Denizden güç alarak karardıkça kararan geceye karşı koymaya çalışan titrek bir mum var masada ve dalga sesleri sürekli, karşıda ışıl ışıl kale, bir de direği eğri hasır şemsiye.
Yelkenli direklerinin ucu yıldızsız gecede birer yıldız gibi parıldıyor.
Portofino dalgaları ikircikli, şu masada oturanların ayaklarını ıslatsam mı ıslatmasam mı…
Matrak bir köpek, sahilde yürüyeceğine girmiş denize yüzüyor.
Bodrum'un belki de en flörtöz masasında etrafı izliyorum.
Ayağım kumsalda; deniz gecenin, masa denizin içinde.
Biraz sonra Feyhan Hanım'ı görüyorum, masaya geliyor, kısa bir selamlaşmadan sonra: "Hocan seni bekliyor. Gidip balığını ve istediğin mezeleri seçecekmişsin."
Şu manzarayı ve dalga seslerini arkamda bırakarak girişteki vitrin vazifesi gören dolabın yanına gidiyorum. Baskın Oran, maskesi yüzünde, beni bekliyor.
Mezeleri seçiyoruz, "hardalotu" diye hiç bilmediğim bir şey de geliyor masaya.
Meğer Girit'in meşhur binbir otundan biriymiş.
"Ama önce limon sıkmalı üstüne" diyor Feyhan Hanım, uslu bir öğrenci gibi hardalotuna limon sıkıyorum.
"Biraz büyük bir dalga gelirse" diyor Baskın Hoca, "ayaklarımızı kaldıracağız".
Ege'nin dalgaları alabildiğine sakin burada, açıkta, kıyamet kopmayı bekliyor.
Konu ansızın kara suları, hava sahası, derken sıcak çatışma ihtimalinin nasıl ve neden ortaya çıktığına geliyor.
Ne de olsa masada dünyanın en önde gelen uluslararası ilişkiler profesörlerinden biri var, başlıyor Baskın Hoca tarih tarih neler olduğunu anlatmaya, sivil havacılıktan girip askeri uçakların bildiriminden çıkıyor, sonra ansızın kesip, "Biz nereden geldik bu sıkıcı konulara" diye soruyor bana, "sat anasını!"
Çınlayan kadehleri müjdeleyen bir söz olduğunu anlıyorum bunun.
Laf lafı açıyor, daldan dala bir sohbetin içinde buluyorum kendimi, bir tek kelimeyi kaçırmamaya çalışıyorum, Bodrum'un eski günlerinden bir hikâye anlatıyor Feyhan Hanım, Baskın Hoca kâh Çiçek Pasajına sürüklüyor bizi anılarda, kâh buluyoruz kendimizi beş yüz öğrencilik amfilerde.
Zamandışı bir yolculuğa çıkmışçasına, masada "şimdi" yok, tarih sürekli değişiyor, otuzlardan bir anda 64 Kıbrıs'a sıçrıyoruz, sonra akademik referanslarımdan biri olan Baskın Oran'a hüsranla neticelenen doktora maceramı anlatıyorum.
Artık vaktidir şöyle içten bir "sat anasını!" çekmenin, çekiyoruz biz de, kadehler çınlarken fonda hep Portofino.
Karşımızdaki büyük karaltı meğer Kara Ada denen bir garip yermiş, otuzların başına kadar da İtalyan toprağıymış.
"Ben değil ama Feyhan gibi iyi bir yüzücü rahatlıkla buradan İtalya'ya yüzüp gelebilir!"
O esnada, hocamın gerçek bir peynir tiryakisi olduğunu öğreniyorum, her çeşit peyniri çok severmiş, al işte bir özdeşlik daha, ama ardından ekliyor: "Her pazartesi buralarda 'imansız' denen yağsız peynirden alıyoruz."
Yağlıymış da, yağsızmış da…
Sat anasını!
Bu Kara Ada'nın suyu yokmuş, eskiden inzivaya çekilen keşişlerin yaşadığı bir manastır varmış.
"Bodrum, balıkçı köyü bile değil" diyor Baskın Hoca, "süngerci köyü!"
Bir parça marine edilmiş levrek, biraz salgın istatistiği ve Kurban Bayramından bu yana iyice fırlayan sayılar, "Bay ve Bayan Covid" nam Ömer ve Meral Madra'ya selam, bir yudum rakı, bir büyük "müjde".
Baskın Oran'ın "magnum opus"u diyebileceğimiz Etnik ve Dinsel Azınlıklar kitabı eli kulağında Amerika'da yayımlanacak.
Şimdi bundan büyük müjde olur mu, olmaz tabii, o zaman yapılacak da belli.
Sat anasını!
Baskın Hocanın babası teknolojiye fevkalade düşkünmüş, buzdolabından telefona, radyoya, yeni çıkan ne varsa alır, kullanmasını öğrenirmiş.
Baskın Hoca da teknolojiyi hep takip etmiş, on parmak daktilo yazarmış ki başkâtibin dudağını uçuklatmacasına, 96 yılında cep telefonu varmış, ders notları powerpoint sunumlarda…
Bazı arkadaşlarının teknolojik gelişmelerle aralarına ördükleri duvardan konuşurken gülüyor.
"Kardeşim adamın telefonu yok, eşi olmasa vallahi haberleşemeyeceğiz!"
Peki, teknoloji meselesine nereden geldik?
Hocam Lozan'ın maddelerini sayıyor ezberden, Lozan'da üç mile kadar olan ada ve kayalıkların Türkiye'ye verilmesi o günkü teknolojinin yansımasıymış, top menzili üç milmiş çünkü.
Teknoloji gidip Lozan'a yansıyacak da bizim masaya mı yansımayacak?
İyi de, çupranın son lakması kalmışken tabakta…
Sat anasını!
Dondurmaları sade kahve, espresso ve yeşil çay takip ediyor.
Artık ne salgın, ne Doğu Akdeniz, ne de Ege'nin bitmeyen sorunları…
Ne kara suları, ne de kıta sahanlığı…
Dünyaya bir daha mı geleceksin be?
Sat anasını!