Son 30 yıla baktığımda Türkiye'nin demokrasi yolculuğunun dünyayla bir senkronizasyon sorunu yaşadığını görüyorum. Korkarım benzer bir sorunu günümüzde de yaşıyoruz.
1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından eski Doğu Bloku ülkelerinde demokrasi rüzgarları esmeye başlamıştı. Türkiye ise 1990'larda PKK ile mücadele nedeniyle güvenlik politikalarını öncelediği için yelkenleri bir türlü demokrasi rüzgarıyla dolduramadı. Avrupa Birliği'nin genişleme dalgasını kaçırmak istemeyen dışişleri bürokratları, içişleri, savunma, adalet bakanlıkları, askeri, siyasetçisiyle cebelleşirdi demokratik reformlar için. O dönem yazdığım reform paketi haberlerinin sayısını unuttum. Sürekli bir ileri bir geri durumu vardı. Bugün farklı mı? Yargıda yeni reform paketinin geçen hafta Meclise geldiği haberini acı bir gülümsemeyle karşıladım.
11 Eylül 2001 saldırılarının ardından, Batı dünyası güvenlikçi politikaları öncelemeye başlarken, bu kez biz de tam tersine demokrasi rüzgarları esiyordu. AK Parti iktidarının 2010'a kadar gerçekleştirdiği reformlar Avrupa'yı şaşırttı, hatta ürküttü.
2010-2020, bu "Herkes gider Mersin'e biz gideriz tersine" durumuna istisna oluşturdu. Türkiye otoriterleşme konusunda dünyaya rol model oldu; liberal demokratik rejimler popülist otoriter rejimlere karşı mevzi kaybetti.
Desen: Selçuk Demirel
Demokrasiler karşı atakta
ABD'de demokrat Joe Biden'ın seçilmesiyle şimdi bu süreci tersine çevirme çabasıyla yeni bir döneme giriyoruz.
Liberal demokrasiler, otoriter rejimlere karşı mücadele için karşı atağa geçiyor.
Bu sürece ABD liderlik edecek ve evet temel motivasyonunu Rusya ile Çin'e karşı kaybetmekte olduğu siyasi, ekonomik üstünlüğü kazanma oluşturuyor.
Biden'la selefi Donald Trump'ın tek ortak yönü Çin'le mücadele idi. Trump, NATO'ya gidip, "Yarım yüzyıldır Rusya'ya karşı sizi Amerika korudu. Savunma harcamalarınızı kısıp, ekonominizi sayemizde güçlendirdiniz. Siz Çin'le ticaretten kazançlı çıkarken biz mevzi kaybettik. Güzel günler sona erdi, elinizi taşın altına koyun, yoksa bana güvenmeyin. Çin'le ekonomik mücadelede de sizinle eşgüdüm yapacak değilim, kafama göre takılırım" dedi. Avrupalı liderleri hallaç pamuğu gibi attı. Boşuna değil Fransa Cumhurbaşkanının çıkıp, "bizim artık stratejik otonomi sahibi olmamız" demesi.
Gelin görün ki, demeyle olunmuyor. ABD ben "Afganistan'dan çıkıyorum" dediği anda, Afganistan'dan gelecek olası bir göç ve terör dalgasından en çok etkilenecek olan Avrupa olsa da, "yandım Allah" nidasıyla ülkeden kaçma derdine girdi.
Biden da Trump gibi, "Çin'e karşı ekonomik savaşa giriyorum, yanımda durun" dese, başta Almanya ve Fransa, "Bir saniye, bizim ekonomimiz bu işten zararlı çıkar. Öyle topyekûn ekonomik savaşa giremeyiz," diyecekti.
İşte Biden bu yüzden Rusya ve Çin'e karşı mücadelesini "Liberal demokrasileri, otoriter rejimlere karşı tahkim edelim" mottosuyla pazarlıyor. Bu nedenle de ilk yurt dışı ziyaretini Avrupa'ya yaptı.
Bu strateji şimdilik tutmuş görünüyor.
Buradan zamanın ruhu meselesine girmek istiyorum. Bir süper gücün başında Trump gibi kural tanımayan bir lider varken, Türkiye'nin "AİHM kararlarını tanımıyorum, uygulamıyorum" demesi daha az yadırganabilirdi. Ancak önümüzdeki dönemin mottosu "kural bazlı dünya düzeni".
G7 zirve bildirilerinde dikkatimi çeken, yolsuzluklarla mücadeleye, toplumsal cinsiyet eşitliğine, kadınların her alanda güçlendirilmesi ihtiyacına vurgu oldu. Türkiye'de ise İstanbul Sözleşmesi'nden çıkmış bir iktidar; suç örgütü liderinin yolsuzluk ifşaatları karşısında üç maymunu oynayan bir siyasi zihniyet var. AB – ABD zirvesinde demokratik Türkiye vurgusu yapılırken; Türkiye'de HDP'nin kapatılması yeniden gündeme geliyor.
NATO bile iklim değişikliğini gündemine aldı
Artık NATO gibi temelde askeri bir örgüt bile "iklim değişikliğiyle mücadele edeceğiz" diyor. Türkiye'de ise Paris iklim anlaşmasını imzalamamış bir iktidar, çevre felaketine yol açacak Kanal İstanbul projesini inadına "yapacağım" diyor.
Avrupa "Ben yeşil enerjiye dönüyorum" diyor, Türkiye, "Eyvallah ben de zaten yenilenebilir enerjiye yatırım yapıyorum ama taş ocağından, kömürden, beton ekonomisinden şimdilik vazgeçmem" diyor.
Kısacası zamanın ruhunu ıskalıyor. Bunu geçen haftaki zirveler silsilesinden çıkan mesajları doğru okuyamadığı için mi yoksa, "Jeostratejik önemimi pazarlar, bir süre daha demokrasi taleplerine kulak tıkamak için zaman kazanırım" diye mi yapıyor?
Peki böyle bir strateji dikiş tutar mı? Onu da gelecek haftaki AB zirvesinin ışığında bir başka yazıda değerlendirelim.