Burak Özçetin

16 Mart 2020

Bir halk sağlığı sorunu olarak medya: "Gösteri"ye biraz ara versek?

Birkaç ay hep birlikte sıkıntıya girelim, siz kamu yararına yayıncılık ilkesini hatırlayın, biz kamusal özneler gibi davranabilmek için elimizden geleni yapalım. Aksi takdirde, en azından vicdanlarımızda, cinayete teşebbüsle yargılanacaksınız!

Hemen notumu düşeyim: Burada yazacaklarım salgın, virüs, korunma yöntemleri vs. üzerine değil. Konu hakkında bilgi edinebileceğimiz, resmi-sivil çok sayıda kurum ve kişi mevcut hali hazırda. Bu yazının maksadı, zor zamanlarda, bunalım anlarında medyanın, medyatik figürlerin sergiledikleri kaygı verici tutum üzerine bir iki kelam etmek ve başarabildiğim kadarıyla medya mensuplarını, yayıncıları sorumlu yayıncılık yapmaya davet etmek. 

Kriz, afet, felaket anlarında en önemli tutunma noktalarımızdan biri bilgi. Sağlıklı, güvenilir bir bilgi akışı, haberdar olduğunuz şey pek hayırhah olmasa da içimizi rahatlatıyor; doğru tedbirleri doğru zamanda almamıza yardımcı oluyor; önümüzdeki belirsizlik perdesini biraz olsun aralıyor ve bizi olacaklara dair fiziksel ve ruhsal olarak -yapabildiğimiz kadarıyla- hazırlıyor. Bilgi akışındaki aksaklıklar, karmaşa ve bilgi kirliliği ise çok yıkıcı sonuçları beraberinde getiriyor. Çok sayıda araştırma yanlış ve sansasyonel bilgilerin, doğrulara oranla çok daha hızlı yayıldığını ve çok daha etkili olduğunu gösteriyor.

Herhalde yeryüzünde yaşayan çok az sayıda insanın daha önceden deneyimlediği ölçüde büyük, küresel bir felaketle boğuşuyoruz insanlık olarak. Felaket ve kriz anlarında iki temel tutum çok hızlı bir şekilde beliriyor: Kendimi nasıl korur ve bu işten nasıl kârlı çıkarım? Kendimi ve başkalarını nasıl koruyabilirim? Kendimizi korumakta, kollamakta, kendimiz, sevdiklerimiz, yakın çevremiz için endişelenmekte bir sorun yok. Fark en az sizin kadar yaşam ve korunma hakkı olan diğerleri ile ilintili olarak ne düşünüp yaptığınıza gelince ortaya çıkıyor.

Özellikle kriz anları "akıl tutulması" kavramını çağırıyor. Horkheimer aynı isimli kitabında akıl tutulmasının kapitalizmle, rasyonalitenin belirli bir türüyle (araçsal rasyonalite) bağlantısını vurguluyordu. Gelmekte olan bir felaketi görmenize, bilmenize, hissetmenize rağmen bazı nedenlerle (kâr, kalkınma, gelişme, ilerleme…) bırakın gidişatı engellemeyi, yangına körükle gitme halini anlatıyor akıl tutulması. İklim krizi mesela... Nereye gittiğimizi biliyoruz, ama durdurmak için kılımızı kıpırdatmıyoruz.

Şu anda yaşadığımız Koronavirüs krizinde de çok sayıda medya mecrası, kanaat makinesi "uzmanların" tahkimatıyla benzerine az rastlanır bir akıl tutulması içinde. Daha fazla izleneceğim, daha fazla tıklanacağım, reklam gelirlerim artacak kaygısıyla konuyla ilgili ilgisiz, uzmanlığı olan olmayan bir şuursuzlar korosuna ortamı bırakmakta bir beis görmüyor. Yayıncılığın bütün kamusal kaygıları bir kenara bırakıp baş döndürücü bir hızla ticarileşmesinin bunda payı büyük. Bununla birlikte, televizyonun (hatta genel terimlerle ekran’ın) biçimsel özelliklerinin de bunda ekili olduğuna şüphe yok. Tartışma iki klasik eser getirdi aklıma: Neil Postman’ın Televizyon Öldüren Eğlence’si ile Pierre Bourdieu’nün Televizyon Üzerine’si.     

