, sosyalistlerin, işçilerin geldiği DB Music.
Nazilerin, İkinci Dünya Savaşı döneminde bombaladığı bir bölge. Hatta içinde oturduğum mekânın karşı çaprazındaki binanın altındaki sığınağa atılan bir ‘paraşüt bombası’ ile 160 kişi sığınakta öldürülmüş.
1940 ve 1941 senesinde sekiz aydan biraz fazla süren bu bombalamada neredeyse 43 bin sivil öldürülmüş. Haldun Taner’in de parmak bastığı Nazi dönemine dair seneler sonra buradan gördüklerimin bir kısmına dair benden bilgiler de böyle.
Ayrıca bu yazıyı yazdığım anda tam karşımda ateş tuğladan oluşan bir duvar var ve duvarın üzerinde ise belirgin bir şekilde kırık izleri. Burası o dönem insanların sığınaklara kaçmak için kırdıkları bir duvar ve kim bilir tam oturduğum yerde neler yaşandı.
Bir yanımda Yahya Kemal, Gülten Akın ve Behçet Necatigil, bir diğer yanımda ise bir zamanlar insanların yaşamak için, bombalardan kaçmak için sığındıkları yerler ve bomba yağan binalar.
Son sözü Gülten Akın söylesin 'İLKYAZ' şiiriyle…
"Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya
Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
Evler, çocuklar, mezarlar çizerek dünyaya"
…