Postman tüm kitle araçlarının kendine has bir bilme, bilgilenme ve muhakeme biçimlerini yerleşikleştirdiğini iddia eder. Postman’ın kitabı yazdığı dönemde (1985) televizyonun temel bilgilenme ve kültürlenme aracı olduğunu belirtmek gerekiyor. Televizyon günümüzde de, dönüşerek de olsa- hâlâ önemini ve merkezi konumunu koruyor.

Postman neden bu kadar düşmandı televizyona? Yazara göre televizyon tutarsız ve saçma olanı yüceltir. Okuyucunun aksine, televizyon izleyicisi dikkat eşiği düşük, sürekli olarak eğlenceyi kovalayan bir figürdür. Sorun televizyonun eğlendirici temalar sunması değildir; bütün temaların eğlence olarak sunulmasıdır: "Eğlence, televizyondaki her türlü söylemin üst-ideolojisidir... Her şeyin üstünde tutulan varsayım, her şeyin bizim eğlenmemiz ve haz almamız gözetilerek sunulmasıdır" (s. 102). Televizyon düşünmenin, tefekkürün, kutsalın değil, eğlencenin, izlenimlerin ve alkış almanın mekânıdır. Bundan ne siyaset kurtulabilir ne de din. Televizyonda din de başka her şey gibi oldukça basit biçimde ve eğlence olarak sunulur. Uzunca bir süredir sağlık da bu temaşanın, gösterinin önemli unsurlarından biri. Çeşitli türler altında sağlığın televizyon eğlencesinin ve genel olarak medya gösterisinin bir parçası.

Bourdieu de gazetecilerin "özel gözlükleri" ile bazı şeyleri gördüklerini ve diğerlerini görmezden geldiklerini; sürekli olarak ayıklama yaptıklarını ve ayıklanmış olan şeyi belli bir tarzda kurduklarını belirtir. Ayıklama sürecinde aranansa "sansasyonel" olan ve gösteri niteliği taşıyandır: "Televizyon iki anlamıyla da dramatikleştirmeye [canlandırma] başvurur: bir olayı sahneye koyar, görüntülendirir ve bu olayın önemini, vahametini, dramatik ve trajik niteliğini abartır" (s.24).

"Normal" zamanlarda dahi türlü türlü kişisel ve toplumsal sorunlara yol açıyor bu durum. Söz konusu bir salgın durumunda sağlığın gösterileşmesi olduğunda işler biraz daha ciddiye biniyor. Zira, kriz anını fırsata çevirmek isteyen bir cenah ekranlarda, sosyal medyada, WhatsApp gruplarında… inanılmaz bir hızla türüyor. Kerameti ve bilimsel yeterlilikleri kendinden menkul bir zevatın uzman yaftasıyla sağlık üzerine kanaatler üretmesine iyi kötü alışığız. Lakin söz konusu olan milyonlarca insanın sağlığını ve yaşamını tehdit eden bir salgınsa, biraz daha dikkat, vakar ve şuur talep etmek hakkımız.

Son salgını kişisel gösterisine malzeme yapmakta kararlı Doç. Dr. Oytun Erbaş bahsettiğimiz "akıl tutulmasına" verebileceğimiz örnek. Kendini ekranlarda, gazetelerde, sosyal medyada görmenin büyüsüne kapılan bir eğlence figürü o artık. Performansından inanılmaz bir haz alıyor; mikrofonlar ona yöneldikçe coşuyor da coşuyor Doç. Dr. Erbaş. Irk ve gen faktöründen hareketle "Koronavirüs Türkiye'ye de gelebilir ama asla Çin'deki gibi salgın yapmaz" açıklaması ortalığı baya bir karıştırdı. Bunun ardından Halk TV’de katılığı bir televizyon programında evcil hayvanlarla ilgili bir soru geldiğinde kendisine verdiği yanıt çarpıcıydı: "Ama daha bomba bir şey söyleyeyim, emin olun Wuhan’da, orda balık satanlar bu virüsten etkilenmemişti. Neden? Az az aşılanıyor ya gelenler. O yüzden kedi köpek besleyenler de küçükten Koronayla aşılanmıştır. O da aramızda kalsın." Bir "sosyal bilimci" olarak Erbaş’ın iddialarının doğruluğunu/yanlışlığını tartışacak değilim. Bu denli güçlü bir argümanın, bu denli sınırlı ve güvenilir olmayan gözlemden hareketle öne sürülebilmesini kabul etmek mümkün değil.

Elbette ki işini doğru ve dürüst yapmaya çalışan ve kişisel şovundan ziyade kamu sağlığını önceleyen bilim insanlarından tepki gecikmedi. Sosyal medyada da hem Erbaş’a hem de Erbaş’ın görünürlüğüne katkı veren mecralar eleştiri yağmuruna tutuldu. Bunlardan biri de Erbaş’ın program yaptığı bir YouTube kanalıydı. Kanalın eleştirilere verdiği yanıt bilimin "yanlışlanarak" ilerlediğine ve düşünce özgürlüğüne dair ders oldu. Daha da üzücü olanı kanalın kurucusu İlker Canikligil’in kendi hesabından "FluTV çok başarılı arkadaşlar. Bunun bazılarınızı çok üzdüğünü biliyorum ama bari bu kadar açık etmeyin," açıklamasını yapmasıydı. Tüm dünyayı, başarılarını alkışlayanlar ve çekemeyenlerden (ezik, kıskanç, vasat kitleler) ibaret gören kibirli bir açıklamaydı. Tıpkı yüz yüze geldiği genetik uzmanının eleştirileri karşısında bocalayan Erbaş’ın yüzlerce makalesi olduğunu, ne kadar başarılı olduğunu haykırmasında olduğu gibi. 

Peki bu insanlar neden böyle davranıyorlar. Neden uzmanı olmadıkları konularda bu kadar rahat kanaat üretebiliyorlar? Her şeyi nasıl bilebiliyorlar? "Büyük resmi" nasıl böyle bir netlikte -biz vasat kalabalıklar göremezken- görebiliyorlar? Nasıl mı? Bu "dikkat ekonomisinde" oyunun kurallarını çok iyi biliyorlar. Sansasyonun, trollemenin, narsisistik şovların, kavganın kazandırdığı türlü türlü sermayenin farkındalar (şan, şöhret, takipçi, para, kariyer…). Onları eleştirenler onları çekemiyorlar, kıskanıyorlar, meyve veren ağacı taşlıyorlar.

Yenisiyle eskisiyle medyanın herhangi bir yerine bulaşmış insanlardan ricamdır, ricamızdır. Lütfen, sağlığımızla, aklımızla, ruhumuzla oynamayın. Bizi bilgilendirin, kafamızı allak bullak etmeyin, komplo teorilerine, ırkçı ayrımcı söylemlere, güvenilir olmayan genellemelere ifade şansı tanımayın. Bakın milyonlarca insan sağlığını, hayatını, işini, aşını, dengesini kaybetmenin eşiğinde. Bu şuursuzlar korosuna mikrofon uzatarak, sansasyonel içerik peşinde el yükselterek, "kelle paça" edebiyatı ile sorunu derinleştirmeyin. Birkaç ay hep birlikte sıkıntıya girelim, siz kamu yararına yayıncılık ilkesini hatırlayın, biz kamusal özneler gibi davranabilmek için elimizden geleni yapalım. Aksi takdirde, en azından vicdanlarımızda, cinayete teşebbüsle yargılanacaksınız! Lütfen, gösteriye biraz ara verin.


* Burak Özçetin: İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi